Hayatın sırrı: Seçim

Ya Batı’nın boyunduruğu altında olan milletler listesinde kalacak ya da “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” heyecanıyla hür, bağımsız, müreffeh, “Yükselen Türkiye’yi” inşâya devam etmiş olacağız.

LEVH-i Mahfuz’da yazılmıştır; her canlı doğar, büyür ve ölür. Dünya hayatı, girişi ve çıkışı olan bir han gibidir. Hayatımızda irademizi kullanarak işlediğimiz işler olduğu gibi, kaderimizin bizi mecbur bıraktığı hâller de vardır. Ebeveynlerimizi, vatanımızı biz tayin edemeyiz. Ezelde, kader plânında takdir edilmiştir. Ağlayarak doğar insan. Yaman bir imtihan cümbüşünün içine atıldığını sezinlemiştir sanki.

Akıl baliğ oluncaya kadar ilk karakterler ana babanın eliyle şekillenir. Mektepteki muallim başta olmak üzere, oyun arkadaşlarının ve gezinilen muhitin de bunda payı vardır. Çocukluk hatıraları, bu dönemdeki çevre-kişi münasebetleri mermere yazı yazmak gibidir. Sonrakiler ise toprağa yazılanlara benzer. Sağdan soldan esen rüzgârların tozu dumana katıp savurma ihtimâli her zaman vardır. Kırkından öte mizacın (karakterin) değişmesi ise imkânsızdır denilebilir. Yeter ki Rabbi, lehinde bir takdir buyura…

Kişi için ilk önemli seçim meslek tayinidir. Üniversite imtihanlarıyla sevdiği branşı kazanmaya çalışır. Puan yetersiz olunca ister istemez diğerlerinden birini tercih etmek zorundadır. Tahsiline devam etmeyip iş hayatına atılanlar ise başka bir hayatın yolcusudur. Çalıştığı dalda tecrübe kazanarak ustalaşmak ister. Üniversiteyi bitirenler yeni bir tercih yapmak durumundadırlar: Çalışma hayatlarını serbest olarak mı devam edecekler, yoksa kurum ya da şirketler bünyesinde mi? Benzer tercih, ustalaşan meslek erbabı için de geçerlidir.

Sahip oldukları meslekleriyle masraflarını rahatça karşılayanlar, hayatlarının önemli bir safhasındadırlar: Evlilik… Mizaca ve arzuya uygun bir eş adayının kararı oldukça zordur. İslâm dini, adaylarda üç hususun arandığına dikkat çeker: Güzellik, zenginlik ve iyi huy… İlk ikisi kesin tercih olarak arandığında maksadın hasıl olmayacağını, “iyi huy” seçiminin ise mutlu bir beraberlikle neticeleneceğini bildirir İslâm. Tecrübeler de bunu doğrulamıştır zaten. Filozof Sokrates’in evlilik mevzuunda hoş bir tavsiyesi vardır. “Evlenin” der Sokrat ve ilâve eder: “Eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz; yok, fena çıkarsa, o zaman da filozof olursunuz.” Şahsen, birçok dalda bu kadar araştırma yapıp yazı yazdığımıza göre, adama hak vermemek elde değil.

Bütün bunlar, dünya hayatının mamur edilmesi için yapılan çabalardır. Az veya çok başarılı olunur. Kazanç, kişinin azim ve kabiliyetine bağlı. Bir de esen rüzgârı arkaya alıp pupa yelken yol almaya… Şöyle böyle derken yıllar geçip gider. Bir de bakılır ki, istihkak tükenivermiş. Asıl mesele bundan sonra başlıyor: Çok kimsenin beklemediği, az kimsenin hazır olmaya çalıştığı hayat, ahiret hayatı…

İki kapılı handan ayrılanlar zıt istikametlere giden iki yolun ayrım noktasındadırlar. Ya ömürlerinde var olduklarına inandıkları hakikatlerin cezbesiyle ebedî hayatın eşsiz mekânına ya da “Eskilerin masalı bunlar, böyle bir hayat yok” inancıyla varlığın ve yokluğun birbirini kovaladığı, dehşetengiz yurduna doğru yol alacaklardır. Cennet ve Cehennem, dünyada yapılan seçimin meyvelerinin toplandığı iki son duraktır. Ebedî hayatın muhteşem lezzetlerinin tadıldığı ve de ne “semirten”, ne de “kanırtan” sofralarının kurulduğu mekânlar... İster kabul edilsin, ister edilmesin, yeryüzüne indirilen her insana sunulan bir seçim var: Cennet ya da Cehennem…

Açı doyuran, yoksulu giydiren, rızasını gözeten kuluna Rabbinin akla hayâle gelmeyen ikramları sunduğu ne güzel yerdir Cennet!

Hak hukuk gözetmeyen, çalıp çırpan gasp eden, helâl haram tanımaz, Müslümanla alay eden, firavunlaşan nefsini tatmin için her işi mubah, her zulmü hoş gören zalimler içinse yaşasın Cehennem! O Cehennem ki, müşterilerini dişlerini gıcırdatarak hasretle beklemektedir.

Bir de hem dünyayı, hem ahireti etkileyen seçim cinsi vardır; insanları yönetecek olan idarecilerin seçimi… Eskiden biat tarzıyla idarecinin meşrutiyeti tanınırdı. Günümüzde bu yetki sandık konulmak suretiyle elde ediliyor. Sandıktan çıkan oyların tespitiyle resmiyet kazanılıyor. Seçimde isabet olmuşsa yani yeni idareci halkına hizmet edecek istek ve kabiliyete sahipse, sonuçta herkes mutlu olur. Reyleriyle bu sonuca iştirak etmiş olanlar, hayat şartlarının iyileşmesi ile istifade etmiş olacak ve ahiret hesabında da umumun refahında hissesi olduklarından sevap kazanacaklar.

Seçilen kimsenin, milletin değil de şahsî menfaatini gözetmesi durumunda akıbet her iki âlemde kötü neticelenir. Dünyada sıkıntı ve eziyet, ahirette ceza alınacaktır. Çok mühim bir iştir idareci seçimi. Vasıflı vasıfsız herkes aday olabilir. Reyini kullanan çok dikkat edecek, aday listesinde en lâyığını seçip mührünü vuracak. Peki, kâyığın tespiti nasıl olur?

Olmadık vaatlerde bulunana, mesnetsiz palavra atanlara bakılmayacak. Atalarımız, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” demişlerdir. Lafa bakıldığında, maddî ve manevî istikrarsızlığın tekerrür ettiğine hep şahit olacaksınız.

Herkese (ev ve araba için) iki anahtar vadeden bir profesörümüz ve de bol keseden atan hâmisi bir İslâmköylümüz vardı da altı kere gidip yedi kere gelmişti. Cambazlığı o derece ilerletti ki, “Kim ne veriyorsa ben fazlasını vereceğim” deyiverdi. Oh! Ne rahat politika! Öyle bir palavra atıyor ki daha yorulmaya gerek kalmıyor.


Seçim:14 Mayıs 2023

14 Mayıs 2023’te memleketimizde seçim var. Bu seçimler öncekilere nazaran çok daha önemli. Bu sadece bizim görüşümüz değil, dünya âlem böyle söylüyor.

Bloomberg ve Washington Post, “Dünyanın en önemli seçimleri Türkiye’de olacak” başlığı ile yayınlandı. Haberde, “Türkiye’deki seçim sonuçları Washington-Moskova ilişkilerinin yanında Avrupa, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki jeopolitik ve ekonomik durumu şekillendirecek” denmekte. Foreign Policy dergisi, “Türkiye’deki seçimler 2023’ün en önemli hâdiselerinden biri” başlığını atarken, ABD haber kuruluşu olan Breitbart News, Türkiye’deki seçimi “dünyayı değiştirecek beş seçimden biri” olarak duyurdu.

Türkiye’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimi dünyayı bu kadar neden alâkadar ediyor? Niçin bu kadar önem veriyorlar? Dertleri ne? Bu sorulara cevap bulmamız için teferruata inmemiz lâzım.

Washington Post ve Bloomberg’de yayınlanan makalelerde Türkiye aleyhtarlığı dile getirilirken, “Batılı liderler Erdoğan’ın gitmesinden memnun olurlar” denmektedir. Reisicumhurumuz bunlara ne yaptı da iktidardan gitmesini istiyorlar? Yazının devamı açıklıyor ki, “Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin dış politikadaki etkisinin Avrupa ve ABD’de dengeleri bozduğunu”, bundan dolayı da “Türkler oylarını kullanana kadar Batılı liderler gergin olacak” şeklinde endişelerini dile getiriyorlar. Yani Cumhurbaşkanımızın seçimi kaybetmesini muhalefetten daha çok sözde müttefiklerimiz istiyorlar.

The Guardian’da çıkan bir yazıda, “Erdoğan’ın NATO’nun prensiplerine karşı giderek artan düşmanca davranışı artık cezasız kalamaz” denmekte ve Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Ortadoğu’nun birleşim noktasında önemli bir ülke olduğu belirtilerek “Recep Tayyip Erdoğan’ın Batı dostu olmadığını kabul edip ona göre cezalandırmanın zamanı gelmedi mi?” tehdidinde bulunulmaktadır. “Cezalandırmak” ile seçilmesine engel olunmasından açıkça bahsedilmektedir. Zaten ABD Başkanı Biden, “Muhalefeti destekleyerek Erdoğan’ı devireceğiz” şeklinde beyanat vermedi mi? Adamlar yapacaklarını gizlemiyorlar bile. Peki, ana muhalefet partisi başkanından veya 6 buçuk masadaki başkanlardan, “Siz bizim içişlerimize ne karışıyorsunuz? Bunun kararını milletimiz sandıkta verebilir, demokrasiyi benimsemiş partiler olarak bir dış müdahaleye karşıyız” şeklinde bir cevap duydunuz mu? Duyulmadı maalesef! Muhalefet, “Hükümet gitsin de nasıl olursa olsun” zihniyetiyle zevkten dört köşe!

Suriye’de iç karışıklıklar olmadan önce ABD, “Büyük Ortadoğu Projesini” açıklamıştı. Ana muhalefet o zaman Hükümet’i ABD ile işbirliği yapmakla suçluyordu. Vatanperver siyasetçiler olarak ABD’nin Ortadoğu’yu dizayn plânına karşıydılar. Irak bölündüğünde, Suriye’de bir terör devleti oluşturulmaya çalışıldığında beyler dut yemiş bülbüle döndüler. ABD binlerce tır dolusu silahı teröristlere yolladığında da sesleri çıkmıyordu. Cumhur İttifakı buna şiddetle karşı çıktığında, müdahalenin NATO müttefikliğine aykırı olduğunu bildirdiğinde de sessizdiler. Sınır ötesi “askerî harekât” Meclis’te görüşülürken ret oyu verdiler. Libya Hükümeti’ne yapılan destek harekâtına da karşıydılar, Azerbaycan’a yapılan yardıma da. Mavi Vatan’a sahip çıkmayı da, enerji için yapılan çalışmaları da hep macera olarak nitelediler. Biden’in müdahale beyanına bırakınız laf söylemeyi, “Biz hazırız” der gibi koşa koşa Amerika’ya giderek sekiz saat sırra kıdem bastılar.

Bu yaşananlar göz önüne alındığında, şimdi çok merak ediyoruz, ey ana muhalefet, siz hangi devlete karşısınız ve hangi milletin yanındasınız?

6 buçukluk masaya oturan, reyi yüzde 0,5-1 arasındaki parti başkanlarını da anlamak oldukça zor. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin demokratik olmadığı, parlamenter sisteme geri dönüleceği iddiasındalar.

Birincisi, siz önceki koalisyon dönemlerinde bu memlekette değil miydiniz? İkili, üçlü koalisyonların aralarındaki ittifaklar yüzünden yürümediğini, seneyi doldurmayan hükümetlerin dağıldığını, her kafadan ayrı ses çıktığından aylarca cumhurreisinin seçilemediğini görmediniz mi, duymadınız mı?

İkincisi, yedi birbirine benzemez, ortak olarak (mümkün değil ama farz edelim ki) iktidara geldiğinizde işlerin tıkır tıkır yürüyeceğini nasıl söyleyebiliyorsunuz? Kendinizi mi kandırıyorsunuz, milleti mi aptal zannediyorsunuz?

Üçüncüsü, siz bugün bir araya gelebiliyor, televizyonlarda boy göstermek ve de reklâmınızı yapmak imkânına sahip olabiliyorsanız bunları mevcut sisteme borçlusunuz. Eğer bugün parlamenter sistem yürürlükte olsaydı, hangi ana muhalefet partisi yanınıza gelip de sizinle ittifak yapmak isterdi? Mevcut rey potansiyelinizle sizi kim adam yerine koyardı? “Yüzde 50 artı 1 oy” zorunluluğuna yatıp kalkıp dua etmeniz gerekirken, burun kıvırıyorsunuz. Bindiği dalı kesenlerin siyasetten anladığı söylenemez. Sizden ne tas olur, ne de hamam.

Batı, Reisicumhurumuzu neden istemiyor?

Türkiye, uzun zamandır Batı’nın peşine takılmış vaziyetteydi. Başta ABD olmak üzere Batı’nın isteklerine amade durumdaydık. Ortadoğu’ya hançer gibi saplanan İsrail Devleti kurulduğunda ikinci tanıyan ülke olduk. Fransızlara karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’in tanınması oylanırken, Türk Devleti Fransa’nın tarafını tuttu. İngiltere’nin dış politikasının dümen suyundan gittiğimiz ise apaçıktı. ABD’nin dünya siyasetinin emir eri idik. Küresel hegemonya, IMF ve Dünya Bankası vasıtasıyla boynumuzdan yakalamıştı. Faizlerini bile ödeyemeyeceğimiz borç için yalvar yakar olurduk. Borçla birlikte talimatları da kabullenmek zorundaydık.

Cumhurreisimizin hükümetleri döneminde vaziyet değişmeye başladı. Azmedildi, IMF’ye olan borç ödendi. Borç alan değil, veren ülke konumuna geldik. Bu durum küresel sermayenin hiç hoşuna gitmedi. Çeşitli müdahalelerle Akparti hükümetini indirmeye çalıştılarsa da milletimizin her seçimde göstermiş olduğu sahiplik karşısında muvaffak olamadılar. Ellerindeki dünya medyasıyla karalama kampanyası başladı. Erdoğan gitmiyordu. Diktatör olmalıydı. Sultan Abdülhamit Han’a da aynı taktiği uygulamışlardı.

Altyapısı tamamlanan, hızlı trenlerle, havaalanlarıyla ulaşımda atağa geçen, sanayide, bilhassa savunma sanayiinde yüzde 80 millîleşen, İHA ve SİHA teknolojisinde zirve yapan, geleceğin otomobili “TOGG”un seri imâlâtını başaran, yeni devreye sokulan “Bor” ve “NTE” tesisleriyle önemli girdiler kazanan, satın alınan tetkik ve sondaj gemileriyle kendi petrol ve gazını çıkarabilen nadir devletler listesine giren, Ege’ye, Mavi Vatan’a sahip çıkan, teröristlere Irak’ta, Suriye’de aman vermeyen, yeryüzü coğrafyasında günden güne ağırlığını hissettirebilen, “Dünya beşten büyüktür“ diyebilen, yükselen Türkiye’nin bağımsız sesi, duyulmaya başlanmıştır.

Bütün bu güzellikleri yirmi yıldır milletiyle birlikte başarabilen bir öz vatan evlâdı, Recep Tayyip Erdoğan var. “Dik dur, eğilme! Bu millet seninle” kükreyişini olduğu gibi dünyaya aktarabilen, milletin bir Reis-i Cumhuru var.

Batı bu yüzden “Erdoğan”ı sevmiyor. Karalama kampanyalarıyla gözden düşürmeye çalışıyor, kötülüyor. İçerideki kuklalarıyla birlikte “Erdoğan”ı devirmeye uğraşıyor. Hukuk darbesi yaptılar, olmadı; Gezi İsyanı sonuç vermedi, 15 Temmuz Kalkışması’na millet “Dur!” dedi. Finansal “manipülasyonlarla” oluşturdukları enflasyon canavarı da yeterli olmadı. Büyük can ve mal kaybına sebep olan son depremlerde de “müdahale olduğu” ihtimâl dâhilindedir. Bütün imkânlarını seferber eden Devletimiz, depremzede vatandaşlarımızı kucaklamaktadır. Yıkılan her bir eve karşılık, yapılan plânlarla toplu konutların temelleri atılmaya başlandı şimdiden.

Batı ne yaptıysa “Erdoğan”ı devirmeye muvaffak olamadı. Ellerindeki son bir koz, muhalefetle birlikte başarmak. Altılı yedili masalar bunun için kurduruldu. Her türlü destek yağdırılıyor. Atılacak adım ve faaliyetler konsolosluklar vasıtasıyla yönlendiriliyor. Yakında biri öfkeyle masayı terk etmişti de okyanus ötesinden azar işitince masadaki yerine dönüverdi. Hangi cambazlığı, hangi taklayı atarlarsa atsınlar, Allah-u Teâlâ’nın yürüttüğünü kim durdurabilir?

Ey milletim!

14 Mayıs’taki bu seçimler, sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir. Önümüzdeki bu seçimler sadece partilerin hükümete gelme yarışı da değildir. Bu seçimler sadece duçar olduğumuz “ekonomi krizini” kimin hâlledeceğinin tayini hiç değildir. Bu seçim, “Yükselen Türkiye” rotasının yerde mi, zirvede mi olup olmayacağının kararıdır. Tarihî bir dönüm noktasındayız!

Ya Batı’nın boyunduruğu altında olan milletler listesinde kalacak ya da “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” heyecanıyla hür, bağımsız, müreffeh, “Yükselen Türkiye’yi” inşâya devam etmiş olacağız. (Biiznillah.)