GEÇMİŞ yıllarda Kurban Bayramı’nda mahallemizde iki intihar olayı yaşanmıştı. İki aklı başında genç
insan, hayatlarına son vermişlerdi. Bunlardan biri devlet memuru, diğeri
mahallenin muhtarıydı. Hemen söyleyeyim; muhtar olan kadındı, diğeri erkek...
Her ikisinin de psikolojik sıkıntılar nedeniyle ilaç kullandığına dair
söylentiler sarf edildi sokak aralarında. Bildiğimiz bundan ibaret. Keşke böyle
değil de takdir edilen ömür sonunda, takdir edilen ecelle değiştirselerdi
dünyalarını.
Geçelim asıl
konumuza... “Kurban Bayramı” dedik ya, bu Kurban Bayramı'nda da biz
evimizdeydik; fakat yakınlarımızın ve çevremizdeki insanların epey bir kısmı,
şehri terk edip tatil beldelerine inmişlerdi. Nice zamandan beri toplum
yakınıyor “Bayramlar ‘bayram’ olmaktan çıktı ve diğer tatil günlerinden
herhangisine dönüştü” diye. Doğru bir tespit! Gerçekten de insanlar, eski
bayramların “bayram tadı”nı yaşayamıyor; yeni tatillerin “tatil tadı”, onları
daha çok cezbediyor. Tabiî devletin de bunu teşvik ettiği ve dört günlük
bayramı -allem kulem ederek- bir şekilde dokuz günlük tatile bağladığı
görülüyor. Ekonomik olarak piyasanın canlanması lazımmış...
Turizmin
canlanması şart! Bu bağlamda ekonominin turistik ayağının derlenip toparlanması
hususunda bayramı tatile dönüştürmek kolay ve kestirme bir yol olarak
görülüyor. Herkes istikbâle kendi penceresinden bakınca, bayramların tatile
dönüşmesi noktasında teşvik edici kararları almaktan ya da alınan kararları
desteklemekten geri durulmuyor. Çünkü ortada pragmatik bir durum söz konusu. Bu
husustan rahatsız olan, sadece dindar kesim ve bir de bayramları eski “bayram tadı”nda
yaşamak isteyen gelenekçi toplum yapımız.
Efendim, konu
buraya gelmişken, kendi çocukluğumuza dair bir iki cümle etmeden geçememeliyiz
diye düşünüyorum. Zira biz de anılarla avunacak yaşa ermiş durumdayız
nihayette.
Ah
hatıralarımız, ahh! Doğduğumuz köyde bayramlar, başta “beyaz mintan” olmak
üzere bir iki parça yeni elbise; konu komşu ve akrabay-ı taallûkatla bir araya
gelip o günün şartları içerisinde mükellef sayılabilecek bir yer sofra
etrafında sevginin doruk yaptığı konuşmalar yapmak olarak kalmış aklımızda.
Ancak yine de biz çocukların bayram keyfi, kız erkek ayrımı yapmadan,
ellerimize kilim nakışlı kınalar yaktırmaktı. Bunun yanı sıra, bayram namazının
sonu ile birlikte sokağa çıkıp ev ev dolaşmak, büyüklerin ellerinden öpmek ve
ödül olarak şeker toplamaktı. Bir de yüksek damlı ahır ve samanlıklara kurulan
salıncaklar vardı bayram hatıralarımızda. Bayram günlerinin tüm “hazzı” bunlardan
ibaretti. Ve biz bu “hazzı” yaşayarak büyümenin tadını hâlâ unutmuş değiliz.
Dün gibi aklımızda…
Bizim köyde
geçen yalınkat çocukluğumuzla şimdiki zaman miniklerinin çok katlı çocukluğunu
karşılaştırınca insan bir hoş oluyor. Mahcubiyetle eziyet arasında bir ikilemde
gidip geliyor insan. Bizim çocukluğumuzun bayram “hazzı” anlamında başat
yaptığımız eylem olarak “şeker toplamak” kalmadı artık bayramlarda. Şimdilerde,
yılda iki kere kurulan “ilkel ve çok kişilik salıncaklar”ın tadı da yok. Zira
her mahalle, salıncak zengini parklarla bezenmiş durumda. Hem de “tek” kişilik…
Yani buradan hareketle, bizim çocukluğumuzda bayramlardan aldığımız “hazzı”
şimdikinin çocuğunun aynı saiklerle almasının imkânı yok. Zaten artık şeker
toplayan çocuklar da tarihe karıştı. Bizim zamanımızda bir “kırmızı kuşaklı
Konya şekeri”, bir de köy jargonuyla “cıncık şeker” adını verdiğimiz bildik
akide şekeri vardı; üstelik kâğıtsız, kalemsiz, yani ambalajı olmayan, köy
bakkaliyelerinde, tahta kasalar içerisinde satılan, üstü açık, bu sebeple
sineklerin birinin inip birinin kalktığı iki basit tat… Ya şimdi öyle mi? Her
mahallede birkaç tanesi bulunan “Avrupaî market reyonları”nda yüzlerce
şeker-şekerleme ve benzeri tatlı mı tatlı meta çocukları cezbediyor.
Bu arada,
albenisi ekranlardan fışkıran televizyondaki “damak tadı” reklamlarını
söylemeye gerek duymuyorum. Buradan hareketle, bizim “ikitek” şekerden
aldığımız bayram tadı, belki iki yüz katıyla çocukların her gününde mevcut zaten.
Bu durumda çocuklar için salıncaklar ve şekerler, şekerlemeler üzerine bir
bayram kurmanın hiçbir anlamı kalmamış durumda.
Yukarıda
büyükler için söylediğimiz “bayram fotoğrafı”na da bakalım diyorum…
Ne demiştik?
Onlar için de “bayram” demek, bir iki parça yeni kıyafet ve akrabaların bir
araya gelmesiyle kişi ve yemek aritmetiği anlamında zenginleştirilmiş bir sofra
etrafındaki sevgi dolu bayram sohbeti… Hepsi bundan ibaret! Burada bir süre
durup soralım istiyorum: Geçmiş bayramlarda büyüklerin iki zevkinden biri olan
bir iki parça yeni kıyafet, günümüzde bir anlam ifade ediyor mu? Bunca tekstil
bolluğu ve model model elbise zenginliğinde, ağzına kadar doldurulmuş gardrop
bereketinde bir “beyaz mintan”, bir basit pantolon ve bir çift modası çoktan
geçmiş iskarpinin ne anlamı var ki? Hiç!
Bunun misâli,
bir zamanların biraz zenginleştirilmiş sofralarının çok daha zenginleştirilmiş
biçimi, her akşam, bugünün evlerinde büyükleri beklemekte. Akrabaların bir
araya gelerek sevgi cümleleriyle örülü sohbetler yapmasının imkânı da kalmamış
durumda. Çünkü buna ihtiyaç yok. İnternet ve internetin interaktif kolaylığı
içerisinde her ânın paylaşıldığı platformlar ve de televizyonlar, insanlarla
yeterli şekilde sohbet ediyor zaten. İsteyen için her konuyu radyo ve download edilen
işler üzerinden dinleme imkânı var renkli ve minnacık kulaklıklarla akıllı
telefonlardan. Bu bağlamda büyükler açısından eski bayramların “hazları”nı
bugünün insanına tavsiye etmenin akıl kârı bir şey sayılamayacağı
kanaatindeyiz. Bu, varlık içerisinde yokluğu önermek gibi bir şey olur ve
hiçbir mânâ ifade etmez.
Yukarıdan beri
söylediğimiz fikrin özeti, eski bir sözde saklı aslında: “Deliye her gün
bayram!”
Yani bizim
eski bayramlarda çocuk ve yetişkin olarak bayramımızı süsleyen “hazlar”ın katbekat
fazlası, bugünün insanının her gününü doldura doldura gidiyor. Bu durumda
günümüz insanına “Evinde otur ve ağız tadıyla eski bayramları yaşa!” demek, zulümden
başka bir şey olmaz herhâlde. Eğer bayram hayattan haz almaksa, insanlar her
gün onun enflasyonunu yaşamakta zaten.
Günümüzde haz
ve “haz enflasyonu”nun tavan yaptığı bir hayat içerisinde, insanın, eski
bayramların güdük “hazlar”ıyla yetinmeleri mümkün mü? Tabiî ki hayır! O hâlde
insan için iki yol kalmakta: Bunlar da, ya bayramı hayatlarından çıkarıp
atmaları ya da bayram günleri için daha ileride “hazlar” ve “tatlar” bulup
çıkmaları şeklinde belirlenebilir. İnsanların hayatlarından bayramı çıkarıp
atmaları mümkün olmadığına göre, geriye aynı günlerde başka hazlar bulup
çıkarmak kalmakta. Aradıklarını da şimdilik tatilde bulmakta insanlar. Daha çok
haz ve daha fazla tat için...
Burada,
yazının gündemine bir soru düşmekte: Ya bir süre sonra tatilin “hazzı” da
sıradan “hazlar” gibi bir dereceye düşerse ne olacak? İşte problem bu!
Saray sofrası
mübarek!
Efendim, sözün
burasında, sofraların güzelliği olan yiyecekler ve yemekler üzerine de söz
etmek gerekiyor. Ancak bu söze de kendi çocukluğumuzdan ve gençliğimizden haber
vererek başlayalım.
Bir köy insanı
olarak fakir, bir çiftçi ailenin sıradan hayatını yaşayageldi. O sıradan
hayatın mutfaklarına kurulan yuvarlak yer sofralarında, “Göz kamaştıran”
demeyeceğim ama alt ölçüde bir zenginlikten söz etmenin imkânı yoktu. Ve biz,
öğünlerini gün aşırı bulgur pilavıyla geçiren bir aileydik. Bulgur pilavı
yemediğimiz öğünlerde de yoğurt, pekmez ve lahana turşusu süslerdi soframızı. İstisnasız
her sabah içtiğimiz ise tarhana ya da unlu mercimek çorbasıydı.
Bütün bunlara
rağmen kendimizi zengin sayar, yoksul soframızdan mükellef bir “haz ve tat”
alırdık. Ya bugünün sofraları? Bizim köydeki yoksul sofralarımıza ne kadar
benziyor bu yeni sofralar? Hemen hemen hiç! Sadece günümüz kahvaltı sofralarından
haber vermem gerekirse, bir öğünde sofra üzerine konan tabaklar, bizim
geçmişimizde bir haftalık kahvaltımızı idare etmeye yeter de artardı bile... Buna
rağmen biz, yoksul sofralarımızdaki tek tabak içindeki çökelek ve “gevrek yufka
ekmeğin” “tat ve haz”zını yaşadığımız dolulukta bir kahvaltıya şahit
olamamaktayız sabah sofralarımızda. Doğrusu, şimdiki sofralarımıza bakıyoruz da
şöyle, Osmanlı padişahlarının sofraları, bizim şimdilerde sıradan bulduğumuz
sofralarımız kadar bile zengin değillerdi. O koca Fatih ve mevkidaşları var ya,
-en basitinden- ne domates salatası yedi, ne de patates kızartması. Kivi,
avokado ve benzeri meyveleri, “Lavaşkiri” cinsinden Hollanda/Fransız
peynirlerini, İsviçre çikolatalarının en basitini dahi görmediler.
Padişah
saraylarının sofralarının ayarını fersah fersah geçen şimdiki sofralardaki
kahvaltılardan alınan hazzın, çocukluğumuzda yediğimiz bir lenger bulgur
pilavından aldığımız hazzın gerisinde kaldığını da itiraf etmeliyiz bu arada.
Ve bununla birlikte, günümüz sofralarından alınan bu “zirve haz”zın çağdaş
insan tarafından yeterli bulunduğunu da söylemek abesle iştigal olur. Evet, şu
anki insanın damarlarında sırf aroma aktığı hâlde, o, bunca “hazzı” az
bulmakta! Ve onun “hayat mücadelesi” dediği şey, “zirve haz”zın kurtluğundan
başka bir şey değil. Evet, o, aç bir kurt misâli “yeni tatlar ve yeni hazların”
peşinde lokanta lokanta gezmekte!
Peki, bu
gezilerde keşfedilen “7 millet ve 70 vilayet”e ait olan ve bin yıllardan beri
onlara yetmiş de artmış olan söz konusu “haz israfı” yetiyor mu günümüz insanına?
Tabiî ki hayır! Hâlâ ölçüsüz bir ihtiyaç bulunmakta yeni tat ve lezzetlere.
Zaten bu ihtiyaçtan dolayı televizyonlar, gün boyu yemek tarifleri vermekle
meşgûller.
Burada “yeni nesil diyet ve beslenme uzmanları”na da iki çift lafla dokunmak lazım.
Bir şeyin adının konulmuş olması, ona olan ihtiyacı arttırdığı gibi, onun arayışını da hızlandırıyor. İşte bu hızlandırmadır ki, sözünü ettiğimiz ilişkiyi artık bir üreme ameliyesi değil, bir “haz alma devinimi” hâline getiriyor. Bundan sonraki ihtiyaç belli: Ne yapılmalı ki daha çok haz alınsın?
Malûm, her
televizyon kanalının bir beslenme uzmanı bulunuyor neredeyse ve bu uzmanlar,
ağız birliği etmişçesine günde üç öğün geleneksel yemeğin arasında birer “ara öğün”den
söz etmekteler. Buna göre gün içindeki öğün sayısı neredeyse beşe, altıya,
yediye uzanıyor. Daha dün tarlada çalışan bizleri iki veya üç öğünlük yemek
kurtarırken, bugünün masa başında oturan insanlarına beş, altı, yedi öğün
yetmiyor, masanın çekmecesinde atıştırmalık “bir şeyler” öneriliyor. Gerçekten
yetmiyor mu günümüz insanına bunca yemek? Eğer yetmiş olsaydı, ortalıkta bunca
beslenme ve zayıflama uzmanı kadrosu oluşmazdı.
Aslında komik
bir dilemma olan “beslenme” ve “zayıflama” uzmanlarının ortaklaşa çalıştığı bu
hayatta bir taraftan yediren, öte taraftan zayıflatmaya çalışan bir ikilem
yaşamakta insanlık. Peki neden? Bu sorunun tek cevabı var: Yemek yemeyi bir yaşam
biçimi hâline getirmek ve yenilen yemeklerden daha çok haz almak, “lezzet
oburu” hâline gelmiş olan damakları daha çok tatlandırmak…
Peki, bunca hazzın
kaynağı olan sayısız yemek tarifleri, sayısız aromalar, sayısız çeşniler modern
insana yetiyor mu? Ne yazık ki bu sorunun cevabı da tek: “Hayır, yetmiyor!”
Zira insan, ivme hâlinde yükselen yeme isteği ile bir haz canavarına dönüşmüş
durumda. Daha çok “haz arayışı ve keşfi” için insan, gün içinde tükettiği yemek
sayısını çoğaltıyor, çeşnisini arttırıyor, yeme zamanını genişletiyor ama yine
de hiçbiri yetmiyor. Bütün bunlar, hazzının peşinde koşan insanı sonunda obez
yapıyor. İşte akıllı insanın o noktada durması gerekmekte; zira bu agresif
oburluk sonunda hâddinden fazla büyüyen vücudu, insana “hastalık koleksiyonu”
olarak dönüyor. E burada dursa bari…
Ancak insan,
hâlâ hazzının peşinde, delirmiş gibi yemeye devam ediyor ve bu arada, zayıflama
uzmanı ile sağlık uzmanının kapısını çalıyor, yalvarıyor: “Beni zayıflat!” Ve şimdi
artık o insanın derdi zayıflamak ve sağlıklı yaşamak değil; yeniden başa dönüp hazzının
peşinde koşmak. Kısacası günümüz insanı, “Daha çok yiyeyim, daha çok içeyim,
daha çok haz alayım ancak ne şişmanlayayım, ne de hastalanayım!” çabasında.
Yani hedef, her halükârda daha çok haz!
Ya bir süre
sonra, yemenin “Hazzı” daha da artar lakin hazzın kaynakları tükenir; “Yeni
Haz”lar alma kolaylığı sonlanır ve yeryüzündeki mevcut “Haz ve Tat birikimi”
nihayete ererse ne olacak? İşte, problem bu…
Çalışmadığından
değil, gırgırına…
Bu bölümde
“teknolojik hazlar”dan söz edelim istiyoruz. Acaba hayatınıza son yirmi otuz
yılda girip çıkan elektronik malzemenin adedini hiç merak ettiniz mi? Yani evinizde
kaç buzdolabı kullandınız, kaç televizyon eskittiniz, kaç çamaşır makinesini
ıskartaya çıkardınız? Kaç defa bilgisayarınız oldu, kaç defa araba alıp sattınız?
Kaç telefonunuz oldu? Ve en önemlisi, kaç akıllı cep telefonu kullandınız?
Saymakla bitmiyor, değil mi?
Gelin, konuyu “cep
telefonu” üzerinden yürütelim isterseniz…
Hayatımıza
90’ların başında girmiş olan cep telefonu, neredeyse yirmi beş yaşını geçmiş
durumda. Peki, kullandığımız ilk cep telefonunu hatırlıyor muyuz? Hadi araştırın
“ilk cep sevgili”nizi! Emin olun, evimizin bir yerinde duruyor olmalı! Üstelik
pil takarsak çalıştırabileceğimiz, kullanılabilir, antika bir cihaz durumunda…
Yani ilk telefonumuzu bozulmadan, eskimeden, kırılmadan bir kenara atmışız ne
yazık ki! Borç harç yaparak yeni bir telefon almış, ancak onda da karar kılmış
değiliz.
Bu minvâl cep
değiştirmeler zamanla öyle bir ivme kazanmış ki her yıl bir telefon, ihtiyaç hâline
gelmiş. Ve ne gariptir ki, kullanıp attığımız telefonların tamamı çalışır
durumda, değil mi? Madem çalışır durumdaydı, o hâlde niye kullanmaya devam
etmedik ve bir kenara attık? Hemen söyleyelim: Yenisini almak için!
Üretici
firmalar model değiştirdiklerinde, ilk işimiz, yeni model telefona koşmak oldu.
Peki, paramızın çokluğundan mı? Bir önceki modelin ihtiyacımızı
karşılamadığından mı? Hayır, hayır, hayır! “Teknolojik haz” için… Her modelde
artan bir ölçüyle elektronik ve dijital aletlerin verdiği “haz ve tadı” bir
ileriki noktaya taşımak için…
Peki, daha ileri
bir noktaya ulaşan insanın “Bu kadarı bana yeter” demesi mümkün mü? Bu sorunun
cevabı da “Hayır, yetmez!” olacaktır elbette. Çünkü insan, bir “haz ivmesi”
içerisinde mahpus ve giderek artan bir süratle yol almakta “haz bulvarı”nda.
Onun işletim programı iki “bit” üzerinden çalışmakta: “Haz, daha çok haz! Haz,
daha çok haz!” Bu işleyiş için de yeni yeni cihazlar gerekli. İnsanlık,
önlenemez bir şekilde “teknoloji hazzı”nın peşine düşmüş ve dünyayı bir
elektronik ve dijital cihazlar mezarlığına döndürmüş durumda. Tabiî ki bu
arzunun sonu yok. Çünkü zavallı insanlar, bir “haz medeniyeti”nin mensupları
değil, “mahkûmları” durumundalar!
Söz konusu
medeniyet, insanın hazlarını besledikçe, önlenemez bir şekilde o insanın
ihtiyacı artmakta. Peki, nereye kadar? Bunun bir sonu yok mu? Bir süre sonra
tüketmenin “hazzı” daha da artar, lâkin hazzın kaynakları tükenir, bilim
yavaşlar, teknolojik buluşlar sınıra dayanırsa ne olacak? Daha da vahimi,
teknolojik cihazların insana verdiği hazların tatmin ediciliği sonlanır, bu
pahalı oyuncakların verdiği “haz ve tat” nihayete erer veyahut teknoloji, insanın
“haz ihtiyacı”na cevap veremez noktaya ulaşırsa ne olacak? İşte problem bu!
Cengiz Han ile
Batı arasındaki tarihî haz karakteri: Zulümden kısırlığa giden basiretsizlik
Efendim, şimdi
geçelim asıl büyük meseleye, “hazzın doruğu”na!
Biliyorsunuz
fakir, makalelerinde “dün, bugün, yarın” şifresini kullanmayı çok seven biri.
Mutlaka yazılarımızın temelini götürüp tarihin bir yerine dayandırmaktayız. Bu
da “bizim hazzımız” olsa gerek, hoş görün! O hâlde bu yazımızda da geleneksel
harcımızdan mahrum etmeyelim kendimizi ve biraz tarih yapalım…
Bu makalede
konumuz “Cengiz”… 12 ve 13. yüzyıllarda kurduğu imparatorlukla neredeyse
dünyanın tamamına yakınını ele geçirmiş olan bir adamdan söz ediyoruz asıl
adıyla “Timuçin” (Demirci) derken...
Burada insanın
sorası geliyor Demirci Cengiz’e: “Neyine yetmedi be Cengiz Han koskoca
Moğolistan stepleri de dünyayı fethe çıktın? Oysa bugün bile üç milyonluk bir
Moğol ülkesinden söz ediyoruz “Moğolistan” derken… Ve bugün dahi Cengiz’in atayurdu
ilân edilmiş o topraklarda, kilometrekare başına neredeyse “hiç adam” düşmekte.
Yarın 800 yıl öncesinin Moğollarını ve Moğolistan'ını düşünün, “yok”
mesabesinde! Yani “Cengiz Han'ın ulusunun o zamanki nüfusu, birkaç 10 binin
ötesine geçmiyordu” dense yalan olmaz. Bunca yani… Ve buna rağmen, zamanında o
Cengiz Han tüm dünyaya göz dikmişti. Bunun için de komşu Türklerden ödünç
aldığı yüz binlik orduları harekete geçirmiş, önüne çıkan tüm ülkelerin
üzerinden buldozer gibi geçmiş, oluk oluk kan dökmüş, yüz binlerce insanın
canına mâl olan savaşlara sebeb olmuştu. Anlaşılan o ki, “Cengiz'in haz anlayışı”
da böyle işliyor ve Moğol Hanı, böyle işlerde buluyordu kafasını.
Lâkin bu dosyada, Cengiz'in “kan hazzı”ndan beslenen kişiliğini analiz etmek niyetinde değiliz. Bir başka özelliğinden söz edeceğiz. Konumuz, “Cengiz'in cima düşkünlüğü”… Yani insanoğlu için dünyadaki hazzın da doruğundan, -ayıp olmazsa tam tarifiyle yazalım istiyoruz- “orgazm”dan bahsedeceğiz.
Günümüzde
tarihçiler ve antropologlar, ilginç bir Cengiz tarifi vermekteler bize.
Tarihçilere göre “genç” sayılabilecek bir yaşta hayatını kaybetmiş olan Cengiz,
“aşırı cima”dan ölmüştü. Tarihçilerin bu görüşünün doğruluğunu bize
antropologlar haber vermekteler. Onlara göre, bugün yeryüzünde en fazla akraba
sahibi olan bir adam olarak biliniyor Cengiz. Uzmanların dediklerine göre,
yeryüzünde 19 milyon tane Cengiz akrabası bulunmakta her milletten her
coğrafyada. Bu mümkün mü? Hâddizatında, Cengiz'in cima düşkünlüğü ve ona bağlı
olarak kan akrabası bolluğunu kanıtlayan bir kayıt var özel hayatında. Bu
noktada, ünlü “Cengiz Yasa(k)ları”na işaret ediyoruz “kanıt” demekle!
Bir nevi
Türk-Moğol Devleti'nin anayasası sayılabilecek olan Cengiz Yasaları, tarihte
sözü geçen birkaç “kanun adamı”ndan biri olarak getiriyor Moğol Hanı’nı
önümüze. Yani barbar bir toplumun hakanı olmasına rağmen, Cengiz, Hammurabi,
Fatih veya Oğuz Han gibi uluslar ve zaman üstü bir kanun vazedicisi… Bu nedenle
Cengiz'in ünlü yasaları, kendi döneminin dışında yüzlerce sene geçerli olmuş
bir hukuk değilse bile “kanun belgesi”. Neredeyse yüz yıl öncesine kadar
Asya'da meri olan gayrıresmî kanun dizisi, Moğol Hakanı’na aitti. Ta böylesine
önemliydi yani!
Ancak bu dosyamızda
Cengiz Yasaları’nın ayrıntısına girmeyeceğiz. Sadece bir maddesini alıp
yazımızın muhtevasında kullanmak istiyoruz.
Diyor ki
Cengiz, “Yasa(k)ları”nda, “Ülkemde gelinlik yaşına ulaşmış olan tüm kızların
önce hana, yani bana takdim edilmesini zorunlu kılıyorum. Yani bana
gösterilmeden tebaamın kızlarının evlendirmelerini yasak kıldım!” İşte bu madde
nedeniyle Cengiz’in ülkesinde gelinlik yaşa ermiş olan tüm kızlar, yılda bir
kere Cengiz'in huzuruna getiriliyorlardı. Ve Cengiz, o bakirelerin içinden
seçebildiği kadarını seçip ayırıyordu. Hanın sınavını geçemeyen kızlar ise
babaları tarafından alınıp götürülüyor ve üzerlerinden evlendirme yasağı
kalkmış olduğu için babaları eliyle istenilen kişiyle başgöz edebiliyorlardı.
Cengiz'in
seçtiği kızlar ise -ki sayıları belki binlere ulaşıyordu- bir seçime daha tâbi
tutuluyor ve Cengiz, ilk celsede onların içerisinden kendi payını ayırıyordu. Meselâ
Han’ın kendi payına ayırdığı kız sayısı, “her güne bir kız” şeklindeydi; belki
de daha çok… Geri kalan bakireler ise Cengiz'in sülâlesinden gelen
noyanlar/prensler arasında (unvana göre ve yukarıdan aşağıya doğru)
paylaşılıyordu. Bu bağlamda her gün bir bakire ile yatıp kalkan Cengiz’in asıl hazzının
ülkeleri fethetmek ve kan dökmek değil, “orgazm hazzı” olduğunu söylüyor
tarihçiler. Ve buradan hareketle diyorlar ki, “Cengiz, cima aşırılığından öldü!”.
Peki, hazzının
peşinde koşan ve bu uğurda yüzyıllarca coğrafyada cari olan kanunnameler ve
yasaklar çıkarmış olan bu adam, aynı “hazzı”, her gece koynuna aldığı bakire
kızların ve ondan sonra da hayatında var olan kadınlarının yaşamasına fırsat
veriyor muydu? Bu sorunun cevabı kesin ve tek olsa gerek: “Hayır!” Yani “Hanlar
Hanı”nın bir gecesini süsleyen bakire kızın, o geceki acılar içerisinde hak
ettiği “hazza” ulaşmasının imkânı yoktu zaten. Ve o bakirenin, Cengiz'in
hayatında -hayatı derken, yatak odasını kastediyoruz- daha sonra bir yer
tuttuğunu söylemek de mümkün olmasa gerek. Bugün 19 milyon akrabaya ulaşmış
olan Cengiz’in hayatına giren kadınlara, ilk gecenin arkasından doğurdukları
çocukları yetiştirmek düştü. Onlar, hayatlarının sonuna kadar kendi çadırlarında
oturdular ve Cengiz'in vârisci saymadığı, ikinci dereceden prens olan
çocuklarıyla meşgûl oldular zaten. Onlara düşen “haz”, bundan ibaretti. Çünkü
töreye göre kadının yegâne görevi buydu: Çocuk doğurmak ve onu bir savaşçı gibi
yetiştirmek…
Şimdi burada
soralım: Erkeğin görevi neydi bu ilişkide, cima yaparak haz almak mı? Evet!
Töre böyle diyordu: “Kadın, erkeğinin gecelerini süsleyecek ve onu, gündüzün
stresinden çekip alacak, rahatlatacak. Kendisi ise buna karşılık olarak bir çocuk
tohumunun sahibi olacak.” Yani kadın için haz söz konusu değildi; rahatlamanın
söz konusu olmadığı gibi…
Meseleye
hilkat açısından bakıldığında, durumun böyle olmadığı görülüyor. Kaba bir
tarifle “çiftleşmek” diyebileceğiniz erkek-kadın ilişkisinin nihaî hedefi “üremek”.
Yani Yüce Yaratıcı, çiftleşme eylemiyle insanoğlunun üremesini arzu ediyor
bidayette, haz almasını değil. Üreme işinin, tembelliğiyle meşhur olan insan
tarafından saklanmaması ve belli bir periyod içerisinde mutlaka devam etmesinin
sağlanması için “bizimki”nin ağzına bir parmak “haz ve tat” çalarak eylemi
rutin şekle sokuyor. İşte kestirme bir tarifle orgazmın işlevi ve anlamı bundan
ibaret!
Ayıp algısı
nedeniyle adı konulmamış bir hâl olarak orgazm, tarihin başından beri sadece
erkeklerin tattığı bir hayat gerçeği olarak yansıdı uzun zamanlara. Cinsel
birleşmenin “etken eleman”ı olarak erkekler, bu tadı kullanageldiler çağlar
içinde. Lâkin üzerlerine “edilgen eleman” kılıfı geçirilmiş kadınların böyle
bir şeyden haberleri bile olmadı. Zaten adı konulmamıştı ki… Zira kadınlar
tarafından nasıllığı bilinmiyordu ve dolayısıyla bu sebeple böyle “bir şey”
yoktu. İsmi cismi olmayan bir şeyin aranması da söz konusu değildi elbette. Bu
durumda mevcutla iktifa etmek, en uygun olanıydı. Yani çiftleşme esnasında
erkek “haz ve tat” alacak, kadın ise sadece “tohum”. “İş”in özeti bundan
ibaretti. Ya da böyle zannedildi. Ve çağlar bu oyun içerisinde yok oldu gitti.
“Orgazm”
denilen kavramın insanoğlunun lisanına girmesinin üzerinden kaç yıl geçti ki? “Yüzyıl”
bile diyemeyeceğiz, daha da az. Malûm, bu kavramı lisanî pratiğe dönüştüren
Doğulular olmadı. Kavram, Batı medeniyetinin bir buluşuydu. Hem teorik, hem de “biçimlendirilebilir
formel bir pratik” olarak…
“Orgazm hazzı”nın
Türk toplumunda geniş kitleler tarafından algılanması ve kadın-erkek, her iki
cinsin gündemine geçişi ise Yeşilçam ile birlikte oldu, haberiniz var mı? Onun
için şu an adını hatırlayamadığımız bir Yeşilçam aktörü şöyle bir laf etmişti:
“Biz Yeşilçam sanatçıları, Türk toplumuna ağızdan öpüşmeyi öğrettik.” Tabiî
adam haklıydı bu iddiasında. Çünkü birkaç kuşak öncesinde, neredeyse tüm
insanlık gibi Türk tipografı açısından da evliliğin tek anlamı vardır: “Çocuk
üretmek”… Bunun için ağızdan öpüşmek gerekmiyordu. Hususu en kaba hâliyle
söyleyelim: Çocuk yapmak için yatağa girmek, soyunmak ve uzun dakikalar boyu
sevişmek de gerekmiyordu. Yukarıda sözü edildiği üzere erkeğin etken, kadının
edilgen olduğu birkaç dakikalık bir ilişkiden söz ediyoruz çocuk yapmak derken.
Bu ilişkiyi başlatan erkek, sonlandıran da erkekti. Erkeğin artan şehveti ile
birlikte ihtiyaç hâsıl oluyor ve böylece kurulan ilişki, erkeğin orgazm olması
ile birlikte sonlanıyordu. Ve bu esnada tohum dökülmüş ve böylece maksat hâsıl
olmuş oluyordu.
Edilgen
kadının bu oyundaki rolü ise, tohumu, korunaklı rahmi içinde büyütmekten
ibaretti. Ya orgazm? Efendim, “Böyle bir şeyin adı konulmamıştı ki” dendi ya
yukarıda… Bu bağlamda kadın, adı konulmamış o şeyi ne bilsin, ne düşünsün?! O
hâlde bu ilişkinin haz noktasında kadına düşeni neydi? Sadece erkekten,
doğuracağı insanın tohumunu ithal ederek başlatmış olduğu bebek serüvenini
hamilelikten doğurmaya, oradan büyütmeye kadar her evresini yaşamak, hepsi bu
kadar!
Ancak Batı
medeniyeti ile birlikte kadının da lisanına bir kavram girdi: Orgazm… Lisanına
giren bu kavram, düşüncesine ve duygularına da sirayet etti. Ve merakı depreşti
kadının. Böylece onu da kendi “orgazm tarihçesi”nin peşine düşmüş bir dişi savaşçı
gibi görüyoruz bundan böyle. Tabiî bu tarihçenin ilk savaşçıları Batılı
kadınlardı. Ve doğal olarak ilk önce onlar buldular aradıklarını.
Avrupa'da
ağızdan öpüşme eylemine ne deniyor, biliyor musunuz? “Fransözich sex”… Yani “Fransız
işi cinsellik”… Bu isimlendirmeden anlaşıldığı üzere, Avrupa'da cinsel
birleşmeden haz alma işini keşfetme ve akabinde dozunu arttırma tekniğini ilk
önce Fransızlar keşfetmişler. Ve adını da koymuşlar: “Fransözich sex”…
Bu arada,
Çinlilerin “Tao seks teknikleri”ne girmek istemiyoruz. Ancak “Doğu işi seks”
olarak orada da ilişkiden “haz almak” işini kurcalayan şahıs, dişisinden aldığı
hazzı arttırmak isteyen bizzat Tao’nun kendisi… Yani bir erkek… Asla kadın yok.
Zira Tao tekniğinde, Fransızların yaptığı gibi ağız ağza öpüşmek misâli,
kadının “üst bölgeleri”nde oyalanmak diye bir şeyden söz etmenin imkânı yok.
Tao’da üzerinde durulan ise “orta bölge”deki birtakım pozisyonlardan ibaret. Ve
bu husus, tamamen erkek-erkek ile ilgili bir durum olarak bilinmekte.
Dönelim tekrar
Fransız işine…
Fransız
yatağında gelişen “yeni cinsel hayat” içerisinde, ağız ve dudak bölgesinde
oyalanan eşlerin bir süre sonra başka başka “haz bölgeleri” aramaya
kalktıklarını görmek olası. Bulunanlarla çoğalan “haz bölgeleri”ndeki oyalanma,
kadını “orgazm ayarı”nda uyardığı için, o, yataktaki ilişkisinden ilk defa, hem
de yüzyıllardan beri sadece erkeğe ait olan bir şeye ortak oluveriyordu.
Ve nihayet, o
şeyin adının konulması da böylece ortaya çıkıyor; hem de artık bilinen bir
şeyin bilinirliğini arttırmak için, yani bir ihtiyaçtan dolayı… Ve onun adı
artık “orgazm”…
Hemen ilâve
edelim: Bir şeyin adının konulmuş olması, ona olan ihtiyacı arttırdığı gibi,
onun arayışını da hızlandırıyor. İşte bu hızlandırmadır ki, sözünü ettiğimiz
ilişkiyi artık bir üreme ameliyesi değil, bir “haz alma devinimi” hâline
getiriyor. Bundan sonraki ihtiyaç belli: Ne yapılmalı ki daha çok haz alınsın?
Buradan
hareketle, Batılının ihtiyaca cevap olsun diye bulduğu ilk aracın “doğum
kontrol hapı” olarak girdiğini görüyoruz insanların hayatına. Ve toplum, “hap”tan
yola çıkarak üremeyi engelledi. Buna bağlı olarak daha çok haz alır oldu. Lâkin
bu haz da yetecek gibi değildi. Ve bu nedenle bir süre sonra ihtiyacı yeterince
karşılamadığı anlaşılan söz konusu “hap”ın yeni varyantlarının peşine düştü
Batı insanı. Tabiî aradığını buldu da... Böylece daha çok haz yaşamasına meydan
veren yeni yeni buluş ve teknikler geliştirildi kondom gibi.
Artık hem
kadın, hem erkek için bir yaşam biçimi hâline gelen yatak hayatı, daha çok
“zevk ve haz” almak için Batı medeniyetinin neredeyse birinci kalemden
araştırma konusu oldu, oluyor da... Bu arada, yoğunlaşma sadece yeni yeni “haz
araçları” ortaya çıkarmak noktasında kalmadı, akabinde daha çok “haz almayı engelleyici”
nedenler ortadan kaldırılmaya başlandı. Ahlâk yozlaştı ve ortalığa döküldü.
İlişki sıradanlaştı, kolaylaştı ve bir zamanlar ayıp olan şeyler, olağan hâle
geldi.
Ancak sözünü
etmek istediğimiz başka başka durumlar gelişti Batı toplumlarında. Bunların
başında da, ilişkinin asıl nedeni olan üremeyi ilgilendiren bir durum var
tabiî. “Üremenin müessesesi” olan evliliğin, nice zamandan beri Batı
medeniyetinin “hazza giden yol” üzerine oturmuş bir dev gibi hareket eden “baş
belâsı” bir toplumsal gerçeklik olduğunu biliyoruz. Çünkü gerek Doğu, gerekse
Batı’da “evlilik” demek, “üremenin şirketi” anlamını taşımakta. İnsan ne kadar
malayani duygularının peşine düşerse düşsün, eğer evli ise bu hayatın bir
yerinde varıp “haz ötesi”ne geçiyor ve çocuğu, hayatının gerekliliği kılıyor.
Oysa “çocuk” demek, “hazza engel olmak” demek…
İşte bu
nedenle, artık Avrupa insanı, kadınıyla erkeğiyle hayatından evliliği çıkarmış
durumda!
Tabiî bu
bağlamda duran üreme işlemi, toplumu derinden derine zorlamaya başlayacaktı, lâkin
henüz vakit erkendi. Şimdi “haz zamanı”ydı. Ve artık Batı toplumları,
arzuladığı zaman içerisinde “hazza” ulaştı; çünkü çocuk yapamaz bir kısırlığa
ulaştı. Bu hâl, önceleri çok hoşuna gitti insanların, toplumların. Dolayısıyla
devletin de… İnsanlar açısından çocuksuzluk, “daha çok, sürekli ve kesintisiz
haz” anlamına geliyordu. Devlet açısından ise daha az eğitim ve daha az sağlık
harcaması, ayrıca daha az istihdam problemi demekti. Fakat çok geçmeden görüldü
ki, çocuksuzluk, insanların hayatını kolaylaştırırken, devletlerin ve
milletlerin hayatınıysa olabildiğince zorlaştırmakta...
Bu nedenle
günümüzde Batı medeniyetinin merkez ülkelerinde, nüfus geriye doğru saymakta; alt
katmandan çocuk nüfusuyla beslenmeyen toplumlar, kısa bir süre sonra
“ihtiyarlar toplumu” hâline geliyor. Batı uluslarında söz konusu durağa
gelinmiş durumda. Yani doğandan çok ölenin olduğu ve tükenme parseline doğru
hızla seyahat eden Batı toplumlarında çoktan çalmaya başlamış durumda çanlar.
Uluslar can çekişmekte. Almanlardan İsveçlere, Finlilerden Norveçlilere ve
diğerlerine, mevzubahis ülkelerde devletin kapıya dayanan soruna karşı aldığı
önlemlerin hiçbir fayda temin etmediği de görülüyor. Zira insanlar söz
dinlemiyor ve hazzları uğruna geleceklerini feda ediyorlar. Epey zamandan beri
bu tehlikeyi gören devletlerin ulusal istikbâllerini kurtarmak açısından
aldıkları birtakım önlemlerin onlar açısından hiçbir önemi yok. Yeter ki hazlarına
dokunulmasın!
Batı toplumlarının muhayyilesinden ve “hazperestliğinden” çıkarak onların medeniyetleri ile birlikte tüm dünyayı saran bu tehlike, henüz kapıda hissedilir ölçekte görülmese de Doğu toplumlarını da temelden başlayarak tehdit etmeye başlamış durumda. Eğer şimdiden önlem alınmazsa, Avrupalıların düştüğü duruma düşmek, Doğulu toplumlar için de hiç zor görünmüyor. Yani “ayarsız haz”, insanı ve toplumları öldürmeye devam ediyor, edecek gibi de görünüyor. Hem de genişliği tüm dünya coğrafyalarında hissedilir şekilde…
Duran üreme işlemi, toplumu derinden derine zorlamaya başlayacaktı, lâkin henüz vakit erkendi. Şimdi “haz zamanı”ydı. Ve artık Batı toplumları, arzuladığı zaman içerisinde “hazza” ulaştı; çünkü çocuk yapamaz bir kısırlığa ulaştı.
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e haz serüvenimiz
Bu arada bizim
tarihimize ve “haz ithalimize” de bir nazar edelim…
100-150 yıl
önce bizim Batıcıların “Avrupaperestlikleri” ile bir şeylerin tetiklendiğini
okuyoruz. Osmanlı'nın diğer toplumları içerisinde “haz yolculuğu”na ilk önce
başlayan grup olarak Türkler, devlet kademesinden başlayarak “Batılıların haz imparatorluğu”nun
gönüllü bir parçası olmakta gecikmediler. Bidayette atalarımızın niyeti, sınaî,
askerî ve eğitim anlamında Avrupa'nın çok gelişmişliğini alarak kendi geri
kalmış sektörlerini onlarla aynı düzleme ulaştırmaktı. Haz peşinde değillerdi.
Ancak zamanla görüldü ki, haz, bulaşıcı bir şeydi ve bulaştığı bünyeleri devlet
tüzelliği mesabesinde de olsa “kendine tapınan” bünyelere benzetmekten geri
kalmıyordu.
Bu itibarla, Batı’ya
“Okusun, doktor, mühendis olsun!” diye gönderilen öğrenciler, okumaktan çok,
oranın siyaseti ve “toplumsal haz coğrafyası” ile ilgilenmeye başladılar. Ve ilk
günden itibaren “haz diyarı”nın insanları gibi yaşamaya, onlar gibi konuşmaya
ve onlar gibi hareket etmeye özen gösterdiler. Paris’e gider gitmez “Osmanlı talebeleri”nin
ilk değiştirdikleri şey, üzerlerindeki kıyafetleri ve adları oldu. Artık “Jön Türkler”
adıyla anılan bu öğrencilerdeki “ruhsal evrilme” ve Batı’nın “kötü” tabir
edilen taraflarını taklit etme dürtüsü orada kalmadı, aynı anda ana ülkeye
ithal edildi. Ve ne yazık ki devlet dahi bu fırtınadan kendisini alıkoyamadı.
İşte “alaturka” ve “alafranga” sözleri o sırada doğdu! “Alafranga” Avrupailiği
temsil ediyordu ve bu teslimiyet içerisinde Batı’nın hazza dönük argümanlarının
“maymunsal ithal”i yatıyordu. Böylece gide gide iş asıl amacından çıktı, bir
kültür asimilasyonuna, dolayısıyla haz ithaline dönüşmüş oldu.
Bu durakta
hemen şunu söylemekte yarar var: Avrupa'dan esen rüzgârlar, toplumun alt
katmanlarından çok “sosyete” diye tabir edilen “Beyaz orijinli” ya da
“Beyazlatırılmış Türkleri” etkiliyordu. Bir nevi “ilk burjuvalar” denilebilecek
o kesimler, evlerinde “Batı’nın haz argümanları”nı hızla içselleştirdiler.
Artık onlar, tıpkı birer Batılı gibi yaşamaktan asla geri durmuyorlardı ithal
ettikleri argümanlar “temel toplum”la çatışıyor olsa da... Hiç üretmiyor ama
çok tüketiyorlardı. “Evrope” ülkelerine seyahat, hayatlarının bir parçası olmuştu.
Ve her seyahat sonunda, yanlarında bavullar dolusu “haz araçları” getiriyorlardı:
Yiyecek, içecek, giyecek ve özel hayatlarında kullanacakları garip cihazlar…
Bavullarından
boşalttıklarıyla sofralarında “acayip” nevale tüketiyor, Paris modasının
çizgilerini taşıyan kıyafetlerde sınır tanımıyorlardı. Bu arada, “israf ve
kanaatkârlık” gibi teolojik ve ahlâkî içerikli kelimelerin hayatlarında bir yer
tuttuğu söylenemezdi artık.
Tabiî “Osmanlı’nın
ilk haz cemiyeti”nin haz tutkunluğu bununla sınırlı kalmadı. Birtakım “ayıplı”
romanlar ve kısmî seyir alanına giren sinema filmleri sayesinde yatak odalarına
taşındı her şey. Ve nihayet onlar da “hazzın doruğu”nu, yani “orgazm”ı
tanıdılar erkeği ve hususiyetle kadınıyla.
Doğruyu
söylemek gerekirse, toplumun en üst katmanlarında husule gelen bu “haz
tutkunluğu”, alt katmanlarda çok da yankı bulmadı. Batıcılığın ülkemize
transferiyle birlikte başlayan hazzın geniş toplum katmanları tarafından
tanınması ve kabul edilir olması için yüz sene gerekti. Bu zaman zarfında da
bir avuç klan tarafından kapalı devre yaşanarak Cumhuriyet’e evrildi.
Cumhuriyet, taammüden şu meşhur “balolar”la alanı biraz genişletmeye çalıştı.
Bu çaba, “başkent devlet ricâli” mesabesinde kaldı. Bazı büyük şehirlerde birer
avuç “başkent balocusu taklitçisi” oluştu, fakat halk kesimi tarafından görmezden
gelindi bu çabalar.
Ancak
takvimler 1950’den sonrasını gösterirken hızlı bir dönüşüm yaşandı. “Her
mahallede bir milyoner” sloganıyla önemsenen ve “hazzın devlet hâli”
diyebileceğimiz Amerika, Türkiye’nin en yakın dostu oluvermişti. Artık yeni seyahat
merkezi Atlantik ötesiydi. Ve o cihetten taşınan bavullar jarse külot, çiklet,
blue jean, çikolata ve cinsel haz objeleriyle dolu geliyordu. Çok sürmedi ya,
kapılarını Amerika’ya açan devlet ve “neo-burjuvazi” aracılığıyla Türk toplumu,
üç beş dağ köylüsü hariç tüm “kentsoylu taklitleri” ile “Amerikanizm”e
yapıştırıldı. Artık neredeyse toplumun tüm katmanları “haz fırtınası”na kapılmış
gidiyordu. Çünkü Amerikanizmin “beşinci kolu” sayılabilecek hayâl aynasının
“kışlık sinemaları” ve aynanın en ideolojik hâliyle “yazlık sinemaları” hayata
girmişti. Düne kadar İstanbul’un dışında dağıtım ayağı olmayan gazeteler tüm
Anadolu'ya yayılmış, şehir ve kasabalarda kitapçı dükkânları açılmıştı. Bütün
“haz körükleme araçları” hızlı bir şekilde tüketiliyorlardı.
“Beyaz Türkler
ve Beyazlaşanlar” çoktan tamamdı da, üst cümlede sözü edilen “taammüden
körükleme” neticesinde “Esmer Türkler” tamlamasında tarifini bulan “toplumun
geniş alt katmanları” da zenginlik derecelerine göre yukarıdan aşağıya doğru
Amerika'dan esen “haz meltemi”nin büyüleyici etkisi altında kalma sürecine
girdiler. 1950 ile başlayan bu süreç, otuz yıl içinde, nihayet ta tabana kadar
inmişti. 1980 yılı itibariyle iktidara gelen Özal’ın Amerikanist iktidarına,
“hazzın içselleştirilmesi” için 10 senelik bir dönem yetti. Bu dönemle birlikte
TRT'nin siyah beyaz ekranı renklenmiş ve elektronik yayın tekeli kırılmıştı.
90’lara doğru, özel televizyonlar pıtrak gibi çoğalıyor ve gün boyu yayına
başlıyorlardı.
İşte
Menderes’in ilk on yılını atlayarak isimlendirmek gerekirse, “Hazzın Tabanla
Buluşmasının Birinci Dönemi” sayılabilecek Özal iktidarından sonra iş başı
yapan ve 2000’li yıllarla hayata geçen ve kesintisiz devam edegelen “İkinci Haz
Buluşması Dönemi” ile “Batı medeniyetinin yaramaz çocuğu popülist haz”zın
serüveni zirve yaptı. Ve “Doğu meşrepli Türk insan tipografisi” ile Batı insanı
arasında zerre-i miktar fark kalmadı, Doğulu, Batılıya teslim oldu. Artık
Türkler de birer “haz insanı”ydılar. Ve o insan, profesöründen çobanına kadar
“tüketim çılgınlığı”nın kollarına attı kendisini, “haz eroinmanı” oldu. Ve
ardından “daha çok haz” almanın peşine düşmüş “haz avcısı” gibi, hayatında akıl
almaz fantezilere yer veriyordu.
Birer “haz
ardiyesi” sayılan marketler, fast-food restoranları, kimyasalı “kahve” diye okutan
cafeler, elektronik bilişim mağazaları, love shoplar, internet ve internet
mağazaları, bu yılların “Vatikanları” olarak girdi ülkenin “haz müktesebatı”na.
Şu an içinde bulunduğumuz durum, böyle bir sürecin olabildiğince ivme kazandığı son bölüme işaret ediyor. Ve gidişat, devlet ve toplum açısından hiç de iyi bir istikamet çizmiyor.
Hazzın kıyameti
Erkeğiyle
birlikte kadını da dâhil, çoktan adı konulmuş olan “her konudaki orgazm”ı tüm
ayrıntılarıyla tanıyan “internetperest” Türk toplumu, daha çok haz düzleminde;
tıpkı Batı toplumlarının “tükeniş”e doğru aldığı yolculuğun bir benzeri
versiyonunu yaşamakta şimdilerde. “Asla boş bırakılmaması” gereken bu mübarek
coğrafya üzerinde hem de... Asıl tehlike bu! Onun için Sayın Cumhurbaşkanımız
çırpınmakta “Üç çocuk! Üç çocuk!” diye.
Evet, geri
saymaya başlayan insan birikiminden söz ediyoruz. Toplum, “haz müptelası”
olduğu 80’li yıllardan beri hızla “İsveçleşmek”te. Lâkin kimsenin umurunda
değil Batı insanı tipografı misâli! Buna rağmen, ne yazık ki şimdilerde
insanların umurunda olan tek şey var: Daha çok haz…
Bu bağlamda
bir başka bahis de şu: Batı toplumları, sınırsız tüketim, nikâhsız yaşantı,
internet röntgenciliği, özgür seks ve hatta pedofiliyle “daha çok hazzın”
zirvesine ulaştığında, “kıyamet tehlikesi”nin bir başkasıyla karşı karşıya
kaldı.
Burada
eşcinsellikten söz ediyoruz “neo-tehlike” demekle. Yani eski tabiriyle “Lutilik”…
Erkeğin
erkekle, kadının kadınla birleştiği, Batılı toplumların varıp dayandığı yer,
bugün itibariyle yeni bir evlilik anlayışı… Evet, erkeğin erkekle, kadının
kadınla evliliğinin normalitesine işaret ediyoruz. Devletler bu hususa
kanunlarında yer verdiler. Ve ne gariptir ki Batılılar, sözü edilen “yeni tip
evliliği” çok sevdiler. Zira böyle ailelerde üreme mevzubahis değil. Çünkü bu
tip evliliklerin tek amacı var: Alabildiğince haz! Hem de en sapkın şekliyle…
Erkeğin
erkekle, kadının kadınla evliliğinden oluşan “eşcinsel aileler”in tek amacı var:
Renkli geceler, korkusuzca cinsellik ve sapkınlığın zirvesi… Lakin doğal olarak
bunun da bir sınırı var. Yani “cinselliğin aritmetiği”dir vurgulamakta
olduğumuz. Anlatabildik mi, bilmiyoruz... O aritmetiğin ötesine gitmenin imkânı
yok ki…
Ancak
mevzubahis “seks matematiği”ni arttırmanın birtakım yollarından söz edebilir
ihtiyaç sahiplerine karşılık olarak Batılı ilaç sanayisinin AR-GE
laboratuvarları. Geçmişte kullanılan afrodizyak macunlar misâli, günümüzde etkinliği
modifiye edilmiş olan “afro-ilaçlar”, hazzının peşinde olan Batılı insan başta
olmak üzere arzu edenlerin hizmetine sunulmuş durumdalar. Şu meşhuru “Viagra”
adlı takviye ilaç ve türevleri gibi…
Peki,
Viagra'nın ötesi var mı? Hayır, kesinlikle yok! Kanaatimizce bu “haz eroinmanlığı”,
sınıra varıp dayanmış vaziyette. Peki, buna bağlı olarak insanların “haz alma
arzularının” -sonlandığı değilse bile- söner gibi olduğunu söylemek mümkün mü?
İşte buna da hayır! O hâlde?
Sonuç
Yukarıdan
aşağıya doğru dosyamızın gündemine soktuğumuz bölümlere özet olarak bir bakalım
istiyoruz burada.
Ne demiştik intihar
kokan girizgâhın ardı sıra? “Zamandan ve mekândan daha çok haz almak için, insanoğlu
bayramları hayatından çıkardı…” Buna bağlı olarak “mübarek bayramı” seküler
tatile çevirdi. Ve tatili, evinde değil, beş yıldızlı otellerde yapmaya
başladı. Ne uğruna? Tabiî ki haz ve daha çok haz!
İlk bölüme
bağlı olarak sofralardan söz ettik. Ve dedik ki, “İnsanoğlu, yemekten haz almayı
öğrendiğinden beri hem yemek çeşidini bolarttı, hem de tadı çoğalttı”. Ne için?
Tabiî ki haz ve daha çok haz!
Hemen
arkasından “teknolojik haz”dan bahsettik. Bu bağlamda insanın hayatına giren
çeşit çeşit dijital ve elektronik cihazlar yetmedi ve sürekli bir tüketim
çılgınlığı karşımıza çıktı. Teknolojik parselasyonda bir bakıma “Kullan, at!” tekniği
tek metot oldu. Ne için? Tabiî ki haz ve daha çok haz!
Ve akabinde,
ahırdaki atın en büyüğüne geldik: Cinsellik... Hazzın en haz verici olduğu
yasak bölgeyi tüm ayrıntılarıyla göz önüne serdik. Bidayetteki cinsel hayatla
nihayetteki seks yaşamı arasındaki farkı belirleyen orgazmın ortaya çıkışının
hikâyesini dile getirdik. Ve buradan hareketle, insanın cinsler arasındaki algı
farkına, cinslerin “hazzın doruğunu” tanıyışına ve isimlendirişine, “haz tarihi”
içerisindeki en ilginç unsur olarak -detaylarıyla beraber- kadının serüvenine
göz attık ve “cinsel hazza” bağlı olarak “yeni hayat biçimleri”nin,
insanoğlunun gündemini işgal edişi ve istikbâle etkisini analiz ettik. Ve
insanlığın hızlı bir şekilde yok oluşa ve sapkınlığa yönelişinin futuradaki tehlikelerine
projeksiyon tuttuk. Ne için? Tabiî ki bir zamanlar kadınsal organın ilginç bir
grafik ve sloganik anlatımı olarak hatırladığımız “aşk-barış-mutluluk”
teslisiyle beyinlere nakşedilen “Haz, daha çok haz!” düşüncesinin Batı’da vücut
bulmuş hâli olan “haz medeniyet”ni okumak için…
Görüldüğü
üzere her bölümün sonunda aşağı yukarı şu minvâlde sorularla anlamaya çalıştık
vaziyeti: “Peki, bundan sonra ne olacak?”
Acaba okudunuz mu söz konusu ilaçların uzun prospektüslerini? İlacın yan etkilerinin içerisinde dehşetengiz bir andan söz ediyor bu reçeteler: “Dikkat! İntihara meyli arttırma tehlikesi vardır.”
Bundan sonra
olacağı şu: Olabildiğince çeşitlenmiş olan “haz araçları ve objeleri” varıp
nihayete dayanacak illâ ki… Hatta dayandı da... Lâkin insanoğlunun “haz alma
arzusu” hâddinden fazla artacak, artıyor da. Arz ve talep düzleminde ara
gittikçe açılıyor. Böylece aradaki boşluk büyüdükçe, tehlike de büyümeye
başlayacak/başlıyor.
Bu durumda,
birey ve toplumun hayatında çığ gibi büyüyen tehlikenin adını koyalım: “Tatmin
edilemeyen duyguların tetiklemesiyle vücut kimyasının bozulması ve buna bağlı
olarak biyolojik, en mühimi de psikolojik rahatsızlıklar”… Yani insanın
bedensel, beyinsel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılaması için ortaya konulan
araçların yetmemesinin varıp dayandığı nihaî hedeftir işaret ettiğimiz. Ya da
son sokak… Fakat en “çıkmaz” olanından!
Peki, bu
durumda ne yapılması gerekiyor? İlk etapta yapılması gereken şeyleri doktorlar
yapıyorlar zaten. Bozulan vücut kimyası, kısa devreli beyinsel faaliyetler ve
karanlıklara savrulan ruhsal vaziyetlere bağlı olarak gelişen patolojik hâlleri
ortadan kaldırmak için reçeteler dolusu ilaç… Peki, “Bu çıkmaza saplanan insan
için müspet bir çıkar yol mu?” diye sorarsanız?..
Yolun yol
olmadığını psikiyatr ve psikologlar veriyorlar zaten. Ve diyorlar ki, “Değil,
fakat başka bir şey gelmiyor elimizden. Bilinen tek yol şimdilik bu!”. Bir
yerden başlamak için başvuran ehven yol, “haz hastası”nı ilaçlamak ha? Bugün
eczanelerin envanterlerinde en çok satılan ilaç ne olarak görülüyor, Aspirin
mi? Yok, değil! Hemen verelim o en çok satılan ilaçların (aktif maddesi morfin
ve türevleri olan) isimlerini: “Antideprasanlar”…
Yanlış
hatırlamıyorsam, geçen bir sene zarfında Türkiye’de bu tür ilaçlar “en çok
satılanlar” listesine girmiş ve kutu sayısı 25 milyonu bulmuştu. O hâlde
problem yok! “Eh, artık 25 milyon kutu antidepresanla bu mesele hâl yoluna
girmiş sayılır” diyebilir miyiz? Tabiî ki hayır!
Artık şurası
çok iyi biliniyor ki, söz konusu ilaçlar, hastalığı tedavi etmiyor, sadece
insandaki sıkıntıyı bir süre baskılıyorlar. Yani “haz imparatorluğu”nun insana
sunduğu “haz yolculuğu”nun en sonunda varıp dayandığı yer, bir ilaçla “haz ağrısı”nı
baskılayarak hastalığı tedavi etmiş gibi yapmak… Peki, baskılamakla kalıyor mu
sözünü ettiğimiz ilaçlar? Yok, kalmıyor! Kullanım uzadıkça, sözünü ettiğiniz bu
ilaçlar vücutta bağışıklık ve alışkanlık kazandırıyor. Yani maddeye alışan
vücudun sıradan bir kimyasalı hâline geliyor ve fayda etmemeye başlıyor.
Bununla kalsa
iyi, fayda etmemeye başladığı yerde, insanın hayatının dehşetli bir ânını da
beyinlere çivi gibi çakıveriyor! Evet, sözün burasında, yazıya başladığımız ilk
paragrafta kayda geçen bir konudan söz ediyoruz: “İntihar”!
Acaba okudunuz
mu söz konusu ilaçların uzun prospektüslerini? İlacın yan etkilerinin
içerisinde dehşetengiz bir andan söz ediyor bu reçeteler: “Dikkat! İntihara meyli
arttırma tehlikesi vardır.”
Ve gelelim son
paragrafa…
Birçok
yazımızda sözünü ettiğimiz ve 1701 tarihinde işbaşı yaparak Batılı Tötonlar
tarafından hayata geçirilişinin ardından peyderpey dünyaya egemen olan “Aryanik
Medeniyet”e bu dosyamızda yeni bir ad vermiş olduk: “Haz Medeniyeti”… Malûm,
yazı muhtevasında bu adlandırmanın taşlarını döşedik. Ve döşenen yol üzerinde
hareket ederek varıp dayandığımız durak, insanın intiharı oldu maalesef!
Aslında insanın intiharı değil sözünü ettiğimiz. Ontolojik hilkâte aykırı olan önermesiyle
bizzat “Batı’nın Haz Medeniyeti”nin kendi ipini kendisinin çekmesinin
hikâyesidir bu. O hâlde burada yazının başlığını bir daha hatırlayalım ve sözü
yine ilk sözümüzle noktalayalım: “Haz Medeniyeti’nin intiharı”…
Burada bir
ufak kılçık atmazsak yüreğimiz şişer vallahi!
İyi de,
intihar eden “Haz Medeniyeti”nin bıraktığı boşluğu kim, nasıl dolduracak; sen
onu söyle!
Tabiî ki her
şeyin hakikatini Âlim olan Allah biliyor.