Hedef: Kızılelma

Bir Turan Birliği kurulacaksa, bu birliğin lokomotifi şüphesiz ki Türkiye olacaktır. Orta Asya’dan Macaristan’a kadar uzanan bu katarın yürüyebilmesi ancak ve ancak askerî, ekonomik, politik ve diplomatik olarak güçlü bir Türkiye ile mümkündür. Şükürler olsun ki, Türk Devletleri Teşkilatı, gücünü yeniden keşfeden, silkinip kendisine gelen, yüz yıllık narkozdan uyanan Türkiye ile birlikte yeniden sahne alıyor.

Yaraları sarılsın,

Türk obası dirilsin,

Çadırımız kurulsun,

Tanrı Türk’e yar olsun,

Turan eller var olsun...

(Yusuf Tuna)

***

PEK Muhterem Kari,

Bu ayki yazımıza başlamazdan evvel sizlerle küçük bir oyun oynamak arzusundayım “zaman” üzerine. Size birkaç satır sonra -belki de önce- zaman hakkında ziyadesiyle basit ve hatta “Bu da mı soru canım?” şeklinde sualle mukabele edebileceğiniz bir sual soracağım. Lâkin bu oyundan keyif alabilmemiz için sualde geçen “zaman” ifadesini yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye gibi zamanı ölçmek için kullandığımız birimler olarak düşünmemeniz mühim.

Düşünmeniz gereken şey akıp gitmekte, hatta siz bu satırları okurken dahi ilerlemekte olan zaman mevhumu olmalı. Sorumuz geliyor, hazır mısınız: “Zaman nedir?”

Evvelâ, bu satırları içinizden okuduğunuz gibi içinizden düşünüp yine içinizden cevaplayınız. Sual -söylemiş olduğum gibi- ne kadar basitti, öyle değil mi? Zamanın ne demek olduğunu kim bilmez ki?

Şimdi oyunumuzun ikinci bölümüne geçelim. Farz ediniz ki, bu fakir kardeşiniz sizin karşınızda ve size aynı şekilde sual ediyor. Siz de bu suale, bu kez de konuşarak, zamanın ne olduğunu anlatarak cevap veriyorsunuz. Gerçekten merak ediyorum, zamanı nasıl anlatır, nasıl tarif ederdiniz?

Efrasiyab’ın sefine-i tayy-i zamanın çizimlerini elime tutuşturduğu o günden beri, neredeyse her gün ve her gece zamanın ne olduğunu düşünüyor, anlamaya çalışıyorum. Anlayabildiğim kadarını da siz muhterem okuyucuya anlatmaya çalışıyorum lâkin gerçek cevabı verebilmiş olmaktan da o kadar uzaktayım!

Gerçekten de zaman nedir? Bu kadar basit olmasına rağmen anlatması bu denli zor olabilecek başka bir şey var mıdır, bilemiyorum. Ama bildiğim, bu husustaki düşüncelerimde -artık- yalnız olmadığımdır.

İşte bu sualin cevabını aramakla meşgul olduğum bir dönemde kendimi Bayezid Kütüphanesi’nin tozlu lâkin buram buram eski kâğıt kokan rafları arasında bulmuştum. Bu dünyada benden kırk sene fazla misafir olmuş, cildi harap, sayfaları yıpranmış bir kitapla boş bir masaya oturmuştum. Elime eski bir kitap geçtiğinde evvelâ içini açar koklarım, sonra da basım yılına bakarım. Alışkanlık işte, yine aynısını yapmıştım.

Önümdeki kitap, Aziz Augustinus’un 396 yılında kaleme aldığı “İtiraflar” kitabının çevirisi idi. Kitabın sonlarına doğru bir sayfanın kenarının kıvrılmış olduğu dikkatimi çekti ve ilk o sayfayı okumaya karar verdim. Sahifenin ortalarına geldiğimde okuduklarıma inanamadım. Hislerim harflere bürünmüş, gözlerimin önünde çağlayan gibi akıyordu:

Zaman nedir? Bunu kolay ve basit bir dille kim açıklayabilir? Cevabı anlaşılır bir şekilde vermek için bunu düşüncelerinde bile kim idrak edebilir? Öte yandan, sıradan gündelik konuşmalarımızda zamandan başka neyi anlatıyoruz? Zamandan bahsettiğimizde ne söylediğimizi kesinlikle biliriz. Başkasının bu konudan bahsettiğini duyduğumuzda onun da ne söylediğini anlarız. O hâlde, zaman nedir? Eğer kimse bana bunu sormazsa, bilirim. Bunu soran bir kişiye anlatmak istersem, bilemem.”

Bir kez daha ve bir kez daha okudum bu bölümü ve bir kez daha… Her okuduğumda yalnız olmadığımı idrak ederek biraz daha rahatladım, biraz daha hafifledim. Şu satırları yazarken dahi bu bölümü okuduğum an’ı yaşıyorum yeniden ve yüzümdeki tebessümü hissedebiliyorum.

Birkaç sayfa sonraki bölümde de şöyle diyor Aziz Augustinus: “Eğer gelecek ve geçmiş varsa, yerlerini bilmek istiyorum. Bu cevabı öğrenecek gücüm olmasa bile, en azından nerede olurlarsa olsunlar, orada gelecek ya da geçmiş değil, şimdiki zaman şeklinde var olduklarını biliyorum. Çünkü bulundukları yerde de gelecek zaman olurlarsa, henüz gerçekleşmemiş olacaklar. Şayet bulundukları yerde geçmiş zaman iseler, yine bulundukları yerde olmayacaklar.”

Aziz Augustinus’u biraz araştırdığımda, diğer filozoflar gibi mizah duygusundan yoksun olmadığını da gördüm. Kimi kaynaklar Augustinus’un şöyle bir duası olduğundan bahseder: “Tanrım, bana erdem, iffet ve itidal ihsan et ama henüz değil.”

Kitabı saatler sonra aldığım rafa koyarken, Augustinus ile karşılaşmış olsaydık kesinlikle iyi anlaşacağımızı düşünüyordum.

Mercan Yokuşu’ndaki handa Efrasiyab’a zamanın gelmekte mi yoksa gitmekte mi olduğunu, bizim mi zamanı beklediğimizi yoksa zamanın mı bizi beklediğini sorduğumda yüzündeki ümit veren gülümsemeyi görmüştüm. Bu konuyu çözebilirsem cevabının kıyısında dolaştığım muammayı da çözebileceğim hissiyatındayım.

Son bir soru daha sorup kafanızı allak bullak ettikten sonra bu ayki seyahatimize çıkalım istiyorum dostlar. Hazır mısınız?

Modern bilim bir nesnenin hızını ölçmekte kendisini aşmış durumda, öyle değil mi? Bir aracın, rüzgârın, fırtınanın, sesin, ışığın, dünyamızın dönüşünün, hatta dünyamıza doğru yaklaşmakta olan bir meteorun, Güneş Sistemi’nin Samanyolu galaksisinde ilerlemesinin hatta kâinatın genişlemesinin hızını dahi ölçebiliyoruz. Her birinin saatte ya da saniyede ne kadar mesafe kat ettiğini bilebiliyoruz.

Peki, zamanın hızı? Zamanın hızı varsa -ki olmalı-, geçmişten geleceğe doğru akmaktaysa -ki akmakta-, zaman, bir saniyede ne kadar mesafe kat eder?

Siz bunları düşünürken, bendeniz de sefinemizin son kontrollerini yapayım, yağına, suyuna, yakıtına bakayım…


Muhterem Dostlar,

Malûmunuz şu aralar doların yükselişine bağlı olarak akaryakıt fiyatları da aldı başını gidiyor. Bendeniz de tasarruf yapmak için bu seyahatimizde yakın bir geçmişe ve yakın bir yere gideyim istedim. Çayların müessesemizin ikramı olduğunu yeniden hatırlatarak sizleri bu yolculuğa davet etmek isterim efendim.

Kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv!

Takvimler 18 Nisan 1993’ü gösteriyor, Ankara’dayız. Sinsi bir Nisan yağmuru tatlı tatlı ve hissettirmeden ıslatıyor kaldırımları, insanları, arabaları, yolları, çatıları. Bana Ankara’nın rengini soracak olsanız, bir lahza dahi düşünmeden “gri” derdim. Bugün Ankara her zamankinden daha gri sanki. Öyle kesif bir grilik ki bu, havayı avuçlasanız o griliği tutabilirsiniz âdeta.

Ankara’da (ve aslında tüm Türkiye’de) bayraklar yarıya inmiş vaziyette. Kızılay’da işine yahut okuluna yetişmeye çalışan insanların başları önde, keyifleri kaçık, gülmüyorlar, konuşmuyorlar. Zira dün Türkiye Cumhuriyeti’nin Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Bundan beş sene evvel, 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi olağan genel kongresinde iki el silah sesi işitilmiş, Turgut Özal, parmağından yaralanarak suikasttan kurtulmuştu.

Ardından yeniden çıktığı aynı kürsüden, “Bilhassa belirtmek istiyorum; Allah’ın verdiği ömrü, onun isteğinden başka alacak yoktur, biz de ona teslim olmuşuzdur” demişti. Salon alkış sesleriyle inlemişti.

İşte dün, Allah (cc) verdiği ömrü almıştı Özal kulundan. O günden bugüne dek Özal’ın ölümünün ardındaki sır perdesi bir türlü aralanabilmiş değil maalesef.

Özal’ın ölümünün ardından tetkik için alınan kan şişesi sakar (!) bir sağlık görevlisi tarafından kazara (!) yere düşürülmüş ve kırılmıştı. Alınan saç örnekleri kayboluvermişti (!) laboratuvardan. Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanının ölüm nedenini bir türlü tespit edememişti.

Yirmi yıl sonra, 2 Ekim 2012 tarihinde Turgut Özal’ın mezarı Cumhuriyet Başsavcısı gözetiminde açılmış, na’şı tetkik edilmesi için Adlî Tıp Kurumu’na götürülmüştü. Adlî Tıp incelemeleri sonunda yapılan açıklama ise aynen şöyle idi: “Yapılan incelemeler sonunda Turgut Özal’ın zehirlendiği ya da zehirlenmediği yönünde kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildir.”

Oysaki o dönemin Adlî Tıp koridorlarında fısıltı şeklinde Özal’ın zehirlenmiş olduğunun tespit edildiği konuşuluyordu. Yani Özal’ı zehirleyen el, temiz iş çıkarmıştı. O kadar ki, o el yirmi yıl sonrasında bile Adlî Tıp Kurumu’nun koridorlarına kadar uzanabiliyordu.

Takvimleri, Ankara’da bayrakların yarıya indirildiği günden bir buçuk sene evveline saralım şimdi de… Moskova halkı, ışıl ışıl ve rengârenk süslenmiş Kızıl Meydan’da yılbaşı kutlamalarına hazırlanırken, 25 Aralık 1991 günü büyük bir şokla, büyük bir tarih kırılması ile yüzleşmişti.

Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi ile birlikte Sovyetler Birliği dağılmış, birliği teşkil eden cumhuriyetler bağımsızlığını kazanmıştı ve bu tarihten sonra basılacak haritalar üzerinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) diye bir ülke kalmamıştı.

Bağımsızlığını kazanan ülkelerin kahir-i ekseriyeti Türk devletleri idi. Tarihin ve coğrafyanın tuğlaları yeniden örülmeye başlanıyordu.

Özal da bir Kızılelma sevdası ile altı ülkeyi kapsayan on günlük bir seyahate çıkmıştı.

Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ı kapsayan bu ziyaretlerde ülkeler arasında gümrük birliği, seyahat, turizm ve vize kolaylığı konularını ihtiva eden önemli anlaşmalar imzalanmıştı.

Bir sonraki adım, elbette Turan Birliği idi. Bu ne cüretti?!

Özal bu seyahatten dönüşünden iki gün sonra anî bir şekilde rahatsızlanmış ve 1927’de başlayan 65 yıllık ömrü 17 Nisan 1993’te Ankara’da son bulmuştu.

Özal’la birlikte o Kızılelma hayâli, o Turan Birliği mefkûresi de toprağa giriyordu aslında. Yarıya indirilmiş bayraklara baktıkça Turgut Özal’ın o tombul ve güleç yüzü gözlerimin önüne geliyor, boğazımda yumruk gibi bir düğüm hissediyorum, yutkunmakta zorlanıyorum.

Ankara’nın oldum olası mukassi bulduğum havası, Özal’ın anî vefatı ile enikonu boğucu gelmeye başlamıştı bana. Ankara’nın rengi gerçekten de gri!

Arkamda o griliği ve yarıya indirilmiş bayrakları bırakarak ve Turgut Özal’ın ruhuna bir Fatiha okuyarak, erguvan renkli şehre dönmeye karar veriyorum.

Özal’ı zehirleyen elin bu potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmekte olduğunu görmediğini mi sanıyorsunuz yoksa? Ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik çalkantılara ve 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bir de bu nazarla bakmakta büyük fayda vardır. 

Pek Muhterem Kari,

Neredeyse otuz yıl önce Turgut Özal’ın bir hayâli vardı. Bu hayâl için coğrafî ve tarihî şerait ziyadesiyle müsaitti.

SSCB dağılmış, Türkî cumhuriyetler hürriyetlerine kavuşmuşlardı. Özal, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak tam da yapması gerekenleri tam da yapması gereken bir zamanda yapmaya karar vermişti.

Evet, Özal’ın bir hayâli, bir mefkûresi vardı. Lâkin Türkiye’nin ne askerî, ne siyâsî, ne ekonomik, ne de diplomatik gücü Özal’ın hayâllerini gerçekleştirmeye yeterli değildi.

Hâl böyle olunca, o “hayâl” de Malabadi Köprüsü şarkısındaki gibi orada başlamış ve orada bitmişti. Bu hayâl, Özal’ın hayatına mâl olmuştu.

Otuz yıl sonra, o hayâlin gerçeğe dönüşmekte olduğuna şahitlik etmekteyiz, yeniden Turan Birliği canlanıyor, filizleniyor.

Bir Turan Birliği kurulacaksa, bu birliğin lokomotifi şüphesiz ki Türkiye olacaktır. Orta Asya’dan Macaristan’a kadar uzanan bu katarın yürüyebilmesi ancak ve ancak askerî, ekonomik, politik ve diplomatik olarak güçlü bir Türkiye ile mümkündür. Şükürler olsun ki, Türk Devletleri Teşkilatı, gücünü yeniden keşfeden, silkinip kendisine gelen, yüz yıllık narkozdan uyanan Türkiye ile birlikte yeniden sahne alıyor.

Bu birlik, geniş bir coğrafyada birçok denklemi değiştirecek potansiyele sahiptir ve artık hayâl boyutundan bir gerçeklik hâline tebdil etmektedir.

Bir taraftan Çin’i ve Rusya’yı muhasara eden, diğer taraftan Avrupa’nın ortasına kadar “bir kısrak başı gibi uzanan” bu birlik bizim!

Şimdilik Türkiye liderliğinde Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Macaristan ile sınırlı -görünen- bu teşkilat, diğer Türkî cumhuriyetlerle birlikte KKTC, Afganistan, Pakistan, Gürcistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, hatta Ukrayna gibi nice namzet ülkelerle birlikte olağanüstü bir potansiyel enerjiyi ihtiva etmektedir.

Askerî, ekonomik ve politik zaviyeden bakınca dünyanın ağırlık merkezini yerinden değiştirecek bir cesametten bahsediyoruz. Enerji kaynaklarının, yeraltı zenginliklerinin, askerî gücün ve genç nüfusun yanı sıra dünya ticaret yollarının üzerinde oturacak böylesine jeopolitik bir birliktelik, Turan Birliği’nden çok daha fazlasına karşılık gelmektedir hâddizatında.

Özal’ı zehirleyen elin bu potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmekte olduğunu görmediğini mi sanıyorsunuz yoksa? Ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik çalkantılara ve 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bir de bu nazarla bakmakta büyük fayda vardır. Bir treni durdurmak için tüm vagonları yakmanıza gerek yok, lokomotifi durdursanız kâfidir. Bu birliğin dağılması ya da etkisizleştirilmesi için de Türkiye’yi durdurmak yahut güçsüzleştirmek, yeniden uyutmak yeterli olacaktır.

El’in oğlu elbette bunun için çalışıyor, çalışacak, kendi gücünü muhafaza etmek için buna gayret edecek. İşi bu!

Tarihin kırılmakta ve yeniden yazılmakta olduğu bugün için kendimize sormamız gereken asıl sual şu olmalıdır dostlar: Bizim elimiz bu arada armut mu toplayacak? Yoksa hep birlikte bu Turan mefkûresini otuz yıl öncesinde olduğu gibi yeniden toprağa mı gömeceğiz?

Kalınız sağlıcakla efendim...