Hayatla aramda geçenler

Benden uzakta görünen insanlara baktım bu sefer. Tıpkı ayın üzerindeki izleri görmek ister gibi izledim onları. Ama insanların yaraları da gözle görünecek cinsten değildi. Ben de daha yakınlarına gitmek istedim. Fakat yaklaştıkça görememiş ve etkilenmeye başlamıştım.

İNSAN ne zaman büyür? Çayına soğusun diye su katılmadığında mı, yoksa gizli gizli ağlamaya başladığında mı? Yoksa sandalyeye oturduğunda ayakları yere değince mi?

Benim büyümem hangi tatile rastlamıştı, nasıl olmuştu bilmiyordum. Çocukluğum beni unutma çiçeği gibi küçücük ve hatır beklerken büyüdüğümü hissetmiştim. O ilk büyümek hissi ile ne yapacağımı şaşırmıştım. Artık dünya çok büyüktü ve yetişecek çok şey vardı. Fakat oyunların beni beklediğini bilerek, her yere koşarak yetişmeye çalışmak yoktu.

Bilir misiniz, çocuklar hep koşarlar. Hem de durmadan… Hem de düşmek pahasına… Hem de dizleri acıya acıya… Ama ben koşmuyordum artık. Bu işte bir gariplik vardı. Büyümüş olmalıydım. Yoksa hangi insan keşfedilecek bu kadar şeye yetişmek için koşmayı bırakırdı?

Okuldan eve sekerek veya koşarak gelmenin yerini dalgın ve yavaş adımlarım almıştı. Kimsenin dikkatini çekmeyecek o tabağın üzerindeki lekeye dakikalarca bakmak da ne demekti? Hele evimizin penceresinden gördüğüm yol… Eskiden arabaları sayıp onları renklerine göre gruplarken, şimdi içinde kimlerin olduğunu, nereye gittiklerini, yolların kimleri kavuşturduğunu düşünür olmuştum. Bedenim koşmayı bırakınca düşüncelerim koşmaya başlamıştı artık. Önceden yürüdüğüm yolları daha farklı yürür olmuş, baktıklarımı yeniden görür olmuştum. Aklım koşmaya başladıkça, durup nefeslenmek istiyordum bir ağaç kenarında. Bana dost olan ağacın dallarıyla konuşmak ve gölgesinde eğleşmek kadar pek az şey mutlu eder olmuştu.

Ben büyürken kuşların ağaç dallarında zıplayarak yer değiştirmesi gibi, günler de yer değiştiriyorlardı. Günler çoğu zaman kuşun uçtuğu dalda bıraktığı o hafif sallantı gibi geçiyorlardı. Kimi zamansa boğazımda bir kartopunun yuvarlanarak büyümesi gibi büyüyor ve beni üşütüp hasta ediyorlardı.

Küçükken hayâllerim ele avuca sığmazdı. Yatmadan önce günün koşuşturmacası sarardı her yanımı. Düştüysem yarama bakıp naz yapardım anneme -çünkü annelerin öptüğü her yara iyileşir- ve böyle geçen günlerin ardından mevsimler sırasını birbirine devretmeyi borç bilmişçesine üç ayda bir giderlerdi. Yine mevsim böyle zamanların birine denk geliyordu. İlkbahar görevini bitirmiş ve yaza devrediyordu gözü arkada kalarak. Gözlerinin arkada kalmasına kendimce sebepler düşünüyordum. Bunlardan biri de tomurcuklarının filizlenişini gördüğü gibi meyvelerini de kendi gözleriyle görmek istemesiydi. Ama ilkbahar, yaz ayının tatili ve güneşli günleri vaat eden sözlerine karşı daha fazla dayanamamış ve yaza “Merhaba” demişti.

İlkbaharın böyle düşündüğü gecelerde, ayın dolunaya rastladığı zamanlarda yattığım yataktan gözlerimi kocaman açıp ayın üzerindeki izleri, patlamaları görmeye çalışırdım. Lâkin hava ne kadar açık olursa olsun, kendini tam göstermezdi ay. Belki o da üzülüyordu ilkbaharın gitmesine?

Ve büyüdüm… Kaç mevsimin devrettiğini bilemeyecek kadar da düşüncelere dalmıştım üstelik. Ama benim yine her gece yatmadan önce düşlediğim sığ denizlere sığmayacak, okyanusları aşacak hayâllerim vardı. Fakat bir fark vardı artık hayatımda: Yaralarım annemin öpmesiyle geçecek zâhirdeki şeyler değillerdi. Önceden bir araya getirmeye çalıştığım kelimeler şimdi esas anlamlarını arıyor, beynimin duvarlarında kimliklerini sorguluyorlardı. Ama ben çocukluktan kalma alışkanlıkla uzaklara bakmaya devam ediyordum. Fakat gece başımı yastığa koyduğumda alışılageldik bir hareketle gökyüzünü seyretmek niyetinde değildim.

Benden uzakta görünen insanlara baktım bu sefer. Tıpkı ayın üzerindeki izleri görmek ister gibi izledim onları. Ama insanların yaraları da gözle görünecek cinsten değildi. Ben de daha yakınlarına gitmek istedim. Fakat yaklaştıkça görememiş ve etkilenmeye başlamıştım.

Ne gökyüzü, ne de insanlar kendini açacak gibiydi bana. Meğer insana gökyüzünde duran ay kadar uzak olabiliyormuş insanlar. Bunu büyüyünce öğrendim. Gözlerimi artık kendi kalbimin üzerine çevirmem gerektiğini fark etmiştim. Gökyüzüne asılı hayâllerim hep orada dururken göğün altında kendimi irdeledim. Bununla birlikte, başımı yastığın diğer tarafına çevirdim ve beni küçüklüğümden beri bırakmayan aya, “Sen hep orada dur!” dedim, “Sen hep orada dur! Çünkü senin orada duruşun, güneşten aldığın ışığı bana hatırlatacak ve ben de beni aydınlatacak olan ışığın ardına düşeceğim”…