Hayret mâkâmı

Perdeyi aralayıp doğruyu görebilmek için gerekli olan hususlar zikir, ibadet, fikir ve Hakk’a yolculuktur. Şartları yerine getirdiğimizde bu âleme yönelik aklı devreden çıkarmış ve asıl âlemle temasımızı sağlayacak olan üst akla erişmiş oluruz. Üst akıl sayesinde de kademe kademe olarak eriştiğimiz delilik, bizi mânâ ile temas ettirir.

“ATEŞTEN ata binmişim,/ Yârin ilinde inmişim./ Ben ancak şimdi dinmişim;/ Bu, bir hayret mâkâmıdır!”

Tasavvuf anlayışında “ney” sembolü ile tanımlanan, kâmil insandır. Ney; bir ulak, bir habercidir. Onun haberciliği, kendisine gelen ilhamın sevkini gerçekleştirmesi ile olur. Zira bu habercilikten kasıt, asla durumdan görev/vazife çıkarmak değildir.

Ney, insanları doğru yola götürmekle görevlendirilmiştir. Fakat bu yol, çok çetin ve dikenlerle dolu bir yoldur. Ney de bunun bilincindedir ve işin başından itibaren yolun tekin bir yol olmadığı konusunda hem kendisini, hem de muhataplarını uyarır. 

Kan ve ateş dolu bu yola çıkmaya niyet eden yolcu, bütün engelleri aşmalı, menzile ulaşmalıdır. Buradaki yolcu ile kastımız “âşık”, yol ise “aşk yoludur”. Aşk yolculuğu, güllük gülistanlık değildir. Herkesin her söylediği ve her yaptığı ile geçtiği bir yol da değildir. 

Tasavvufta aşk, kılavuzluk vazifesini yüklenir. Aşkın etkisine giren mürşitler, öyle bir an olur ki delilik alâmetleri gösterirler. Dillerinden ve gönüllerinden dökülen aşk sözleri olduğu için bunlar aklın sınırları içinde kavranamaz. Kavrama hususu hem mürşit, hem de muhatap için geçerlidir. Zira bu yükün ağırlığıyla can veren, kanı dökülenler vardır. Bu hususta akla ilk gelen ve en çok sözü edilen zatlardan biri Hallac-ı Mansur’dur. Mansur, aşkı kavrayamayanlar ve ondaki sırrı anlayamayanlar tarafından öldürülmüş, yakılıp külleri göğe savrulmuştur.

Hatırlanması gereken diğer bir önemli isim ise Seyyid Nesimi’dir. O da aşk yolunda türlü zulme, sıkıntıya uğramış, derisi yüzülerek idam edilmiştir.

“Yüzseler de benim derim,/ Soysalar bütün bedenim,/ Ben yılmam, yine giderim;/ Bu, bir hayret mâkâmıdır!

Görüldüğü gibi bu yol, gerçekten de kanla dolu bir yoldur. Hakk âşıklarının can verdiği bu yolda öyle sahte âşık kisveliler de vardır ki tek parmağından geçemez. Nesimi’nin idamına hükmeden Malikî kadısı da bunun en ayan örneğidir. Tek parmağın uğruna Hakk’tan kaçmayı tercih etmiştir. Oysa gerçek âşığın bütün bedeni soyulmuş, derisi yüzülmüş lâkin sesi çıkmamıştır.

Sözünü ettiğimiz bu yol, geçmişte tehlikelerle doluydu. Günümüzde de aynı olan bu durum gelecekte de değişmeyecek. Çünkü bu yolun özelliği budur. Ney de bu durumun altını daima çizmektedir. 

En baştan beri ney, insan-ı kâmili anlatmaktadır. Bu insan, sıradan bir insan değildir. Ateşlere atılan, benliğinden sıyrılan, kanı dökülen bir insandır. Üstelik tüm bunlara “Başım gözüm üstüne!” diyen bir candır. Bu can, Mecnun’dur. Neyin anlattığı da Mecnun’un aşk hikâyeleridir. 

Mecnun, Leyla’ya olan aşkı ile efsaneleşen bir Arap gencidir. Asıl adı, Kays’tır. Lâkin aşkının şiddeti, ona “Mecnun” dedirtmiştir. Mecnun’un kelime anlamı “cinlere karışmış, deli”dir. Bu hâliyle Mecnun, âşıkların sembolü olmuştur. 

Mecnun’u akıllara kazıyan deliliği değil, Leyla’ya olan sevdasıdır. Aşk alâmetlerini gören babası, iyi olması için onu Kâbe’ye götürür. Mecnun ise burada Allah’a aşkını arttırması için dua eder. Duası kabul olunca da aşkı artar ve kendini çöllere vurur. Aşkının şiddeti karşısında babası da rıza gösterir ve durumu kabullenir. 

Mecnun hem bu yola, hem de yoldaki ateş ve dikenlere sevdalıdır. Çünkü o, bu âleme ve âlemdeki işaretlere sıradan bir bakışla değil, üst bir idrak ile bakmaktadır. Gözünün, gönlünün değdiği her yerde ayrı bir dil, ayrı bir anlatım görmektedir. Onun gördükleri bizlere perdeli, ona ise ayan beyandır. Bunun müsebbibi ise aşktır. Öyle ki aşk sayesinde bütün canlılar ve nesnelerle aynı dili konuşacak bir mâkâma yükselmiştir. 

“Dostum olmuş dağlar, taşlar;/ Başıma üşüşür kuşlar./ Akıyor özümden yaşlar,/ Bu bir hayret mâkâmıdır!”

Aşk yoluna giren yolcu, bu yolda kademe kademe ilerlemektedir. Öncelikle bir bağ olarak görülen akılla ilgili kayıtlarından kurtulur. “Kör duyular” şeklinde nitelendirebileceğimiz ve bize sınırlı, sayılı veriler sağlayan duyuların iplerinden sıyrılır. Zira bu duyuları idare ve kontrol eden akıldır. Duvarları yıkan âşık, öncelikle dibi görür. Sonra yükselmeye başlar. Aşk Burak’ına biner, dipten yükselir ve Burak’tan indiğinde nefsine ait bütün izlerden kurtulmuştur.

Aklına ve nefsine ait bütün kayıtları sıyırıp atan can, saf ve katıksız iç duyulara ulaşır. Ulaştığı noktada gördükleri karşısında tek söz söyleyemez ve bir dilsize dönüşür. Olması gereken, doğru olan da budur. Fakat bazı nasipsiz fukaralar, gördüklerini bülbül gibi şakımaya, gelene geçene anlatmaya başlar. Bu, onlardaki kemâlin noksan kalacağının bir işaretidir.

“Tacı tahtı bedbaht eyler/ Yâr ile içilen meyler./ Ne duyduysa hepsin söyler./ Bu bir hayret mâkâmıdır!”

Hayret mâkâmı, dervişlerin bir kısmının çile sürecinde karşı karşıya kaldıkları ilk hâl basamağıdır. Bu basamaktaki görüntüler dervişe her şeyin aksini gösterir. Kısacası bizim doğru olarak bildiğimiz şeyler burada eğridir. Bu zıtlık karşısında ne yapacağını şaşıran aşk yolcusu da durumunu doğrudan doğruya açığa vuramadığı zaman farklı yollara başvurur. Şathiye, bu yolların akla ilk gelenidir. Dışarıdan kör duyularla bakıldığında şathiyelerde akıl dışı ve saçma bir âlem resmi çizilir. Oysa bakmasını bilen için asıl gerçek oradadır. Kaygusuz Abdal, meşhur şathiyesinin bir bölümünde şöyle der: “Kıldan köprü yaratmışsın/ ‘Gelsin kulum geçsün’ deyü/ Hele biz şöyle duralım/ Yiğit isen geç a Tanrı…”

Aklın ayak bağlarıyla baktığımızda bu sözlerin mânâsını anlayabilmek mümkün değildir. Oysa Kaygusuz, bu kelâmı ederken bulunduğu mâkâmda kelime ve nesnelerin gerçek karşılıklarını idrak etmektedir. Zira bizler bu âlemde hiçbir şeyi gerçek karşılığı ile görmüyoruz. Hepsinin önünde bir engel, bir perde vardır. Daha doğrusu, temas ettiğimiz nesneler de birer engel ve örtüdür. Onlar bir yüce sırrı gizlemektedir ve bu sırrı sözle anlatabilmek mümkün değildir. Çünkü söz de mânâyı gizleyen bir perdedir. Kişi hayret mâkâmındayken yapması gereken en doğru şey susmaktır. Bunu başaramazsa gönül terazisi mânâ deniziyle dolmaz.

Ne zaman ki mânâ denizi gönül terazisine dolar ve aşk yolcusu insan-ı kâmil mâkâmına gelirse, o vakit söylemenin vaktidir. Çünkü kamışlıktaki saz, artık ney olmuştur.

Neyin en tabiî vazifesi söylemektir. Yârden izin gelmiştir. Hamlık, tümlüğe dönüşmüştür. Sabırla olgunlaşan meyvelerin hasat vaktidir. Zira vaktinden önce derilen meyve, ne tat verir, ne tuz. Safi israftır.

Velî zatlar, anlatışlarını farklı isimler altında yaparlar. Doğrudan doğruya “Ben” demezler. Onların Mecnun olarak da, Mansur olarak da anlattıkları, aslında kendileridir. Tek olan hakikati anlatmak asıl gayeleri olduğu için, kimin anlattığının bir önemi yoktur. Böylelikle hem cephe oluşmasının önünü kesmiş, hem de nefsilikten arınmış olurlar.

Cenab-ı Hakk, velî kullarını bu geçici dünya hayatında sürekli imtihan etmiştir. Onların çıktığı yolun dikenli ve kanlı bir yol olduğunu daha önce de dile getirmiştik. Bu zatların hayatları, dışarıdan bakıldığında çileli ve bedbahttır. Sıkıntı ve meşakkat bir an olsun eksik olmaz, yakalarını bırakmaz. Aslında biz, onları o şekilde görürüz. Demek ki bazı şeylerin hakikatinin bizim tarafımızdan görülmemesi daha iyiymiş. Çünkü her mahrem, her cana bildirilmez. Mahreme sırdaş olabilmek için Mecnun olmak gerekir. Aklın devre dışı bırakılması şartı aranır. Zira akıl, mânâ ile teması engellemektedir. Bu nedenle kişi, bilinçli olarak aklını perdeleme yolunu seçer. Bu perde ki, hakikatin perdelerini aralar.

Perdeyi aralayıp doğruyu görebilmek için gerekli olan hususlar ise zikir, ibadet, fikir ve Hakk’a yolculuktur. Şartları yerine getirdiğimizde bu âleme yönelik aklı devreden çıkarmış ve asıl âlemle temasımızı sağlayacak olan üst akla erişmiş oluruz. Üst akıl sayesinde de kademe kademe olarak eriştiğimiz delilik, bizi mânâ ile temas ettirir.

“Ne cinnette, ne cennette,/ Beni anlarlar elbette./ Olsun, belki kıyamette/ Bu bir hayret mâkâmıdır!”