“TELLİ turnam, selâm götür sevdiğimin diyarına/ Üzülmesin,
ağlamasın, belki gelirim yanına…”
Hasret
acısı, her sözü mubah kılar bırakıversen. İnce sızıları bir telli turna taşır
yâre.
Faruk
Nafiz’in, “Sen bir âhu gibi dağdan dağa
kaçsan da/ Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek” dediği ölümsüz
dizelerdeki gibi, bir âhunun dağdan dağa seyre değer koşuşudur sevgilinin
cilvesi.
“Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan/ Beni
bir gözleri âhuya zebûn etti felek” diye yazmamış mı Yavuz Sultan Selim’in
kalemi bir zamanlar?” Aslanlar, pençesinin gücünden tir tir titrerken, âhu
gözlü bir dilber, koca padişahın gönlünü yerle bir etmeye yetiyor işte! Aslanı,
âhusu, dizelerde aşkın mürekkebine karışıyor.
Kutsal
dizelerde âyet olmuş karıncalar var bir yanda da Sultan Süleyman’ın ordusu
geçerken konuşan. Bir yanıyla da küçücük bedeniyle rızkını araması gözlerden
kaçmayan… Karıncayı bile incitmemek, merhametin mihenk taşı insanoğlunun
gözünde.
Ama
ne çâre ki, yasak meyveyi yesin diye Havvâ’ya tuzak kuran ve şeytanla anlaşan
bir “yılan”dır. İticidir, soğuktur, ürkütür ve rüyaya girse “düşmana” yorarlar.
Ama efsaneleşmiş bir yılan daha var Sevr mağarasında yıllarca Peygamber hasreti
çeken…
“Yeşilbaşlı gövel ördek/ Uçar gider göle
karşı/ Eğricesin tel tel etmiş/ Açar gider yâre karşı”… Türkü olup dolanmış
dile yeşilbaşlı gövel ördek. Sobanın başındaki minderde mırıldayan, sevildikçe
huzur veren, naz ederek miyavlayan bir kedi mi nankör Allah aşkına? Bir köpeğin
gözlerindeki hayâdan korkarım vallahi! Edebinden başını eğip gittiğinde
kendimden utanırım. “Aç köpek” derken bir garibe, kapıdaki hizmetkâra ya da bir
mafya fedaisine, nasıl dilleri varıyor ki? Köpeğin, sahibine sadâkatinden başka
nesini gördüler ki küfürlerine onun adıyla başladılar?
“Yiğit at kendine kamçı vurdurmaz” derim
lâf yerini buldukça. Atın asaletini hatırlarım. Şahlandığında, koştuğunda,
kendine hayran bırakan atın ar duygusuna bakın ki, kamçı yememek için yorgunluk
belirtisi göstermiyor.
Annem
derdi “Kara davar yattığı yerden belli
olur” diye. Davarlar yatacağı yeri temizleyip yatarlarmış; kedi, köpek de
gözü rahatsız edecek şeylerden çekinirler, değil mi? Hayvanları aşağılarda
görenler için diyorum ki, “Edebin alt sınırı buysa, insanoğlunun edebi çok
yükseklerde olmalı”. Hâl böyle olunca, hayvanlardan öğrenecek pek çok şeye
muhtacız.
Koyunun
yavrusuna “kuzu” demişler. Koyun değilim ama merhamet ettiğim her çocuğa “Kuzum”
diyorum. “Ana kuzusu”, ne güzel bir tamlama öyle! Aklıma akşamüstü dağlardan
köye dönen koyunlarla kuzularının buluşması ve aç kuzuların analarını bulup
emmesi geldi.
Hani
dünyanın vefasızlığına içerleyince dilimizden dökülür bir cümle, “Aslanı kediye boğduran dünya!” diye ah
çekeriz. Oğlumuzla gurur duyduğumuzda “aslanım, koçum” diye severiz. Aslan
gücün, krallığın makâmına kurulmuştur çoktan. Ama öküzü tarlada çifte
koştuğumuz yetmez, her hakaretin içine süreriz. Bir acayip insanoğlu!
“Gül bülbüle, bülbül güle yâr olmadı gitti”,
öyle değil mi? Şair Fuzuli haklı çıktı. Ayrılık acımızın başrol oyuncusu oldu
bülbül. Öyle içli ötüşüne sebep, güldü. “Bir
karga kadar olamadım” dedi kardeşini öldürdükten sonra Kabil. Cümle kutsal
kitapta ölümsüzleşti. Kargadan öğrenecek bir şeylerin altını çizerken
aklımızda, Hüdhüd kuşu Belkıs’tan haber getirdi Süleyman’a (as). Bir yanda da
örümcekler ağ yapıyor, güvercinler yumurtluyordu Muhammed (sav) aşkına.
Fil
ordusu Ebrehe’ye geçit vermezken, Ebabil kuşları taş yağdırdı Kâbe’nin Sahibi
aşkına. Bir balık yuttu kaçan peygamberi, tevbesi kabul olana dek bekletti
karnında.
Üç
maymunu oynadık asırlardır. Tavşan kaçtı, tazı tuttu. İhanet çetelerine
köstebekler sayesinde sızdık. Ticarete atıldığımız gün başladık tilki
kurnazlığına.
“Leylek leylek havada”… Bakın, gerçekten
havada! Baharın cıvıltısı, gönül şenliği kapıda… Ruhumuzdaki en yüce yerden bir
kartal havalanıyor mağrur ve kararlı. Enginlere doğru uçuyor, uçuyor… Rüzgâra
karşı olanca gücü ile… Bir martı çığlığına eş…
“Ayıdan dost olmuyor, domuzdan da post”. “Eşeğe
altın semer de vursalar eşek yine eşek”. Ama ne var ki, hergelede bey eşeği
olmak bir ayrıcalık…
İlk
horoz sesi, güneşin doğacağına ilk müjde, seher vakti yakarışlara uyanış… Arıya
vahyediş ve çiçek çiçek dolaşıp öz toplaması için ilk emir alış ve ilk bal
peteği yapış…
Ambarların
kıyısını köşesini delip yol bulan ama rızık peşindeyken tuzaklara düşen yahut
zehirlenen fareler, batan gemiyi ilk terk etmeleriyle nâm salmışlar insanlar
arasında. Bir uğur böceği parmağa konsun diye sabırla beklenedursun, “Kurtlar
puslu havayı severmiş” derler. Nerede bir ortalık karışacak olsa, niyeti bozuk
olanlar fırsat bilirler böyle zamanları. Çakallar, akbabalar pay almak için
oradalar. Sosyeteden biri kurulurken
vizon kürküyle ceylan derisi koltuğa, dernek başkanı ve üyeler, sokak çocuklarını
kurtarmanın yollarını ararlar.
Deveye
sormuşlar: “Boynun neden eğri?” “Nerem doğru ki?” demiş. Bu mu yani insanların
deveden anladığı?! Akıllarda hörgücü mü kalmış sadece baştan ayağa bir yanlışın
ifadesi için? Bir acayip insanoğlu! Aşağılarken de, yüceltirken de onların
adını anmadan geçemez. “İnsanlık nâmına” derler, ayırırlar kendilerini.
Öyleyse
insanlık nâmına korusunlar o hayvanları. Aşklarını, nefretlerini, her türlü
duygularını dile getirirken hayvanlar olmadan cümle bile kuramazlar. Yer
içerler, üstüne binerler, giyerler, severler ama nankör olan insanoğludur; döven,
söven, işkence eden, katleden, yakıp yok eden de odur, başkası değil. Göçmen
kuşlar olmasa, balıklar olmasa hattâ, Allah’ın örnek vermekten çekinmediği sivrisinek
bile olmasa hayatın tadı tuzu kalmaz.
Onlar,
yaratılış sebeplerine vefa göstererek aynı kaldılar. Bala şekeri biz katmadık
mı? Eşeğe fazla yükü biz yüklemedik mi? Köpek açsa, biz bıraktığımız için aç.
Süte olmadık şeyi biz eklemedik mi? Tavuğun, yumurtanın genleriyle oynarken,
çakallara, tilkilere özür borçlandık. Leyleğin getirdiği baharı biz mahvettik;
çünkü karları, bulutları küstürdük. Onlar sadece bizim hayatımıza güzellik
kattılar. Sivrisinek ısırığını tatlı tatlı kaşımak da hayatın bir parçası hâlbuki…
Kurtların
uluması ve karga sesleri bile güzel bülbüle, kanaryaya denk olmasa da. Eşeğin
sıpasının gözleri güzel… Tavusun rengârenk kanatları gibi, hayvanların her biri
diğerinden güzel… Onlar tanrısal bir lütuf ama boynuzlu koyunun boynuzsuz
koyuna soracağı hesap günü de gelecek. Öyleyse bütün hayvanların yakamıza
yapışacağı o gün için bugün bir kez daha onların gözlerine bakmak gerek.
Bakalım, o vakit gelince yüzlerine bakacak yüzümüz olacak mı?
Ben
insanlığımdan utanıyorum onların masumiyetinden. Birinin canı yandığında bile “Dur”
diyemediğim için... Âyetlere, şiirlere, aşklara ve hayatın her ânına eşlik eden
hayvanlara bir teşekkür kabilinden olsun bu satırlarım. Kabirlerin ayakucuna
konulan kuş sulukları, ölenlere rahmet sebebi olsun! Kuş evleri, kedi evleri ve
kapı önlerine bırakılan yiyecekler, dikilen meyve ağaçları teşekkürümüz olsun!
Gerçekten
bir deve, bir at, bir eşek, insanı sırtında taşıyor. İnsan bu, herhangi bir yük
değil. Cevahir yük, öyle böyle bir şey değil. Öyleyse insan da taşıyabilmeli
kalbinde sevgisinin yükünü. Bir hayvanın hakkını, hukukunu bilmeli.
Biz,
biraz kuş olduk uçtuktan sonra, biraz balık olduk yüzdükten sonra. Onlar
varlıklarını kime adadıklarının farkındalar. Bize şefkatten bir kıvılcım gerek
bundan böyle…