Hep aynı, her devirde aynı

Tanımış. En başından tanımış yani. Cevap sahiden de susturuyor. Bu sefer yaşlı adam çeviriyor yüzünü otobüsten dışarı doğru, karla kaplı ağaçlara bakıyor. Avukata, o eski ahbâbına bir Fâtihâ okuyor, “İnsanlar” diye düşünüyor, “Hep aynı, her devirde aynı!”…

-SEN İsmail değil misin? Mehmet Ağa’nın oğlu İsmail?

Başını sallıyor isteksizce... Evet o!

-Tanımadın mı beni? Ömer abin ben...

Omuz silkiyor “Sen de nereden çıktın?” der gibi...

-Yok, tanıyamadım...

Memnuniyetsiz, daha da fena, ekşi bir tavrı var sorulara cevap verenin. Başını çeviriyor pencereye doğru. Ama suizanda bulunmamak lâzım; o ekşi, o memnuniyetsiz hâlin sebebi, köye cenaze götürürken gece yarısı ayazda bozulan otobüstür belki. Karanlık, uyku sersemliği…

Tanımaması mümkün değil ama “Yok, tanımadım” diyor Mehmet Ağa’nın oğlu İsmail. “Ağa” da lâfın gelişi, ağa olduğundan değil, yaşça büyüğü olduğundan “Mehmet Ağa”...

Allah aşkına, kaç sene önceydi? Şöyle böyle yirmi beş otuz sene var... Sıcak mı sıcak bir yaz sabahı dükkâna geldiydi Mehmet Ağa. Poğaçalar, açmalar, pastalar dizilmiş sıra sıra. Tahinliler, paskalya çörekleri, Selânik gevrekleri, susamlı çubuklar… Tavaların biri geliyor, biri gidiyor. Tezgâhtarlar akşamki maç için bahse tutuşuyorlar bir taraftan. 

-Ömer burada mı? Hani buranın sahibi?

-Buradayım amca burdayım. Gel, gel! Hoş geldin!

-Hoş bulduk.

-Oğlum, iki çay ver bize! Yeni çıkanlardan da bir tabak yapıver.

-Sıcak süt de var, içer misin?

-Yok yok, çay iyi...

-E ne var ne yok? Ne zaman geldin? Niye geldin?

-Ne anlatayım amcasının? Başımıza gelmiş bir hâl… Bizim küçük oğlan var ya, İsmail, mahpusa düştü.

-Tüh! Geçmiş olsun… Ne olmuş ki?

-Mâsum bizimki be! Arkadaş kurbanı olmuş işte! Yengen ağlar durur, oğlan “Avukat!” der durur. Ben ne yapacağımı bilemedim. Senin tanıdığın çoktur. Bir avukat filan ayarlasan?

-Bakarız amca bir çâresine. Var tanıdık avukat. Mustafa Bey var, ahbâbımız olur. Ben gider, konuşur, anlatırım. Ama sen eminsin, değil mi? Suçu yok senin oğlanın?

-Olur mu hiç? Nasıl olsun? Aklı ermez, mâsum bizimki...

Dükkânı tezgâhı bırakıp hemşerisini kurtarmak için Mustafa Bey’e gitmişti. “Sen öyle diyorsan, öyledir Ömer Bey!” demişti avukat, “Madem hemşerin, madem mâsum, ilgilenirim ben”. Birkaç gün geçince de dükkâna gelmişti avukat ama alı al, moru mor vaziyette. “Benim böyle işleri almadığımı biliyorsun değil mi Ömer Bey?” demişti, “Hapishaneye gittim, daha adını verir vermez gardiyan bana demesin mi ‘Bula bula bunu mu buldun’ diye? Senin mâsum dediğin adam”…

Hey gidi günler hey! Ne kadar kızmıştı avukat “Ben sana güvendim de gittim” diyerek... “Avukat değil mi, alsın parasını, savunsun” denilecek bir adam değildi. Sağlam bir avukattı. Senelerdir tanıştılar, karşılıklı hatır sayarlardı. Ne kadar mahcup olmuştu! Başını eğmiş, “Kusuruma bakma Mustafa Bey, vallahi bana öyle dediler, ben de sana geldim” diyebilmişti sadece.

Dayanamayıp iyice eğiliyor, tekrar yüzüne bakıyor, yan koltukta oturan kişinin. İsmail’se niye tanımıyor kendisini? İnsan dar zamanında yetişen kişiyi tanımaz mı? Başka bir İsmail’le mi karıştırdı acaba?

-Sen İsmail’sin, değil mi?

-“Oyum” dedim ya!

-Mehmet Ağa’nın oğlu?

-Evet!

-E beni tanıman lâzım o zaman!

-Tanımıyorum ama…

“Çattık” der gibi, bu sefer sert bir hareketle montunun yakasını kaldırıp başını öyle çeviriyor adam. “Karıştırdım demek, kusuruma bakma” dese mi acaba? Allah Allah! Yaşlılık demek ki... Yok yok, yaşlılık filan değil. Eğer yan koltukta oturan bu adam Mehmet Ağa’nın oğlu İsmail’se, kendisini tanımaması mümkün değil. Belki de yaşlandı, saçları bembeyaz oldu, o yüzden tanıyamamıştır.

Bir kere daha soracak. İçi hiç rahat değil. İyice eğilerek, sesini kısarak, soruyor: “Bana baksana! Hani sen hapse düştün, baban benim pastaneye geldi, ben sana avukat gönderdim. Nasıl tanımıyorsun sen beni?”

Dili ağzının içinde dolaşıyor adamın. Mimikleri yine ekşi ekşi oynuyor. Soğuk filan değil sebebi, otobüsün bozulması hiç değil! “Aman be!” der gibi bakıyor gözleri. “Bir şey söyleyeyim de yolun kalanında bir daha sorma” dercesine cevap veriyor: “Senin avukat da bir şey yapamadı ki...”

Tanımış. En başından tanımış yani. Cevap sahiden de susturuyor. Bu sefer yaşlı adam çeviriyor yüzünü otobüsten dışarı doğru, karla kaplı ağaçlara bakıyor. Avukara, o eski ahbâbına bir fâtiha okuyor, "İnsanlar" diye düşünüyor, "Hep aynı, her devirde aynı!"...