HEKİM ve şair Abdülhak Molla’nın yaklaşık iki asır önceden adeta bugünlere seslenen beytini aktararak yazıma başlamak istiyorum: “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh/ Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh.”
“Bütün devletler şu ibretlik söze uyarak zafer ve selâmete ererler. Eğer barış ve huzur istiyorsan, her daim savaşa hazır olmalısın” diyor. Gerçekten de çok doğru ve dikkate alınması gereken bir beyit.
Kadim tarihimiz bunun misalleri ile dolu. Yine de en yakın tarihte Rusya-Ukrayna Savaşı da gösterdi ki, her zaman güçlü olmak zorundayız. Riyakâr Batı, Ukrayna’yı kışkırttı ancak hava savunma sistemlerini ve uzun menzilli füzelerini vermedi. Dünyanın gözü önünde Ukraynalıları yem olarak Rusya’ya sundu. Elan devam eden İsrail işgali, Filistin’deki katliam ve soykırımın serencamıyla yüreklere kor ateşin düştüğü izanın ötesinde bir durumun ifadesidir. Bu yazıda kabiliyetimiz ölçüsünce, yine Kur’ân’a sığınarak savaşın ne olduğu, Müslümanların nasıl davranması gerektiğine ışık tutalım ve “Hemen savaşa girelim, niye İsrail’e vurmuyoruz?” diyen yerli kartondan kahramanlara bir hülâsa sunalım. İçimizdeki ABD, Batı ve Tel Aviv hayranlarına lafımız yoktur(!).
İslâm’a göre savaş, yayılmacılık güdüsüyle çıkar sağlama ve sömürme amacına değil, dine ve inananlara yönelik düşmanca girişimleri bertaraf etme, barış için gerekli ortamın oluşmasını sağlama, bu ortamı bozanlara engel olma, gerekirse cezalandırma ve sonuçta temel hak ve özgürlükleri güvence altına alma amacına yöneliktir (Enfâl, 39, 47, 56-57, 61; Kasas, 83).
Savaş, milletlerarası münasebetlerde krizlere yol açan anlaşmazlıkların diplomatik girişimler, arabuluculuk ve tahkim başta olmak üzere barışçıl yollar veya misilleme, abluka, ekonomik ambargo gibi yaptırımlarla giderilememesi durumunda söz konusu olan en şiddetli ilişki biçimidir.
Modern devletler hukuk doktrinine göre “tarafların çıkarları doğrultusunda birbirlerine isteklerini zorla kabul ettirmek amacıyla ve devletler hukukunca öngörülmüş kurallar çerçevesinde iki veya daha fazla devlet arasında yapılan silâhlı mücadele” şeklinde tanımlanan savaşın İslâm geleneği ve hukuku söz konusu edildiğinde daha farklı bir zemine sahip olduğu görülmektedir. Gerek tarihsel, gerek modern bakış açılarına göre başka yollarla elde edilemeyen siyâsî, iktisadî ve askerî hedefleri kuvvet zoruyla gerçekleştirme yönündeki savaş anlayışlarına karşılık fakihler, savaşı “İslâm ülkesinin ve Müslümanların güvenliğini tehdit eden ve Cenab-ı Hakk’ın bütün insanlığın mutlak yararını gerçekleştirmek üzere gönderdiği son dinin insanlara ulaşmasını engelleyen güçlerle mücadele etmenin ve bu uğurda bütün çabayı göstermenin nihaî çaresi” olarak algılamışlardır.
Hedef ve mahiyet bakımından diğer savaş tariflerinden çok farklı olması sebebiyle İslâm hukukçuları, Arap dilinde silahlı çatışmayı ifade eden diğer kelimeler yerine daha çok “cihad” terimini kullanmışlar ve bunu öbür savaşların istilâ, ömürü, baskı ve zulüm gibi olumsuz amaçlarından ayırmak için “Allah yolunda ve uğrunda” (Fî Sebîlillah) nitelemesiyle birlikte ifade etmişlerdir.
“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.” (Enfâl, 60)
İslam’a göre savaşa hazırlanmanın amacı, haksız, zalim ve saldırgan güçlerin zararlarını engellemektir. Bu da düşmandan daha güçlü olmakla mümkündür.
(Devam edecek…)