
DURU, saf, berrak ve
temiz olmak… Kirlilikten, karmaşadan ve bulanıklıktan kıyas kabul etmeksizin
daha güzel görünüyor, öyle değil mi? Net olmak, dolambaçlı olmaktan,
kaypaklıktan çok daha güzel duruyor, değil mi? Temiz kirleniyor, berrak
bulanıyor. Ama neden kolay görünüyor yalan söylemek? Evet, cevabını biliyorum;
ânı kurtardığı için rahatlıyor insan. Ama her bir köşeden çıkıp gözlerini
dikiyor gözbebeklerimin ta içine ve içimdeki sonsuzluğa karışıp ruhumu gasp ediyor.
Tıpkı bir borçlu gibi… Alacağını bekleyen ve sabrı öfkeye karışan bir alacaklı
gibi bekliyor yalanım. Ama ben o ânı kurtardım işte, ne diye çekip gitmiyor da
bekliyor öylece?
Nefretle,
kinle, intikam ateşiyle dolmak… Sevgiden, şefkatten, aşktan, daha ucuz ve daha
korkakça görünüyor. Nefret daha iğreti, daha terbiye görmemiş, daha cehâlet
kokan bir duygu. Sevgi gibi bedel istemez, adanmışlık ve feda gerektirmez. Yok
etmeye ve acı vermeye bağlı, durulmayı bekleyen bir kabarıştır nefret. Hâlbuki
sevgide empati ve anlayış gizlidir, bütünleşme ve kavuşma isteği vardır. Yaşamak
ve yaşatmaktır sevginin özü. Neden bir kuş can çekişirken çocuk gözyaşı döker?
Kalbinde saf ve duru bir sevgi olduğu için… O kuşun bir daha uçamayacağını
düşünür çocuk. Büyükse neden başını çevirip gider ve hâlâ gülebilir bir kuş
ölürken? Merhameti bulanıklaştığı ve sevgisi köreldiği için… Çocuk neden
içinden geçeni pat diye söyler yüze? Fıtrata dürüstlük kodlandığı ve huzurun
kaynağı olduğu için...
Bunca
dolambaç, bunca kıvırma neden? “Kazanmak için” diyecek oluyorum, ama bu,
kaybetmenin ta kendisi!
Bilgi
ne kadar hayat kurtarıcı, ne kadar havalı! Hele bilgelik, bilimsellik, nasıl da
şık duruyor öyle bakınca. Ama yanlış bilgi öldürür, süründürür, saptırır,
yakar, yok eder. Bilgi, vicdanla birlikte akıldaki yerini yurdunu bulursa insafa,
şifâya dönüşür. Her duyduğuna akacak bir beyin, kararlı ve sağlam durabilir mi?
İnternetle bağlandık hayata, maşallah, her yerden çekiyor artık. Çekiyor mu,
çektiriyor mu, orada bir soru işareti duruyor!
Hayata
böyle mi bağlanılır? Ne nasıl olur, doğrusu eğrisi nedir? Her ağızdan bir ses çıkıyor
ama temiz bilgiyi akla dâhil edip elemek, süzmek zor. Bilgi, dikkatleri
çıldırtmışçasına üzerine çekerek kulaklarımıza doluyor artık. Benim sakinliğe
ihtiyacım var. Arar, bulurum gerektiğinde. Pazarlanan ve reklâmla sunulan,
yapmacık gülüşlerle süslenmiş, güvenli görünmek için kırk takla atan bilgiye ihtiyacım
yok benim!
“Herkesin
doğrusu kendine” deyip, kendi bilgimi arındırıp, kendi bedenime ve ruhuma uygun
olanını seçmeliyim. Tabiî ki düşünüp karar vermem gerek; iki arada bir derede,
oldubittiyle, irademe hakaret gibi kabullenmeye zorlanmam korkunç bir facia.
Olur ya, bir boşluğuma denk gelir, bir zayıf ânıma, o boşluklarımı; zayıf
anlarımı kollayan onca çakalla birlikte yaşıyorum dünyada. İnsan, iç dünyasının
kalelerini güçlü donatmalı.
Her
bilgi güvendirmek ve doğruluğunu ispat etmek için gülücükler saçıyor, ışıltılı
ve görkemli duruyor karşımda. Ama ne zaman ki aslına eriyorum, her şey kof
çıkıyor. Çürük bir patates gibi berbat kokuyor.
Tefekkür saatleri olmalı insanın. Seher vakitleri rızıklar, nasipler pay edilirken Allah’tan dosdoğru bir yola iletmesi için yardım talep etmeli. Bir hidâyete karşılık bin saptırıcı yol var gözümü sabaha her açtığımda. Medya bir yandan kendi çığlığını koparıp gündem oluşturuyor. Dikkatleri istediği yönden istediği yöne çekip alıyor. Afişler, reklâmlar, banka promosyonları, şifâlı karışımlar, genç kalma formülleri, mutlu olmanın yolları, başarıya götüren adımlar ve daha neler neler… Peki, bütün bunlar başarmam, mutluluğum, sağlığım, beynimin ve kalbimin konforu için yeterli oldu mu? Aklım sancı çekmeden ve karışmadan, anam babam usûlü karnımı doyurabildim mi? İçimden geldiği gibi eşe dosta kendimi anlatabildim mi? Yok, olmadı! Çünkü durulmadım, arınmadım. Peygamber sözü dinlemedim, Allah kelâmı işitmedim, benim adıma herkesin uygun gördüğü tercihleri otomatik olarak kabul ettim.
Bir
sele kapılmış hâlde…
Bu
sel suyu, sandığımdan çok daha sürükleyici, önüne kattığını büyük çöplüğüne
götürüyor. Bir an önce bir şeyler yapmalıysam, kendimi bulmam için durmalı,
düşünmeliyim. Her gün acıkmış ruhuma rock müzik dinleterek ve karnıma cips
doldurarak doyamam. Kendime iyi gelecek gıdayı bulmalıyım. Yaşama hakkım kadar
tercih hakkım da önemli. Fazla yüklerimden kurtulmam gerek. Peygamber gibi
yesem, çoktan doyardım aslında; O’nun gibi giyinsem, dünyada aç açık kimse
kalmazdı. O’nun gibi gülümsesem dert tasa silinir, O’nun gibi selâmlaşsam
sosyalleşmek için medyanın tutsağı olmazdım.
O’nun
gibi yaşasam ilâçlara gerek kalmazdı, kişisel gelişim bilgileriyle ego şişkinliği
yaşamazdım. Kilo almazdım, dostlarım olurdu, gönlüm güldüğü için yüzüm de
gülerdi. Namaz kılar, evrenin dev boşluğundaki yerimi ve mâkâmımı tanırdım.
Şükrederdim hâlime, kaderime, bahtıma. Ayrıca yogaya para harcayıp teselli
aramazdım başka omuzlarda…
Herkes
aynı şeyin peşinde. Huzur, mutluluk, sağlık dilekleri herkesin dilinde. Ama
akıllara durgunluk verme yarışında olan, üst akıl olarak geçinenlerin aklına
uyarak bunlara erişmek zor ve hattâ “dost acı söylermiş” ama imkânsız. Allah’ın
mutlak gücüne hiçbir güç kıyas edilmediği gibi, mutlak ve sınırsız aklına
hiçbir akıl üst olamaz. Dünyayı yönetelim diye kollarını sıvayan o ateş ehli,
bir gün Hâkimlerin Hâkimi olan Allah’ın hükmüyle karşılaşacak ve hüküm
giyecekler. İlelebet yanmak, onların sonu olacak. Masumların kanıyla beslenen
insafsız ve inançsızlar, bir gün dünyanın yalan olduğunu ve onlara da yâr
olmayacağını bilecekler.
Ama
benim korkum bu değil elbet! Allah’ın tamamlayacağı nûru kimse söndüremeyecek,
biliyorum da, nefislerine yenik düşenlere üzülüyorum. Bu bensem de aynı, evlâdım
ya da komşum olsa da aynı. Masumların yenilgisine kahroluyorum. Bizler Bedir’de
üç yüz asker iken üç bin düşmanı yendik. Çanakkale gibi nice destanları
yazdırdık. Allah binlerce meleğiyle destek verdi ve okun yönünü O belirledi. Eğer
buna inancımız tamsa, biz yenilmeyiz. Şimdi de gıda terörüne kurban gitmez, algılarımızı
kirleten elleri kırmayı biliriz. Beynimizin kimyasıyla oynayanları kendi
açtıkları çukura iteriz. Ama dupduru bir kalbe sahip olarak...
Seher
bereketiyle, seccâdeyle alnımızın arasını açmadan, abdest suyunda arınarak bunu
yapabiliriz. Kimisi deist, kimisi ateist, kimisi aydınlanmış üst akıl
sapkınlığında kendine tuzak kuradursun, bizim imana ihtiyacımız var!
Bir
meyve yiyip de çekirdeğini alıp bir kapta biriktirsem, onu çürümeye terk etmek
yerine, potansiyel yüz binlerce çekirdeği toprağa ekebilirim. Bir doğru, bin
yanlışın önünde set olur, bereketlenir. Bir doğruyla buluşmuşsam, azımsamak
yerine, ona sımsıkı tutunabilirim.
Çocuk,
masumiyetin simgesidir ama ruhu anbean kirletiliyor. Gözlerini hiç
ayırmadıkları ekranlardan aldıkları bilgi ve görüntüler beyinlerine
nakşediliyor. Bir gün bize yabancı yabancı baktıklarında ve gözlerinde merhamet
ve insanlık aradığımızda geç kalmış olacağız. Şimdi duru kalmaları için
mücadele edilir ama yarın onu da yapamayız. Gün, bugündür! “Bugün oyalansın
beni rahat bıraksın” diye ellerine tutuşturduğumuz ekranlar, yarın bizi rahat
bırakmayacak.
Çocukluk
memleket gibidir, sıcak ekmek gibi tüter. Yarın büyüdüklerinde kirli paslı,
çarık çürük bilgiler mi donatsın kafalarını, acımasızlık, hayâsızlık mı dolsun
yürekleri?
Düşman
nerede?
Hiçbir
düşman, aklı başında, yaşını başını almış, karakteri oturmuş insanla uğraşmak
istemez, onun hakkında zaman ve emek harcamaz. Hedef daima gençliktir; kimlik
arayışında olan ve gelişmelere açık olan genç nesil, en kaçırılmayacak hedef
kitledir. Gençlere yönelik algı zehirlemesi bile daha masum kaldı, anne
karnında hedef alınıyor insanlık. Hayata gözlerini açmadan önce kuşatılıyor
etrafı. Düşman pınarın gözünü bulmuş, öyleyse bizim de arındırmaya
başlayacağımız kaynak bebekler olmalı. Aşılar skandal, normal doğmak yerine
sezaryen skandal, oyuncaklar skandal, çizgi filmler skandal, sütler ve mamalar
skandal… Hayır, ne kaldı geriye? Kire pasağa bulaşmamış ne kaldı?
Genç
nesil yolunu kaybetse, “Arkalarında arınmış saf çocuklar genç olacak ve
geleceği kurtaracak” desek… Ne acı ki, çocuk dünyasına zift ve zehir akıyor
oluklardan. Cehennem için odun olmaktan başka sonu olmayan bu düşmanların eline
mi teslim edelim yavrularımızı? İşgalin en büyüğü, en kapsamlısı bu işte! Algı
işgali, inanç işgali, hayâl işgali, hatıra işgali, kalp işgali ve en
nihâyetinde hayat ve âhiret işgali… Bugünün bebeği yarın büyüdüğünde, hatırasında
düşmanın zehirli oyuncağını hatırlayacak, şimdi beslendiği her zehirli gıdayı
özleyecek…
Neden
çocukluğunda yanı başında ona gülümseyen ana babasını hatırlamasın insan?
Çocukluğun en güven verici sıcaklığı ana babadır. Neden babasıyla camiye
gidişini hatırlamasın, neden neşeli iftar sofralarını, huzurlu sahurları ve Kur’ân
okurken başını okşayan anacığını hatırlamasın insan? Neden heyecanla kurulan
akşam sofralarını, kahvaltıda bölünen sıcak ekmek kokusunu özlemesin insan? Hiç
acele etmeden kanımızda, ruhumuzda ilerliyor düşman; biz bozgunun eşiğinde
çırpınırken, onlar zafer bayraklarını dikmenin azgınlığıyla şampanya
patlatıyorlar.
Onların
sevincine ortak olamayız hiçbir zaman. Bizim gözyaşımız dolu onların kadehlerinde,
bizim kanlarımız dolu onların şarap şişelerinde… Bekliyor bin yıllardır kirli
mahzenlerinde… Ama bizim imanımız var. Bizim Rabbimiz, Allah!
Bütün
kalbimle, bütün masumiyetimle, bütün iyi niyetimle dokundum tuşlara. Bu
cümlelerimi umut dolu, aşk ve iman dolu kalbimle yazdım. Aşkın geçtiği yollarda
eşkıya hüküm süremez; aşkın zırh ve kalkan olduğu bir savaşta hiçbir kurşun
işlemez, hiçbir kılıç kesemez. Tertemiz, dupduru bir aşk varsa kalpte, başka
duygu giremez. Ben, aşkı Yaratana ve Varlığı aşk olana âşık bir kalple
kelimeleri sıraladım bir kervan gibi. Gece gündüz yürürler. Bu aşk yüklü
heceler ve harfler, varacakları yeri çok iyi bilirler.