Henüz durulamadığım için

Olsa, damarı kaybettiğimizde bir acıyla beraber bir de sızısı olur. Olsa, bir taş geldiğinde penceremiz incinir. Olsa, bir pusulanın varlığı hatırlanır. Olsa, kaybedilmiş hâfızalar canlanır. Olsa, acıyı başka zeminlere indirgemek şöyle dursun, bir dem gelir, kâğıttaki acılar bile silkinir, ayağa kalkar.

HENÜZ durulamadığım için geç yazıyorum bu sefer. Yazmaya çabalıyorum belki. “Çabalıyorum” ifadesi ne büyük iddiaymış, “Bocalıyorum” olmalı bu kısım. Zira sofadan alnımın ortasına vuran ışık, bildiğim ne varsa unutturuyor. Unuttuğum ne varsa önce yokmuş gibi askıda bekliyor, sonra kırarcasına kapıya vurduktan sonra kayboluyor. Kapıyı açınca boşluk...

Boşluğun içinde yangın sonrası acı odun kokusuyla suyun birleşiminden oluşan o hüznî dinginlik gelip yığılıveriyor kucağınıza. Ağlıyor. Sesten hiç pay almadan, ince bir yağmur gibi ağlıyor. Sizin de sesinizi kesiyor. Henüz sizi ağlatamıyor. Henüz durulamadığınız için...

Evet, bazen tersi de oluyor. Ağlamak bazen durulmaktan sonraya da kalabiliyor.

Ağlarken durulmak mı?

Onu henüz geri kazanamadık. İşin özü şu ki, onu, tenhası henüz zaptedilmemiş geniş vakitlerde kaybettiğimiz günden beridir bu böyle. O nedenle yerini ve zamanını kaybettiği için son kalesi olan anlamını kaybetmemek ve kendisine mahsus asgarî şartları sağlamak için yıllarca mücadele edebilir, bekleyebilir ağlamak. Sonra hiç ummadığınız anda kapıyı vurmadan bile girebilir evinize...

Siz onu beklerken değil, o kendi dilediğinde…

***

Henüz durulamadığım için geç yazıyorum bu sefer. Kalkmaya çabalıyorum belki. “Çabalıyorum” ifadesi ne büyük iddiaymış, en çok çabalarken sendelediği de bu yüzden insanın. Bu iddia yüzünden...

İnsan en çok bu zamanlarda bir yere sığamıyor. İyi de olsa, olmasa da bir kaba giremiyor. Anlaşılan o ki, kişiye en yakın olan ne varsa, onlar bile kendisini terk edebiliyor. Her yer, her şey dar bir kapıdan dar bir sokağa, oradan gittikçe daralan başka sokaklara kapatıyor kendisini.

***

Henüz durulamadığım için geç yazıyorum bu sefer. Konuşmaya çabalıyorum belki. “Çabalıyorum” ifadesi ne büyük iddiaymış!

Seni kelimelere boğmamak için yazdığım şeylere bakar mısın? Kalem kâğıda susmuş, kâğıt kaleme küsmüş gibi… Oysa bu son cümlenin bile sığınılan bir cümle olduğunun herkes gibi sen de farkındasın. Ama gel ki, çâresiz bırakılmış bir yazının başka bir çâresizliği ifade etmesi ne kadar mümkün olabilir?  

Aslında tersi gibi görünse de, yazmak kaderin küçük bir serüveni iken yazmamak, ifade gücü yetmemek/yetememek, büyük bir serüvenidir. Suyu kaba koyduğumuzda akışını kestiğimiz, balığı akvaryuma koyduğumuzda onu kısıtladığımız gibi… “Kısıtlama” deyince ne çok şey uyanıyor insanın zihninde, değil mi?

İnsan sadece kendini mi kısıtlıyor? Elbette değil…

“Elbette değil” cevabı doğru ama aslında değil… İnsan en çok çevresinde olanları kısıtlıyor gibi görünse de aslında yaşadığı alanı daraltmaktan ve giderek soluk alacağı alanı tüketmekten öteye gidemiyor maalesef. Her şeyi bir iç sarmal olarak kendine doğru yuvarlasa da bir dış sarmal tarafından yuvarlandığı çukura çekildiğini görmekten mahrum kalabiliyor.

Hem iyiye, doğruya azmedenler için, hem emellerini iyi olmayan anlayışlar üzerinden yapanlar için söz konusu çukur bir realite. Ancak ikisi arasında önemli bir fark var: Biri, iyi olmayan bir saikle başkalarını bir çukura çekiyor ve nihâyet kendi düşüyor. Bir diğeri, her veçhesiyle iyiye işaret eden bir saikle başkalarını çukurdan çekmeye çalışıyor ve maalesef içine kendi düşüyor.

***

Henüz durulamadığım için geç yazıyorum bu sefer. Durulmaya çabalıyorum. “Çabalıyorum” ifadesi ne büyük iddiaymış, lâkin çoğumuz aynı zararın…

“Çoğumuz” derken bile bir destek arıyor olabilir bu satırlar. Ne ki zarar ve ziyan ise konu, bir ortaklık; değilse müstakil başka dünyalar kurma çabası... Böyle mi, yoksa doğrusu bu mu? Belki cesaret bir miktar toplansa, “Bir imparatorluk kurma çabası” dense, ne iyi olur, değil mi? Sözü israf etmekten bir miktar uzaklaşırız belki. Bir yerden kurtuluş, bir yerden kaçış, belki başka bir şey var bunda. Zira zararın ve ziyanın öncesinde hayatı taşıyan damarlar hiç yokmuş gibi hareket ediyoruz.

Olsa, damarı kaybettiğimizde bir acıyla beraber bir de sızısı olur. Olsa, bir taş geldiğinde penceremiz incinir. Olsa, bir pusulanın varlığı hatırlanır. Olsa, kaybedilmiş hâfızalar canlanır. Olsa, acıyı başka zeminlere indirgemek şöyle dursun, bir dem gelir, kâğıttaki acılar bile silkinir, ayağa kalkar.

Henüz durulamadığım için geç yazıyorum bu sefer. Susmaya çabalıyorum belki. “Çabalıyorum” ifadesi ne büyük iddiaymış!

Öyle ya, bu da yine durulamadığım için…