ORUÇ açmakta acele
etmek makbuldür. Aksi olsaydı, dinî hassasiyeti yüksek kişiler, iftarı ne kadar
geç yaparlarsa o kadar sevap kazanacaklarını düşünürlerdi.
O
zaman da iftarı geciktirir, sahura ne kadar fazla yaklaştıracaklarını tartışır,
birbirleriyle yarışa girerlerdi. Öyle görünmek isteyenler de onlara dâhil
olurdu.
Efendimiz
(sav), “Oruç açmakta acele ettikleri
sürece Müslümanlar hayır üzere yaşarlar” buyurmuştur.
Sahuru
ise geciktirmek aynı çerçevede…
Sebep
açık; vücut sağlığını korumak şart. Sağlığı yerinde olmayanların kendine de
faydası olmaz, topluma da.
*
Küçük
yaşlardayken iftarı beklemek, bizim için ayrı bir keyifti.
Sabırsızlık
ve heyecan birbirine karışır, atılacak topu, okunacak ezanı mahalledeki arkadaşlarla
beraber beklerdik.
İlçe
ile aramızdaki üç kilometrelik mesafe yüzünden, karşı yamaçta atılan topun önce
alevini görürdük. Beraberinde duman çıkar, biraz sonra da sesi gelirdi.
Ardından ezan okunurdu.
Biz
çocuklar, kayalar üzerinde yerimizi almış tetikte beklerken sohbet ederdik ama
vakit yaklaştıkça söz kendiliğinden biterdi. Gözlerimizi karşıdaki yamaca
diker, sessizce topun ağzından alev çıkmasını beklerdik. O mesafeden top
görünmezdi ama küçük bir nokta gibi yerini bilirdik.
Topun
ağzında, kırmızıyla sarı karışımı alev göründükten sonra sesin gelmesini beklemez,
“Top patladı, top patladı” diye bağırarak evlere doğru koşmaya başlardık.
O
sırada “Güm!” sesi de bizi kovalar gibi kulağımıza ulaşır, aynı anda ezan da
başlamış olurdu.
“Allah-u
Ekber, Allah-u Ekber…”
Evlere
girer, sofra başındaki yerimizi alırdık.
Kayalara
en yakın ev bizimki olduğundan, evine ilk varan ben olurdum.
Ramazan
günlerinin en heyecanlı kısmıydı topun patlamasını beklemek.
Pide
alma işi üstümüze düşmüşse şayet, o görevi vakitlice hâlletmeye bakar, kaya
başına çıkmak için acele ile koşturur, yerimizi alırdık.
O
zamanlar kafama takılan sorular vardı.
Neden
topun sesi ile görüntüsü aynı anda gelmiyor?
Ezanı
okuyan hoca, orucunu ezana başlamadan mı açıyor, yoksa bitirince mi?
İlk
sorunun cevabını okulda öğrendik. Ses hızı ile görüntü (ışık) hızı aynı
değilmiş. Ses daha yavaş ilerliyormuş.
Fakat
diğer sorunun cevabını hâlâ bilmiyorum.
Nereden
baksak, ezan iki üç dakika sürüyor. Oruç açmak için de acele etmek gerektiğine
göre, belki hoca dediğimiz müezzin, bir yudum su ile açtıktan sonra ezana
başlıyordur.
*
1925
senesinde, İzmir Menemen’de bir çocuk dünyaya gelir. Adını “Attila” koyarlar.
Soyadı “İlhan”dır. Babası savcıdır ve dinle imanla pek alâkası yoktur.
O
çocuk, ileride şair olacaktır.
Attila,
oturdukları semtte hiç ezan sesi duymadan büyür.
Şöyle
anlatıyor:
“Ben İzmir’de
büyüdüm. Bizim oturduğumuz semtte 11 yaşına kadar Ezan-ı Muhammedî duymadım.
Yoktu, en yakın cami Mustafa Kemal Paşa’nın annesinin yattığı yerdeydi. Burası
da bize çok uzaktı. İftar bile, top atılırdı da öyle açılırdı. Bizim dadımız
Emine Nine beni sırtına alırdı, orucumuzu açacağız diye gezdirirdi. Orucu açardık.”
11
yaşındayken ilk defa ezan sesi duyan bir çocuğun o anda neler hissettiğini
anlamak kolay değil. Tahmin etmeye çalışsak da tam tutturamayız.
Dine
dair pek bir bilgi edinmeyen, edinmesine gerek görülmeyen bir çocuk…
Aile
öyle münasip görmüş. Çevre de baba ile aynı kafada.
Yine
de dadısı Emine Nine’nin sırtında uzaklara gidip “oruç açması” iyi tabiî. Ona
da şükür.
Şöyle
devam ediyor Attila İlhan:
“Din eğitimimiz
yok. Yani babam bize böyle bir şeyi uyumlu görmemiş. Biz din eğitimi almadık,
böyle bir şey yok. O zaman zaten din eğitimi yoktu ortada. Yalnız anne
tarafından ninemin evine gittiğim zamanda, o çok dindardı; ölünceye kadar
namazını kıldı. Dinin bütün gereklerini yaptı. Onun kocası dedem; o da çok
dindardı. O evde bir din havası olurdu. Orada işte biraz bazı duaları
öğrenirdik. Ben sana ikinci bir şey söyleyeyim. Diğer ninemin babası
İttihatçıydı. Yani ailenin bir laik damarı var, bir de dindar damarı…”
*
Geçenlerde
bizim mahalledeki cami hocasını müftülüğe şikâyet etmişler.
Sabahın
köründe salâ veriyor diye...
“Daha güneş bile
doğmadan salâ okunur mu? Tam da kulağımızın dibinde. Hoparlör bangır bangır.
Beklese de gündüz vakti okusa daha iyi olmaz mı? Gündüzler çuvala mı girdi?”
İşin
aslı başka, azizim!
Sabahın
köründe salâ veren yok tabiî.
Darbe
teşebbüsü de olmadığına göre, o neyin nesi?
Şudur:
Sabah
ezanında okunan ve “Namaz uykudan hayırlıdır” anlamına gelen “Esselatu hayrun
minen nevm” kısmını adam hayatında ilk defa duymuş.
“Esselatu”
ifadesinden hareketle fikir yürütmüş, salâ veriliyor diye hükmetmiş.
11
yaşındayken ilk defa ezan duyan Attila İlhan’ın o hâlini kendi ağzından
öğrenince, hayret etmiştik. Bu komşumuz, 40 veya 45 yaşındayken ilk defa sabah
ezanı işitmiş. Ona ne demeli?
Ona
da hayret etsek mi, etmesek mi?
(Attila
İlhan, pek çok da roman yazmıştır ve bir tanesi “Dersaadet’te Sabah Ezanları”
ismini taşır.)
*
Yalnızca
sabah ezanında okunan o kısmın hikâyesi de pek hoştur.
Bir
gün Peygamber Efendimiz (sav), Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu sabah ezanını
duymadığı için uyanamamış.
Bilâl-i
Habeşî gelmiş, kapıya vurarak, “Esselatu hayrun minen nevm Yâ Resûlallah” diye
iki defa seslenmiş.
Resûl-ü
Ekrem hemen kapıya çıkmış ve “Bu çok güzel yâ Bilâl, bunu daima söyle” demiş.
O
günden beri sabah ezanlarında okunmaktadır ve Allah’ın izniyle hep okunacaktır.