Hayret etsek mi, etmesek mi?

Sabah ezanında okunan ve “Namaz uykudan hayırlıdır” anlamına gelen “Esselatu hayrun minen nevm” kısmını adam hayatında ilk defa duymuş. “Esselatu” ifadesinden hareketle fikir yürütmüş, salâ veriliyor diye hükmetmiş. 11 yaşındayken ilk defa ezan duyan Attila İlhan’ın o hâlini kendi ağzından öğrenince, hayret etmiştik. Bu komşumuz, 40 veya 45 yaşındayken ilk defa sabah ezanı işitmiş. Ona ne demeli?

ORUÇ açmakta acele etmek makbuldür. Aksi olsaydı, dinî hassasiyeti yüksek kişiler, iftarı ne kadar geç yaparlarsa o kadar sevap kazanacaklarını düşünürlerdi.

O zaman da iftarı geciktirir, sahura ne kadar fazla yaklaştıracaklarını tartışır, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Öyle görünmek isteyenler de onlara dâhil olurdu.

Efendimiz (sav), “Oruç açmakta acele ettikleri sürece Müslümanlar hayır üzere yaşarlar” buyurmuştur.

Sahuru ise geciktirmek aynı çerçevede…

Sebep açık; vücut sağlığını korumak şart. Sağlığı yerinde olmayanların kendine de faydası olmaz, topluma da. 

*

Küçük yaşlardayken iftarı beklemek, bizim için ayrı bir keyifti.

Sabırsızlık ve heyecan birbirine karışır, atılacak topu, okunacak ezanı mahalledeki arkadaşlarla beraber beklerdik.

İlçe ile aramızdaki üç kilometrelik mesafe yüzünden, karşı yamaçta atılan topun önce alevini görürdük. Beraberinde duman çıkar, biraz sonra da sesi gelirdi. Ardından ezan okunurdu.

Biz çocuklar, kayalar üzerinde yerimizi almış tetikte beklerken sohbet ederdik ama vakit yaklaştıkça söz kendiliğinden biterdi. Gözlerimizi karşıdaki yamaca diker, sessizce topun ağzından alev çıkmasını beklerdik. O mesafeden top görünmezdi ama küçük bir nokta gibi yerini bilirdik.

Topun ağzında, kırmızıyla sarı karışımı alev göründükten sonra sesin gelmesini beklemez, “Top patladı, top patladı” diye bağırarak evlere doğru koşmaya başlardık.

O sırada “Güm!” sesi de bizi kovalar gibi kulağımıza ulaşır, aynı anda ezan da başlamış olurdu.

“Allah-u Ekber, Allah-u Ekber…”

Evlere girer, sofra başındaki yerimizi alırdık.

Kayalara en yakın ev bizimki olduğundan, evine ilk varan ben olurdum.

Ramazan günlerinin en heyecanlı kısmıydı topun patlamasını beklemek.

Pide alma işi üstümüze düşmüşse şayet, o görevi vakitlice hâlletmeye bakar, kaya başına çıkmak için acele ile koşturur, yerimizi alırdık.

O zamanlar kafama takılan sorular vardı.

Neden topun sesi ile görüntüsü aynı anda gelmiyor?

Ezanı okuyan hoca, orucunu ezana başlamadan mı açıyor, yoksa bitirince mi?

İlk sorunun cevabını okulda öğrendik. Ses hızı ile görüntü (ışık) hızı aynı değilmiş. Ses daha yavaş ilerliyormuş.

Fakat diğer sorunun cevabını hâlâ bilmiyorum.

Nereden baksak, ezan iki üç dakika sürüyor. Oruç açmak için de acele etmek gerektiğine göre, belki hoca dediğimiz müezzin, bir yudum su ile açtıktan sonra ezana başlıyordur.

*

1925 senesinde, İzmir Menemen’de bir çocuk dünyaya gelir. Adını “Attila” koyarlar. Soyadı “İlhan”dır. Babası savcıdır ve dinle imanla pek alâkası yoktur.

O çocuk, ileride şair olacaktır.

Attila, oturdukları semtte hiç ezan sesi duymadan büyür.

Şöyle anlatıyor:

“Ben İzmir’de büyüdüm. Bizim oturduğumuz semtte 11 yaşına kadar Ezan-ı Muhammedî duymadım. Yoktu, en yakın cami Mustafa Kemal Paşa’nın annesinin yattığı yerdeydi. Burası da bize çok uzaktı. İftar bile, top atılırdı da öyle açılırdı. Bizim dadımız Emine Nine beni sırtına alırdı, orucumuzu açacağız diye gezdirirdi. Orucu açardık.”

11 yaşındayken ilk defa ezan sesi duyan bir çocuğun o anda neler hissettiğini anlamak kolay değil. Tahmin etmeye çalışsak da tam tutturamayız.

Dine dair pek bir bilgi edinmeyen, edinmesine gerek görülmeyen bir çocuk…

Aile öyle münasip görmüş. Çevre de baba ile aynı kafada.

Yine de dadısı Emine Nine’nin sırtında uzaklara gidip “oruç açması” iyi tabiî. Ona da şükür.

Şöyle devam ediyor Attila İlhan:

“Din eğitimimiz yok. Yani babam bize böyle bir şeyi uyumlu görmemiş. Biz din eğitimi almadık, böyle bir şey yok. O zaman zaten din eğitimi yoktu ortada. Yalnız anne tarafından ninemin evine gittiğim zamanda, o çok dindardı; ölünceye kadar namazını kıldı. Dinin bütün gereklerini yaptı. Onun kocası dedem; o da çok dindardı. O evde bir din havası olurdu. Orada işte biraz bazı duaları öğrenirdik. Ben sana ikinci bir şey söyleyeyim. Diğer ninemin babası İttihatçıydı. Yani ailenin bir laik damarı var, bir de dindar damarı…”

*

Geçenlerde bizim mahalledeki cami hocasını müftülüğe şikâyet etmişler.

Sabahın köründe salâ veriyor diye...

“Daha güneş bile doğmadan salâ okunur mu? Tam da kulağımızın dibinde. Hoparlör bangır bangır. Beklese de gündüz vakti okusa daha iyi olmaz mı? Gündüzler çuvala mı girdi?”

İşin aslı başka, azizim!

Sabahın köründe salâ veren yok tabiî.

Darbe teşebbüsü de olmadığına göre, o neyin nesi?

Şudur:

Sabah ezanında okunan ve “Namaz uykudan hayırlıdır” anlamına gelen “Esselatu hayrun minen nevm” kısmını adam hayatında ilk defa duymuş.

“Esselatu” ifadesinden hareketle fikir yürütmüş, salâ veriliyor diye hükmetmiş.

11 yaşındayken ilk defa ezan duyan Attila İlhan’ın o hâlini kendi ağzından öğrenince, hayret etmiştik. Bu komşumuz, 40 veya 45 yaşındayken ilk defa sabah ezanı işitmiş. Ona ne demeli?

Ona da hayret etsek mi, etmesek mi?

(Attila İlhan, pek çok da roman yazmıştır ve bir tanesi “Dersaadet’te Sabah Ezanları” ismini taşır.)

*

Yalnızca sabah ezanında okunan o kısmın hikâyesi de pek hoştur.

Bir gün Peygamber Efendimiz (sav), Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu sabah ezanını duymadığı için uyanamamış.

Bilâl-i Habeşî gelmiş, kapıya vurarak, “Esselatu hayrun minen nevm Yâ Resûlallah” diye iki defa seslenmiş.

Resûl-ü Ekrem hemen kapıya çıkmış ve “Bu çok güzel yâ Bilâl, bunu daima söyle” demiş.

O günden beri sabah ezanlarında okunmaktadır ve Allah’ın izniyle hep okunacaktır.