BİR kuyruklu yıldız geçişinden, meteor yağmurundan söz etmiyorum; her gün doğan güneş, kimin kalbinde heyecan fırtınası estiriyor? Her gün yaptığım şeyler geldi aklıma…
Uyanmak, yüzümü yıkamak, yatağımı toplamak, saçımı taramak, ayakkabı giymek, fırından ekmek almak, çay demlemek, aynaya bakmak, sevdiklerime günaydın demek, akşam yemeği için tencereyi ocağa koymak, yatsı ezanını dinlemek ve en nihayet başımı yastığa koymak… Gün içinde her gün tekrarladığım onca şeyin kaçını eşsiz bir havai fişek gösterisi olarak görüyorum? Heyecanım, yerini sıradanlığa kaptırmışsa hayatım nerede benim? Sokrates savunmasında “Hayatım hayret ederek geçti” diyor. Bu bir makam aslında, tam olarak aşıklar makamı… Felsefe burada başlıyor, sorular burada başlıyor, hareket burada başlıyor. Çünkü alışılmışlık soruları ve heyecanı bitirir. Hayret edince hayranlık başlar. Mevlâna da aynı gerçeği görenlerden biri. “Ey hak yolcusu! Sen aklı, zekâyı sat da hayranlığı satın al. Zeki olmak, fikir yürütmekten ibarettir, halbuki hayranlık Hakk’ın sanatına, kudretine şaşırıp kalmaktır…” sözü de bunu kanıtlar nitelikte.
“Hayret” ve “hayran” kelimeleri etimolojik olarak aynı harflerden meydana gelir. Hayran kelimesi, şaşkınlıktan kendinden geçen, aklı başında olmayan demek, hayret kelimesi de tam olarak şaşkınlığı ifade ediyor. Bebeklerin, çocukların en basit şeye bile nasıl şaşırdığını bilirsiniz. En doğal ve doğru tepkiyi onlar verirler. Yüzlerine değen suya, ayaklarına takılan taşa, kendi hâlinde yürüyen karıncaya müthiş bir heyecanla karşılık verirler. Aslında insan hayret makamında dünyayı seyre başlıyor ve zaman içindeki tekrarlar büyüyü bozuyor. Masal diyarının ihtişamından gerçek dünyanın durağanlığına düşüyor. İşte bu noktada direnç göstermek gerek öyle değil mi? Evet, her gün, her an ve her şeye karşı kalben şaşkınlık içinde bulunmak… Bin bir gece masalları gibi ömür boyu bir masalın içinden çıkmamak… Bu, insanın başına gelebilecek en güzel şey.
İnsan hâkim olamadığı güç ve güzellik karşısında çaresizce seyre dalar, aklı mantığı durur ve acizliğini hisseder. İşte hayranlık dedikleri şey budur. Aşka düşmekle hayrete düşmek o kadar benzerdir ki fiilleri bile aynıdır. Düşmek insana özgüdür çünkü. Mutlak güç ve güzelliğin sahibi bir insanın yüzünde, bir şelalede, karlı bir dağda, yıldızlı bir gökyüzünde ya da bir çiçeğin duruşunda tecelli eder ve göz bu ihtişam karşısında çaresizliğini fark eder. Zaten güç yetirdiği anda hayranlığın yerini kibir ve zulüm alır.
Hayranlığın modern adı fanatizm. Bir şarkıcı, futbolcu ya da sinema oyuncusuna hayranlığın arkasında ulaşılmazlık ve o noktaya gelme ümitsizliği yatar. Zaten aynı sahnede başrol alabilecek imkânı ve yeterliliği olan biri neden ekran başında seyirciliğe mahkûm olsun ki? Herkes oraya ulaşamaz ve ulaşanlar saygıyla izlenir ve alkışlanır. İnsanlar bu derece büyük sevgi duydukları kişinin her hareketini taklit etmek isterler ve onu tanımak için çaba gösterirler. Onunla karşılaştıklarında bir imza ve fotoğraf için çırpınırlar. Bütün hayranlar tek bir kişinin etrafında pervane olur ve kendi varlıklarını hiçe sayarlar. Egonun silindiği bir andır o buluşma anı. Safi sevinçten oluşur.
Tasavvuf kapısından girince de durum hiç değişmiyor. Marifet makamını aşan dervişler de hayret makamına geçtiklerinde Yaradan’ın rengine boyanmak ve İlâhî varlıkla bütünleşmek isterler. Büyük bir mücadelenin içine girerler ve nefisleriyle savaşmaya başlarlar. Her şeye sıradanmış gibi bakınca asıl varlık, asıl şahanelik perdelenir ve görünmez olur. Tam da bu noktada körlük ve sağırlık başlar, duyular tıkanır ve elbette isyan ve kavga başlar. Şükrün, memnuniyetin ve mutluluğun kapısı kilitlenmiş olur. Halbuki çocuksu sevinç için daima şaşkınlık duygusu taşımak gerek. Yemek için sofra kurulurken açlık bütün ruhunu sarmalı, o muhteşem kokuları, tatları alabilmenin başka yolu var mı? Bir manzaraya bakarken sanki daha önceki hayatında hiç renk ve şekil görmemiş gibi dünyayı ilk kez keşfeder gibi bakmalı, her nefes aynı coşkuyla alınmalı.
Ne kadar şaşılacak şey var aslında. Küçük dilini yutacak gibi olmalı insan duyduğunda. Ses duyabilmek, renk görebilmek, yaşıyor olmak konuşabilmek, hissedebilmek olağanüstü güzel değil mi? Zaten olağan ya da sıradan diye bir kavrama yer yok benim dünyamda. Her sabah uyanınca hayretten dilim tutulmuş gibi susarak başlamalıyım güne ve dilim çözüldüğü an elhamdülillah demeliyim. Ayaklarım yerden kesilmiş olmalı anneliğimi her hatırlayışımda. Yoksa sıradanlaşıverir ve angaryaya dönüşür her fedakârlık. Sonra da özgürlüğüme ket vurmuş gibi düşman kesilirim çocuklarıma. Yıllar da geçiverir bir taraftan ve sevgimi esirgediğim yavrularım kendi dünyalarını kurmuş olurlar. Yaşanmamış yıllar kalır geriye. Şükür ki bu kâbusu hayalimde canlandırdım ve yeni doğdukları anları hatırlayarak yemek yapıyorum onlara. Yani şükür ve heyecan dolu bir anne kalbiyle… Her çocuk ana babasına hayran olmalı değil mi? Her öğrenci öğretmenine. Bir öğretmen son dersini bile ilk dersi kadar heyecanla anlatmalı.
Bu satırlarımı damıtılmış bir iksirin kapatıldığı küçük bir cam şişe gibi görüyorum. Okuyanlar şişenin tıpasını çıkartınca öyle güzel bir koku duysunlar ki bir an her şeye hayretle baksınlar, kalpleri yerinden fırlayacakmış gibi olsun. Hayatın Hayy sıfatının yansıması olduğunu ve taşın bile canı olduğunu fark etsinler. Hatanın, günahın Tevvab sıfatının yansıması olduğunu ve her tövbenin affı olabileceğini bilsinler. Öğrendikleri her bilginin sadece marifet makamına yükselten Burak olduğunu anlasınlar. Görsünler ki gerçekte gören, göz değildir; duyan, kulak değildir. Gördüklerinden yola çıkıp görmediklerini, duyduklarından yola çıkıp duymadıklarını hayal edebilmenin gücü var insanda. “Hak bir gönül verdi bana/ Ha demeden hayran olur” dediği gibi Yunus’u, fiziğe hayretle bakıyorum, kimyaya da... Uzaya hayretle bakıyorum dünyaya da… İnsana hayretle bakıyorum, hayvana da... Parmaklarından saçlarına kadar, gülüşünden gözyaşına, şiirinden şarkısına, hasretinden vuslatına kadar insan ne ilginç değil mi?
Yıllar ilginç değil mi, ölüm ilginç değil mi? Hem de çok ilginç… Nasıl yani! Kim ve neden seçti bu olanları, hayatı ve ölümü mesela ya da bu gökyüzünü… Şaşırılmayacak bir tek şey söyleyin bana ama yok ki, söyleyemezsiniz. Belli ki bir emre amade, büyüleyici zamanın ritmiyle raks eden bir evrende dönüyoruz. Muazzam, muhteşem, eşsiz, olağanüstü, hayretlere düşüren bir varoluşun merkezinde gibiyiz. Ama hiç kimsenin haberi yokmuş gibi de küçücüğüz evrende. Biz atoma göre neyiz, hücreye göre neyiz, güneşe göre neyiz, galaksilere göre neyiz, ağaca, çiçeğe, böceğe göre neyiz? Yolda yürüyorum, sıradan bir gün, sıradan olaylar, sıradan bir çeşmeden su içiyorum. Sıradan bir dükkândan bir şeyler alıyorum. Yani anlayacağınız tamamen sıradan bir gün geçirdikten sonra akşam eve dönüyorum. Haberler yine cinayet, kaza gibi bildik şeyler. Sonra uykum geliyor yine uyuyorum. Halbuki birazcık düşünüversem yaşadığım bir günün içindeki hiçbir şey sıradan değil, tekrarı olmayan harikulade tecrübeler. Kötülükleri normal ve olağan algılamak acı geliyor. Onlara daha çok şaşırmalıyız aslında. Yoksa başka türlü tepki gösteremeyiz. Meydan daima iyilerle dolmalı.
Bütün duyguları, davranışları yerli yerinde olup yine de hayretle dolup taşabilir insanın kalbi. Bu, aşkın insan kalıbına dökülmüş ve şekillenmiş hâlidir. Bir ezan sesine kulak kabartmak, bir abdest almak, bir dertlinin derdini dinlemek, bir borçlunun borcunu ödemek, bir selam vermek, iki kelam etmek, bir gülümsemek, bir davet, bir dua, bir tesbih, bir sabır, bir af, bir sır saklama, bir itina, bir çaba… Hepsi de gerçek bir aşkın insan bedeninde görünür hâlidir. “Hayret doğrusu!” derler ya şaşıp kalınca; doğrusu, hayret edebilmektir ömür boyunca…



