“Yaraları sarılsın,
Türk
obası dirilsin,
Çadırımız
kurulsun,
Tanrı
Türk’e yar olsun,
Turan
eller var olsun...”
(Yusuf Tuna)
***
PEK Muhterem Kari,
Bu ayki yazımıza başlamazdan evvel sizlerle küçük bir oyun oynamak
arzusundayım “zaman” üzerine. Size birkaç satır sonra -belki de önce- zaman
hakkında ziyadesiyle basit ve hatta “Bu da mı soru canım?” şeklinde sualle
mukabele edebileceğiniz bir sual soracağım. Lâkin bu oyundan keyif alabilmemiz
için sualde geçen “zaman” ifadesini yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye gibi zamanı
ölçmek için kullandığımız birimler olarak düşünmemeniz mühim.
Düşünmeniz gereken şey akıp gitmekte, hatta siz bu satırları okurken dahi ilerlemekte
olan zaman mevhumu olmalı. Sorumuz geliyor, hazır mısınız: “Zaman nedir?”
Evvelâ, bu satırları içinizden okuduğunuz gibi içinizden düşünüp yine
içinizden cevaplayınız. Sual -söylemiş olduğum gibi- ne kadar basitti, öyle
değil mi? Zamanın ne demek olduğunu kim bilmez ki?
Şimdi oyunumuzun ikinci bölümüne geçelim. Farz ediniz ki, bu fakir
kardeşiniz sizin karşınızda ve size aynı şekilde sual ediyor. Siz de bu suale,
bu kez de konuşarak, zamanın ne olduğunu anlatarak cevap veriyorsunuz.
Gerçekten merak ediyorum, zamanı nasıl anlatır, nasıl tarif ederdiniz?
Efrasiyab’ın sefine-i tayy-i zamanın çizimlerini elime tutuşturduğu o
günden beri, neredeyse her gün ve her gece zamanın ne olduğunu düşünüyor,
anlamaya çalışıyorum. Anlayabildiğim kadarını da siz muhterem okuyucuya
anlatmaya çalışıyorum lâkin gerçek cevabı verebilmiş olmaktan da o kadar
uzaktayım!
Gerçekten de zaman nedir? Bu kadar basit olmasına rağmen anlatması bu denli
zor olabilecek başka bir şey var mıdır, bilemiyorum. Ama bildiğim, bu husustaki
düşüncelerimde -artık- yalnız olmadığımdır.
İşte bu sualin cevabını aramakla meşgul olduğum bir dönemde kendimi Bayezid
Kütüphanesi’nin tozlu lâkin buram buram eski kâğıt kokan rafları arasında
bulmuştum. Bu dünyada benden kırk sene fazla misafir olmuş, cildi harap,
sayfaları yıpranmış bir kitapla boş bir masaya oturmuştum. Elime eski bir kitap
geçtiğinde evvelâ içini açar koklarım, sonra da basım yılına bakarım. Alışkanlık
işte, yine aynısını yapmıştım.
Önümdeki kitap, Aziz Augustinus’un 396 yılında kaleme aldığı “İtiraflar”
kitabının çevirisi idi. Kitabın sonlarına doğru bir sayfanın kenarının
kıvrılmış olduğu dikkatimi çekti ve ilk o sayfayı okumaya karar verdim.
Sahifenin ortalarına geldiğimde okuduklarıma inanamadım. Hislerim harflere
bürünmüş, gözlerimin önünde çağlayan gibi akıyordu:
“Zaman nedir? Bunu kolay ve basit bir dille kim açıklayabilir? Cevabı
anlaşılır bir şekilde vermek için bunu düşüncelerinde bile kim idrak edebilir?
Öte yandan, sıradan gündelik konuşmalarımızda zamandan başka neyi anlatıyoruz?
Zamandan bahsettiğimizde ne söylediğimizi kesinlikle biliriz. Başkasının bu
konudan bahsettiğini duyduğumuzda onun da ne söylediğini anlarız. O hâlde,
zaman nedir? Eğer kimse bana bunu sormazsa, bilirim. Bunu soran bir kişiye
anlatmak istersem, bilemem.”
Bir kez daha ve bir kez daha okudum bu bölümü ve bir kez daha… Her
okuduğumda yalnız olmadığımı idrak ederek biraz daha rahatladım, biraz daha
hafifledim. Şu satırları yazarken dahi bu bölümü okuduğum an’ı yaşıyorum
yeniden ve yüzümdeki tebessümü hissedebiliyorum.
Birkaç sayfa sonraki bölümde de şöyle diyor Aziz Augustinus: “Eğer
gelecek ve geçmiş varsa, yerlerini bilmek istiyorum. Bu cevabı öğrenecek gücüm
olmasa bile, en azından nerede olurlarsa olsunlar, orada gelecek ya da geçmiş
değil, şimdiki zaman şeklinde var olduklarını biliyorum. Çünkü bulundukları
yerde de gelecek zaman olurlarsa, henüz gerçekleşmemiş olacaklar. Şayet
bulundukları yerde geçmiş zaman iseler, yine bulundukları yerde olmayacaklar.”
Aziz Augustinus’u biraz araştırdığımda, diğer filozoflar gibi mizah
duygusundan yoksun olmadığını da gördüm. Kimi kaynaklar Augustinus’un şöyle bir
duası olduğundan bahseder: “Tanrım, bana erdem, iffet ve itidal ihsan et ama
henüz değil.”
Kitabı saatler sonra aldığım rafa koyarken, Augustinus ile karşılaşmış
olsaydık kesinlikle iyi anlaşacağımızı düşünüyordum.
Mercan Yokuşu’ndaki handa Efrasiyab’a zamanın gelmekte mi yoksa gitmekte mi
olduğunu, bizim mi zamanı beklediğimizi yoksa zamanın mı bizi beklediğini sorduğumda
yüzündeki ümit veren gülümsemeyi görmüştüm. Bu konuyu çözebilirsem cevabının
kıyısında dolaştığım muammayı da çözebileceğim hissiyatındayım.
Son bir soru daha sorup kafanızı allak bullak ettikten sonra bu ayki
seyahatimize çıkalım istiyorum dostlar. Hazır mısınız?
Modern bilim bir nesnenin hızını ölçmekte kendisini aşmış durumda, öyle
değil mi? Bir aracın, rüzgârın, fırtınanın, sesin, ışığın, dünyamızın
dönüşünün, hatta dünyamıza doğru yaklaşmakta olan bir meteorun, Güneş Sistemi’nin
Samanyolu galaksisinde ilerlemesinin hatta kâinatın genişlemesinin hızını dahi
ölçebiliyoruz. Her birinin saatte ya da saniyede ne kadar mesafe kat ettiğini bilebiliyoruz.
Peki, zamanın hızı? Zamanın hızı varsa -ki olmalı-, geçmişten geleceğe
doğru akmaktaysa -ki akmakta-, zaman, bir saniyede ne kadar mesafe kat eder?
Siz bunları düşünürken, bendeniz de sefinemizin son kontrollerini yapayım,
yağına, suyuna, yakıtına bakayım…
Muhterem
Dostlar,
Malûmunuz şu
aralar doların yükselişine bağlı olarak akaryakıt fiyatları da aldı başını
gidiyor. Bendeniz de tasarruf yapmak için bu seyahatimizde yakın bir geçmişe ve
yakın bir yere gideyim istedim. Çayların müessesemizin ikramı olduğunu yeniden
hatırlatarak sizleri bu yolculuğa davet etmek isterim efendim.
Kasnaklar
dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv!
Takvimler 18
Nisan 1993’ü gösteriyor, Ankara’dayız. Sinsi bir Nisan yağmuru tatlı tatlı ve
hissettirmeden ıslatıyor kaldırımları, insanları, arabaları, yolları, çatıları.
Bana Ankara’nın rengini soracak olsanız, bir lahza dahi düşünmeden “gri”
derdim. Bugün Ankara her zamankinden daha gri sanki. Öyle kesif bir grilik ki
bu, havayı avuçlasanız o griliği tutabilirsiniz âdeta.
Ankara’da
(ve aslında tüm Türkiye’de) bayraklar yarıya inmiş vaziyette. Kızılay’da işine
yahut okuluna yetişmeye çalışan insanların başları önde, keyifleri kaçık, gülmüyorlar,
konuşmuyorlar. Zira dün Türkiye Cumhuriyeti’nin Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut
Özal Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Bundan beş
sene evvel, 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi olağan genel kongresinde iki
el silah sesi işitilmiş, Turgut Özal, parmağından yaralanarak suikasttan
kurtulmuştu.
Ardından
yeniden çıktığı aynı kürsüden, “Bilhassa belirtmek istiyorum; Allah’ın
verdiği ömrü, onun isteğinden başka alacak yoktur, biz de ona teslim olmuşuzdur”
demişti. Salon alkış sesleriyle inlemişti.
İşte dün,
Allah (cc) verdiği ömrü almıştı Özal kulundan. O günden bugüne dek Özal’ın
ölümünün ardındaki sır perdesi bir türlü aralanabilmiş değil maalesef.
Özal’ın
ölümünün ardından tetkik için alınan kan şişesi sakar (!) bir sağlık görevlisi
tarafından kazara (!) yere düşürülmüş ve kırılmıştı. Alınan saç örnekleri
kayboluvermişti (!) laboratuvardan. Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanının ölüm
nedenini bir türlü tespit edememişti.
Yirmi yıl
sonra, 2 Ekim 2012 tarihinde Turgut Özal’ın mezarı Cumhuriyet Başsavcısı
gözetiminde açılmış, na’şı tetkik edilmesi için Adlî Tıp Kurumu’na götürülmüştü.
Adlî Tıp incelemeleri sonunda yapılan açıklama ise aynen şöyle idi: “Yapılan
incelemeler sonunda Turgut Özal’ın zehirlendiği ya da zehirlenmediği yönünde
kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildir.”
Oysaki o
dönemin Adlî Tıp koridorlarında fısıltı şeklinde Özal’ın zehirlenmiş olduğunun
tespit edildiği konuşuluyordu. Yani Özal’ı zehirleyen el, temiz iş çıkarmıştı.
O kadar ki, o el yirmi yıl sonrasında bile Adlî Tıp Kurumu’nun koridorlarına
kadar uzanabiliyordu.
Takvimleri,
Ankara’da bayrakların yarıya indirildiği günden bir buçuk sene evveline saralım
şimdi de… Moskova halkı, ışıl ışıl ve rengârenk süslenmiş Kızıl Meydan’da
yılbaşı kutlamalarına hazırlanırken, 25 Aralık 1991 günü büyük bir şokla, büyük
bir tarih kırılması ile yüzleşmişti.
Sovyetler
Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi ile birlikte Sovyetler
Birliği dağılmış, birliği teşkil eden cumhuriyetler bağımsızlığını kazanmıştı
ve bu tarihten sonra basılacak haritalar üzerinde Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) diye bir ülke kalmamıştı.
Bağımsızlığını
kazanan ülkelerin kahir-i ekseriyeti Türk devletleri idi. Tarihin ve
coğrafyanın tuğlaları yeniden örülmeye başlanıyordu.
Özal da bir Kızılelma
sevdası ile altı ülkeyi kapsayan on günlük bir seyahate çıkmıştı.
Azerbaycan,
Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ı kapsayan bu
ziyaretlerde ülkeler arasında gümrük birliği, seyahat, turizm ve vize kolaylığı
konularını ihtiva eden önemli anlaşmalar imzalanmıştı.
Bir sonraki
adım, elbette Turan Birliği idi. Bu ne cüretti?!
Özal bu
seyahatten dönüşünden iki gün sonra anî bir şekilde rahatsızlanmış ve 1927’de
başlayan 65 yıllık ömrü 17 Nisan 1993’te Ankara’da son bulmuştu.
Özal’la
birlikte o Kızılelma hayâli, o Turan Birliği mefkûresi de toprağa giriyordu
aslında. Yarıya indirilmiş bayraklara baktıkça Turgut Özal’ın o tombul ve güleç
yüzü gözlerimin önüne geliyor, boğazımda yumruk gibi bir düğüm hissediyorum,
yutkunmakta zorlanıyorum.
Ankara’nın
oldum olası mukassi bulduğum havası, Özal’ın anî vefatı ile enikonu boğucu
gelmeye başlamıştı bana. Ankara’nın rengi gerçekten de gri!
Arkamda o
griliği ve yarıya indirilmiş bayrakları bırakarak ve Turgut Özal’ın ruhuna bir
Fatiha okuyarak, erguvan renkli şehre dönmeye karar veriyorum.
Özal’ı zehirleyen elin bu potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmekte olduğunu görmediğini mi sanıyorsunuz yoksa? Ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik çalkantılara ve 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bir de bu nazarla bakmakta büyük fayda vardır.
Pek Muhterem Kari,
Neredeyse otuz yıl önce Turgut Özal’ın bir hayâli vardı. Bu hayâl için
coğrafî ve tarihî şerait ziyadesiyle müsaitti.
SSCB dağılmış, Türkî cumhuriyetler hürriyetlerine kavuşmuşlardı. Özal,
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak tam da yapması gerekenleri tam da
yapması gereken bir zamanda yapmaya karar vermişti.
Evet, Özal’ın bir hayâli, bir mefkûresi vardı. Lâkin Türkiye’nin ne askerî,
ne siyâsî, ne ekonomik, ne de diplomatik gücü Özal’ın hayâllerini
gerçekleştirmeye yeterli değildi.
Hâl böyle olunca, o “hayâl” de Malabadi Köprüsü şarkısındaki gibi orada
başlamış ve orada bitmişti. Bu hayâl, Özal’ın hayatına mâl olmuştu.
Otuz yıl sonra, o hayâlin gerçeğe dönüşmekte olduğuna şahitlik etmekteyiz,
yeniden Turan Birliği canlanıyor, filizleniyor.
Bir Turan Birliği kurulacaksa, bu birliğin lokomotifi şüphesiz ki Türkiye
olacaktır. Orta Asya’dan Macaristan’a kadar uzanan bu katarın yürüyebilmesi
ancak ve ancak askerî, ekonomik, politik ve diplomatik olarak güçlü bir Türkiye
ile mümkündür. Şükürler olsun ki, Türk Devletleri Teşkilatı, gücünü yeniden
keşfeden, silkinip kendisine gelen, yüz yıllık narkozdan uyanan Türkiye ile
birlikte yeniden sahne alıyor.
Bu birlik, geniş bir coğrafyada birçok denklemi değiştirecek potansiyele
sahiptir ve artık hayâl boyutundan bir gerçeklik hâline tebdil etmektedir.
Bir taraftan Çin’i ve Rusya’yı muhasara eden, diğer taraftan Avrupa’nın
ortasına kadar “bir kısrak başı gibi uzanan” bu birlik bizim!
Şimdilik Türkiye liderliğinde Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan,
Kırgızistan, Türkmenistan ve Macaristan ile sınırlı -görünen- bu teşkilat,
diğer Türkî cumhuriyetlerle birlikte KKTC, Afganistan, Pakistan, Gürcistan, Bosna-Hersek,
Karadağ, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, hatta Ukrayna gibi nice namzet
ülkelerle birlikte olağanüstü bir potansiyel enerjiyi ihtiva etmektedir.
Askerî, ekonomik ve politik zaviyeden bakınca dünyanın ağırlık merkezini
yerinden değiştirecek bir cesametten bahsediyoruz. Enerji kaynaklarının,
yeraltı zenginliklerinin, askerî gücün ve genç nüfusun yanı sıra dünya ticaret
yollarının üzerinde oturacak böylesine jeopolitik bir birliktelik, Turan
Birliği’nden çok daha fazlasına karşılık gelmektedir hâddizatında.
Özal’ı zehirleyen elin bu potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmekte
olduğunu görmediğini mi sanıyorsunuz yoksa? Ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik
çalkantılara ve 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bir de bu nazarla bakmakta
büyük fayda vardır. Bir treni durdurmak için tüm vagonları yakmanıza gerek yok,
lokomotifi durdursanız kâfidir. Bu birliğin dağılması ya da etkisizleştirilmesi
için de Türkiye’yi durdurmak yahut güçsüzleştirmek, yeniden uyutmak yeterli
olacaktır.
El’in oğlu elbette bunun için çalışıyor, çalışacak, kendi gücünü muhafaza
etmek için buna gayret edecek. İşi bu!
Tarihin kırılmakta ve yeniden yazılmakta olduğu bugün için kendimize
sormamız gereken asıl sual şu olmalıdır dostlar: Bizim elimiz bu arada armut mu
toplayacak? Yoksa hep birlikte bu Turan mefkûresini otuz yıl öncesinde olduğu
gibi yeniden toprağa mı gömeceğiz?
Kalınız sağlıcakla efendim...