Hazreti Mevlâna ve hâddini bilmek

“Kubbe-i Hadra’dan/ Her etek tennuredir/ Her satır bir sûredir/ Her edâ, mânâ demek/ Konya, Mevlâna demek...”

ARİF Nihat Asya’nın belirttiği gibi, Konya’nın her bir gönül bağında Rûmî’den izler vardır. Mânâ çerçevesinde aşkın temsilcisi olan Mevlâna, bu gönül bağına Şems ile Konya’da başlayıp en nadide eserlerini burada yazmıştır. Öncelikle bu değerli şahsiyeti tanıyalım...

Mevlâna’nın asıl adı, Muhammed Celâleddin’dir. Mevlâna ve Rûmî de kendisine sonradan verilen isimlerdir. “Rûmî”, Anadolulu olmayı ifade eder; Mevlâna da “Efendimiz” anlamında olup ona gönül veren erenler tarafından kullanılmış ve zamanla Hazreti Pîr’in sembolü hâline dönüşmüştür.

Mevlâna, 1207 yılında, Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş olup, soy itibariyle Hazreti Hüseyin’e dayanan Seyyid babası, “Bilginlerin Sultanı” unvanına lâyık görülmüş olan Bahaeddin Veled’in oğludur. Annesi, Belh Emîrinin kızı Mümine Hatun’dur. Aile, bazı siyâsî olaylar nedeniyle ve Moğol istilasının da yaklaşmasından dolayı önce Nişabur, sonra da Şam gibi vilâyetlerden geçip sonunda Anadolu’ya göç etmiştir.

Mevlâna daha on yaşlarındayken babasıyla Nişabur’a gittiğinde, Attar ile görüşmüştür. Ferîdüddin Attar, Mevlâna’yı görür görmez dehâsını fark etmiş, babasına da bu durumu şöyle müjdelemiştir: “Çok geçmeyecek, bu senin oğlun, âlemde yüreği yananların yüreklerine ateşler salacaktır.”

Mevlâna, Attar’ı ilk üstadı olarak kabul etmiş, onun kendisine hediye ettiği “Esrarnâme” eserini de yanından hiç ayırmamıştır. Daha sonraki dönemlerde Feridun Attar hakkında şöyle demiştir: “Attar, aşkın yedi şehrini gezdi de biz ancak bir sokağın dönemecindeyiz!”

Aile Nişabur’dan sonra Şam’a uğramış ve Şeyh Muhyiddin-i Arabî ile görüşmüştü. Arabî, babası arkasında yürüyen oğula bakarak, “Subhan Allah! Bir okyanus, bir denizin arkasında gidiyor” diyerek şaşkınlığını ifade etmiştir. Sonradan Konya’ya gelip yerleşen bu mübarek aile, Anadolu topraklarının yegâne temsilcilerinden Mevlâna’nın burada olgunlaşıp ilmini ve irfanını cihan ile paylaşmasına vesile olmuştur.

Gönül dostu Hazreti Şems ile karşılaşması Konya’da olmuş ve bir süre vaaz ve sohbetlerden ayrı düşüp Şems ile tefekkür muhabbetlerine, aşk ile Yaradan’a niyaza devam etmişlerdir.

Hazreti Mevlâna düsturunda sevginin de, ölümün de adı “vuslat”tır. Vuslat, Sevgiliye varınca tamamlanacaktır. Ölüm, En Yüce Sevgiliye varmayı sağlayan bir vesile olarak görülmüş ve ölüm gecesine de “Şeb-i Arus” denilmiştir. Mevlâna düsturunda âşık, mâşukuna ancak ölüm sayesinde kavuşabilir. Aşk teması, Hazreti Pîr’in ele aldığı en önemli konuların başında gelir. “Mesnevî” adlı eserinde de bu konuyla ilgili birçok hikâyeye yer vermiştir.

Öğretisi

Günün birinde Mevlâna’nın kapısına bir genç gelir ve kendisinden daima O’nun müridi olmasını talep eder. O ise birdir, ikidir, ses çıkarmaz. Gel zaman git zaman, genç, dergâhın kapısının yanından ayrılmaz ve ısrarından vazgeçmez. Bir gün Mevlâna dergâhtan içeri girerken yine usulca yaklaşıp, “Efendim, izin verirseniz mürşidiniz olmak isterim” diye niyazda bulunur. Hazreti Mevlâna gence dönüp şu soruyu sorar: “Evlât, bir gönle yandın mı hiç?”

Genç bu soru karşısında şaşırır, “Hayır!” der. Bu cevap üzerine Hazreti Mevlâna, “Bir gönle bile yanmamış bu yürek, Hakk uğruna nasıl yansın da kül olsun?” diye karşılık verir.  

Hazreti Mevlâna öğretisinde hâddi bilmek, önemli bir fazilettir. “Hâddini bilmeli insan! Bin sene de okusam, ‘Ne biliyorsun?’ diye sorsalar, hâddimi bilirim” diyerek bu konudaki düşüncelerine hem sözlerinde, hem de hikâyelerinde yer vermiştir.

Mesnevî’de geçen şu hikâye kayda değerdir:

Bir zamanlar “Ayaz” adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, Ayaz, Sultan Mahmut’un kölesi olmuş. Sultan köleyi, taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş, derken sultandan kazandığı itimat ile bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş. En kıymetli mücevherler ve taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu durumu gören saraylılar ise pek rahatsız olmuş, hasetleri ve kibirleri yüzünden sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerinin çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde sultana gün geçtikçe daha çok şikâyet etmeye başlamışlar. Bir gün sultanın huzurunda bir saraylının şöyle dediği duyulmuş: “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musunuz? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim!”

Sultan kulaklarına inanamamış, “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı, küçük bir bohçaymış. Bohçayı öpmüş, alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkansa, köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise… Aynanın karşısına geçmiş, kendi kendine, “Daha önce bu elbiseyi giydiğin zamanlarda kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş ve eklemiş: “Bir hiçtin sen! Hepsi hepsi, satılacak bir köleydin ve Allah, sultanın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk, insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla bunları, hatırla Ayaz!”

Böylece sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş Ayaz. Hazine dairesinden çıkarken, birden sultanla yüz yüze gelmiş. Sultanın, Ayaz’a bakarken yanaklarından yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki konuşmakta güçlük çekmiş: “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, şimdi kalbimin hazinedarısın. Bana benim de bir hiç olduğumu ve kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiğinin dersini verdin!”  

Yaradan’a aşk yoluyla bağlanmış ve her zaman hâddini bilerek gönül muhabbetlerine devam etmiş olan Mevlâna Hazretleri’nin yolunda bir iz olmak, bizlere de nasip olur inşallah!