Hazreti Ömer’in Halîfeliğinden ince bir kesit: Kocakarı ile Ömer

Kadın beş on parça yaş diken getirdi. Ömer, dikenleri tutuşturmak için yere yattı, başladı üflemeye. Ocak tütüyor. Ömer üflüyordu. Beyaz sakalı yere değiyordu. Yüzü boncuk boncuk terlemişti. Ocaktan yığın yığın duman yükseliyordu. Sanki önümüzden beyaz bulutlar geçiyor gibiydi. Ömer yaş dikenleri alevlendirmeyi başarmıştı. Ocak yanınca yemek çabucak pişti. Ömer kadına seslendi: “Teyze, bir kabın varsa getir!”

(Bu olayı Hazreti Muhammed’in -sav- amcası Hazreti Abbas anlatmıştır.)

***

KARANLIK ve ayaz bir gecede Halîfe Ömer’i ziyaret etmek için evden çıkmıştım. Yollarda kimseler yoktu, etrafta derin bir sessizlik hâkimdi. Dışarıda benden başka kimse yok sanıyordum. Aradan çok zaman geçmemişti ki, ileriden, karanlığın içinden iri yarı, heybetli bir adam belirdi. Heykel yapılı bu kişinin üzerinde beyaz bir hırka vardı ve koca bir yığın gibi heybetli heybetli geliyordu. O yürüdü, ben yürüdüm, karşılaştık ve selâmlaştık. Ben onu sesinden tanımaya çalışırken o beni tuttu. Bir de baktım ki, Halîfe Ömer’den başkası değil. Sordum: “Ya Ömer! Geç vakitte nereye böyle?”

-Mahalleleri dolaşmaya çıkmıştım. Gel, beraber gezelim…

Halîfe ile birlikte yollarda geziyorduk. Her taraf ıssız ve sessizdi. O saatte gezen, dolaşan, uyanık bir kişiye bile rastlamadık. Ömer, Allah’ın koruyucu gücü gibi yollarda dolaşıyor, kontrol görevini aksatmıyordu. İşte bundan dolayı şehir halkı huzur içinde uyuyordu.

O Ömer ki, gökler kadar yücelmiş alnıyla, bir an sönmeyen bakışlarıyla parlak bir yıldız gibi ufukları aydınlatıyordu. Her evin önünde duruyor, dinliyordu. İçeridekilerin bundan haberi olmuyordu. Hiçbir evi atlamadan, sağlı sollu her kapıyı kontrol ettik. Bir de baktık ki evler bitmiş ve biz Medîne’nin dışına gelmişiz. Geri dönmek üzereyken uzakta bir çadır gördük ve merakla yaklaştık...

Yaşlı bir kadın ocağın başına oturmuş, ocaktaki çömleği karıştırıp duruyordu. Çadırdaki çocuklar, “Acıktık, acıktık” diye ağlıyorlardı. Kadın ise, “Durun yavrularım, şimdi pişecek” diyordu. Fakat nasıl bir yemekse bu, bir türlü pişmiyordu. Çocuklar yeniden ağlamaya başlayınca Ömer selâm verdi ve çadırın içine girdi. Kadın asık bir suratla selâmı aldı. Ömer sordu: “Ey teyze, bu yavrular niçin ağlıyor?”

-İki günden beri karınları aç.

-O hâlde neden yemek koymuyorsun önlerine?

-Yemek mi? Çömleğin içinde yemek mi var sandın? Sadece çakıl taşları ve su var. Kaynayan onlar… Belki susarlar diye çocukları böyle avutuyorum. Başka çârem yok. Çocukları kandırdığım için beni ayıplamayın.

-Peki, senin kocan, oğlun, kardeşin ya da akraban yok mu?

-Hepsi öldü... Kimsem yok.

-Bu küçükler çocukların mı?

-Torunlarım.

-Niçin Halîfe’ye gidip derdini anlatmıyorsun?

-Halîfe’ye, öyle mi? Allah kahretsin onu, yerlerde süründürsün! En kısa zamanda bu dünyada belâsını bulsun!

-Ömer ne yaptı sana teyze? Niçin böyle bedduâ ediyorsun?

-Ben yetim yavrularımı böylesine avuturken Halîfe’nin yatıp uyuması doğru mu? O bizim başımız, biz ona Allah’ın emanetiyiz. Gelip hâlimizi sorsa kötü mü olur?

-Haklısın, yalnız, zavallının işi pek çok, belki gelmeye zaman bulamamıştır. Sen gidip söylemezsen senin hâlini nereden bilsin?

-Bilmeyecekti de niçin başımıza Halîfe olmuş? Böyle bir mazereti kim kabul eder? Lâfa bak! Zavallının işi çokmuş! Neymiş işi, savaş mı? Sen etrafındaki ihtiyaç sahipleriyle ilgilenme, Medîne halkını çıplak bırak, ‘Gazâ, gazâ’ diye git, Mısır’da dolaş, sonra gel, savaşta kazandıklarını paylaş...

Çocukların ağlama sesi arttıkça kadın daha da öfkeleniyordu. Yeniden bedduâ etmeğe başladı: “Benim bu feryatlarım bulutlara çıksın da oradan lânet yıldırımları olarak Ömer’in tepesine insin! Yetimlerin feryatları yağmur duâsına benzemez. O çığlıklar bir yıldırım gibi insanı perişan eder, yok eder.”

Çocuklar hiç susmadan bağrışıyorlardı: “Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver...”

Kadından yine her zamanki cevap: “Susun yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!”

Yeniden söylenmeye başladı: “Gidip de söyleyecekmişim! Ben bu yaştan sonra dilencilik yapamam. Ömer de kimmiş? Ondan daha cömertti benim babam. Ölürüm de minnet etmem sizin Halîfenize!”

Ömer, kadının sözlerinden çok etkilenmişti. Ezik ve bitkin bir sesle konuştu: “Haklısın teyze… Çocukları biraz daha oyala, ben hemen gidip geleceğim.”


Halîfe önde, ben arkada, çıktık çadırdan. İkimiz de perişan hâldeydik. Hele Ömer… Bir suçlu gibiydi, âdeta bitmişti.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yolda başıboş gezen köpekler bize havlıyordu, fakat biz onlara aldırmadan Medîne’nin eğri büğrü sokaklarında hızlı adımlarla yürüyorduk. Doğruca gıda maddelerinin konulduğu bir depoya geldik. Halîfe, kapıyı açıp içeri girdi, ben de arkasından. Hemen bir mum yaktı, bir şeyler arıyordu. Bulmakta zorlanmadı ve bana seslendi: “Şu un çuvalını gördün mü? Onu benim sırtıma yükle. Sen de şu yağ testisini al!”

Depodan çıkıp kapıyı kilitledik. Çuval Halîfe’nin sırtında, yağ testisi bende, geldiğimiz yoldan geri dönüyorduk. Baktım, yol uzun, Halîfe’nin yükü de ağır, bir teklifte bulundum: “Çuvalı biraz da ben götüreyim…” Kabul etmedi. Hem yürüyor, hem de konuşuyordu: “Yorulmayı bırak, ölsem bile bana yardım etme sakın! Bu işin sorumluluğu bana ait. Kadın demin neler söyledi, duymadın mı Abbas? Yarın Allah’ın huzurunda hesap verirken kimse Ömer’in zararlarına ortak olmaz. Madem Halîfelik görevini yüklendim, bütün bunlardan ben sorumluyum. Dicle ırmağının kenarında bir kurt bir koyuna saldırsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.”

Ömer habire konuşuyor, kendini hesaba çekiyordu:

“Bir yaşlı kadın kimsesiz kalır, Ömer sorumlu! Yetim yavrular gözyaşı dökerler, Ömer sorumlu! Yoksulların evi bakımsızlıktan yıkılsa, yine altında Ömer kalır, başkası değil! Dünyada haksız yere bir damla kan dökse biri, o bir damla kan, koca girdap olur, boğar Ömer’i. Kalbi kırılanlar Ömer’e bedduâ ediyorlar. Mateme bürünmüş her yerden Ömer kovuluyor. Mademki Halîfe, Ömer’dir, o hâlde her işten Ömer sorumludur.

İnsanoğlu çok nankör, çok cahil, bunlara Ömer ne yapsın ey Allah’ım? Bu halk, Peygamber’in yaptıklarını benden de bekliyor. Ben O’nun yaptıklarını yapamam ki... Ah Ömer ah! Neden aldın bu yükü sırtına sen?”

Halîfe’yi teselli etmek için şunları söyledim: “Sen bu görevi üstlenmeseydin kim gelip de senden iyi idare edecekti? Kim adaleti sağlamak için bu kadar çalışacaktı? Ey Ömer, sen melek değilsin, zalim bir halîfe de değilsin. Bir insan olarak elinden gelen çabayı harcıyorsun. Bazı insanlar yaptıklarını bilmeyebilir, kıymetini takdir edemeyebilir. Bunlar seni ümitsizliğe düşürmesin. Onlar bilmese bile, gökyüzündeki yıldızlar gecenin karanlığında yük altında inleyen Ömer’i görüyorlar. Allah’ın huzuruna çıktığında, gökteki yıldızlar şu una bulanmış yüzüne şâhitlik edeceklerdir. Yaptığın hiçbir iş boşa gitmez.”

-Yol ne kadar kaldı? Daha çok var mı?

-Geldik sayılır.

Baktım, sırtındaki un çuvalı onu iyice yormuştu. Yürümesi yavaşlamış, nefes nefese kalmıştı. Son bir gayretle çadırın yanına geldi, arkasındaki un çuvalını indirdi. Bana döndü: “Elindekini bırak, çuvalı içeri yerleştirelim.”

Aceleyle çömleğin içini bir güzel temizledi. Çömleğe yağ koydu, sonra un kattı. Baktı ki ocak sönmek üzere, kadına seslendi: “Teyze, yakacak bir şeyler yok mu?”

Kadın beş on parça yaş diken getirdi. Ömer, dikenleri tutuşturmak için yere yattı, başladı üflemeye. Ocak tütüyor. Ömer üflüyordu. Beyaz sakalı yere değiyordu. Yüzü boncuk boncuk terlemişti. Ocaktan yığın yığın duman yükseliyordu. Sanki önümüzden beyaz bulutlar geçiyor gibiydi. Ömer yaş dikenleri alevlendirmeyi başarmıştı. Ocak yanınca yemek çabucak pişti. Ömer kadına seslendi: “Teyze, bir kabın varsa getir!”

-Bu var, biraz büyük amma...

Yemek sıcaktı fakat çocukların bekleyecek hâli kalmamıştı. Ömer, soğutarak bir bir yedirdi çocuklara. Karnı doyan çocuklara bir canlılık ve neşe geldi. Ağlama sesleri, yerini sevinç çığlıklarına bırakmıştı. Hemen kendi aralarında oynamaya başladılar. Onların mutluluğu yaşlı kadını da sevindirmişti. Yüzünde önceki öfke kalmamıştı. Bu görüntü Halîfe Ömer’i o kadar sevindirdi ki âdeta kendinden geçirdi. Bir mutluluk denizinde yüzüyordu sanki. Ona vakti hatırlatmak zorundaydım: “Sabah oluyor, kalkalım mı?”

Çadırdan ayrılırken, Ömer kadına şunları söyledi: “Yarın Halîfe’nin çalıştığı daireye gel, beni bul. Sana yardım etmeye çalışalım…”

Kadın çok memnun olmuştu, öfkeli hâlinden eser kalmamıştı. Çocuklarla vedâlaştıktan sonra oradan hızla uzaklaştık. Kimseye görünmeden doğruca Halîfe’nin evine gittik. Ben gitmek istedim, Ömer bırakmadı. “Şimdi neredeyse güneş doğar, biraz daha kal” dedi.

Güneş doğdu, uyuyan şehir tamamen uyandı. Yeni bir gün başlamıştı. Öğleden sonra yaşlı kadın, Halîfe’nin dairesine çıktı geldi. Ömer kadına yakın ilgi gösterdi: “Teyze, galiba gece uykusuz kaldın. Bundan böyle her ay senin ihtiyaçlarını karşılayacağız. Sıkıntı çekmeyeceksin. Şimdi beni affettin mi?”

Kadın, Ömer’i Halîfe’nin yerinde görünce, gece çadıra gelen kişinin Halîfe olduğunu anlamıştı. Dondu kaldı, bir an ne diyeceğini bilemedi. “Adaletini her zaman böyle devam ettir” dedi. Başı önde, sessizce oradan uzaklaştı...

 

*Mehmed Âkif Ersoy’a ait “Kocakarı ile Ömer” şiiri, Sırrı Er tarafından hikâye hâline getirilmiştir.