Hüzün mü, huzur mu?
10 YAŞINDA bir çocuktum dünyadan bihaber. Tek bildiğim, öğretmenimin
verdiği dersleri hava kararmadan bitiremediğim zaman sokak lambası altında yapmak
zorunda kalacağımdı, çünkü evimizde elektrik yoktu ve gaz lambamızda da ne
hikmetse hiç gaz bulunmazdı. Bu yüzden çoğu zaman havanın ayazına, bazen de
sert esen rüzgâra inat sokak lambasıyla dostluğumu pekiştirmiştim.
Annemin kızgınlıkla şefkat arasında gelip giden ses
tonlamasıyla girerdim eve her akşam; bakışları sert gibiydi ama aslında o
bakışlarda kızgınlık değil, çaresizliği çöreklenip otururdu. Bunu ben o ufacık
aklımla anlar ve hep içimden konuşurdum annemle. “Bir gün gülümseyerek
bakacaksın, yeter ki aldığın soluğun kıymetini bil ve bize de öğrettiğin gibi
şükretmekten vazgeçme annem” derdim içimden sessiz sedasız, ama inanarak…
Çocukluk güzeldir ya da güzel olmalıdır, değil mi? Öyle
ya, ev geçindirme derdi, kira, “Fatura ödenmedi” tasası, “Bugün ne kadar kazandım/kazanamadım?”
sıkıntısı yok. Çocuksun, vur patlasın, çal oynasın; sokakta çelik çomak
oyununda yenilmek veya karşı takıma atamadığın gollerdir bütün üzüntü.
Gerçekten böyle bir hayal yoktu benim dünyamda, çünkü ben hiç çocuk olamadım.
Hiç dondurmayı şöyle külahında, hem de akıta akıta yemedim, çikolatayı ağzıma
yüzüme bulaştıramadım, muzuysa memur olduğumda ilk maaşımla bir tane alabildim,
onun da yarısını heyecandan yere düşürdüm. (Öyle ya, etrafıma biraz telaş,
biraz da utanarak, ama cüretkâr bir bakış fırlatıp düşen muz parçasını aldıktan
sonra kimse görmesin diye toprağıyla ağzıma attım ve bu yüzden de tadını yirmi
küsur yaşımda öğrenememiş oldum toprakla karışık lezzetinden ötürü.)
Baklavayı hep pastane vitrinlerinde seyredip düşünürdüm: “Kıyma
nasıl bir lezzete bürünürdü ki şekerle karışınca?” Cevizli baklavayı ise
bilmiyorum kaç yaşında yedim. Evet, biz hayat şartlarına göre fakirdik be
kardeşim!..
Gülüşümüz buruk, bakışlarımız özlemli; hayallerimiz bahçe
kapımızın ötesine geçmedi. Ta orada, oralarda bir yerlerde bir evimiz vardı,
yıkıldı. Memur olduktan sonra hiç uğramadım. Ne oldu, ne kaldı, bilmiyorum.
Sanki gidersem o ev, o bahçe kapısı, o yollar, o yoksulluk beni, eşimi ve çocuklarımı yutup
bağrına çekecek ve bir daha geri vermeyecekmiş gibi geldi bana hep.
Gidemedim çocukluğumun tozlu sokaklarına. Belki de o
yüzden hâlâ gözlerimin içinden göç etmedi geçmişim. Belki o yüzden, aslında bin
dert gibi görünen eksikliklerin yokluk değil, büyük bir varlık olduğunu o
yaşlarda anlayamamanın sıkıntısıdır beni daraltan. Öyle ya, biz açlığımızı cam
kenarına bırakıp şen kahkahalar atabiliyor, birbirimiz için yaşadığımızı
biliyorduk. Güvenimiz, inancımız sonsuzdu. Babamız bir lokma kazansa bizsiz yemeyeceğini,
o lokmayı gururla yavrularıyla paylaşacağını biliyorduk. Bir ekmek alabilmek
için kilometrelerce yolu yayan yapıldak yürüdüğünü ve bundan asla şikâyetçi
olmadığını, bize pay ettiği akşam nevalemizi yerken mutluluğumuzla mutlu
olduğunu biliyorduk. Biz bir bütün olmanın harikalığını yaşıyorduk.
Bakma arada bir kahırlı, ağıt yakar gibi konuştuğuma, ben
mutluydum. Hele babam yüz gram peynir, bir karpuz, bir tane de ekmekle geldiyse
eve… O nasıl bir lezzetti Rabbim?!
Babamın gözündeki neşe ve eli dolu gelmenin keyfiyle
titreyen sesini kim duysa eminim babama âşık olurdu -ya da ben öyle düşünüyorum-.
Evet, güzeldi babamın sesi ve gülüşü. Anneciğimin eteklerini savura savura
siniyi odanın ortasına koymasını keşke görebilseydiniz, sanki bilmem kaç çeşit
yemek yapmış da misafirlerine sunuyormuş gibi bir ciddiyet, sonsuz memnuniyet
ve ışıl ışıl gözler...
Biz mutluyduk…
Güzeldi be azizim! O sevinç, o saflık, o tertemiz hal, o
kabulleniş, o şükrediş güzeldi, bereketliydi, huzurluydu, zamanlıydı... Peynir
tabağını yıkanmış gibi tertemiz yaptığımız halde son lokmamı tabağa masumane
sürerek ağzıma atışım, annemin bir köşeye bıraktığı karpuz kabuklarını kuzu
gibi yiyişim bile güzel ve lezzetliydi…
Bir daha ne zaman bakar gözlerim öyle içten ve masum,
öyle sıcacık ve sevgi dolu? Bilmiyorum bir daha ne zaman gerçek, acısız,
ağlamasız, içten ve samimî bir kahkaha atarım.
Yokluk çektik, üşüdük, hiç yeni ayakkabım olmadı;
mahalleden bir teyze pembe bir hırka verdi bir gün bana, “Giy bunu, sırtını
tutar, üşümezsin” dedi. Üç gün düşündüm “Teyze bunu neden siyah, mavi,
kahverengi örmemiş?” diye. Aklıma gelmiyordu, o teyzenin de benim yaşlarımda
bir kızı vardı ve kızının eski ceketini bana ikram etmişti, anlamamıştım. Üç
günün sonunda kışın ayazı içime işleyince rengini unuttum, giydim ceketi, mutlu
oldum, ısındım, bana gülerek, alaylı gözlerle bakan yüzleri görmezden gelerek
giydim o pembe ceketi…
Biz mutluyduk azizim! Birbirimize ayırdığımız çok
zamanımız vardı, bilhassa kış geceleri ablam, annem ve babam sımsıkı sarılıp
yatardık kıkır kıkır gülerek. Sımsıkı sarılırdık, zira mangaldaki ateş kül
olmuş ve o hafif sıcaklık yerini buz gibi esintiye bırakmış olsa da hiçbir
soğuk bizim sevgimiz ve masumluğumuzun ateşiyle baş edemezdi.
“Başarmak ve kısa yoldan hayata atılmak”… Aklımda sadece
bu vardı, öyle de yaptım. Hocalarım, “Devam et, üstünü oku, zeki çocuksun”
dediklerinde bana hakaret ediyorlarmış gibi geliyordu. Çalışmalıydım, ablacığım
küçücük yaşta evlenivermişti kendinden yirmi yaş büyük biriyle, rahata ermişti;
ben de geride kalan aileyi toparlayıp kendi hayalimdeki kadar mazbut ve muhkem
bir şekilde yaşatmalıydım, başardım ve emekli bile oldum. Her şeyi gördüm ve
evlatlarıma, eşime gösterebildiğim kadar gösterdim. Ama hâlâ tutumluyum, hâlâ
ufacık bir kırıntı ziyan olacak diye ödüm kopuyor.
Geçmişin nefesini içime çekerek yaşadığım bu hayat, bana
varlıkla mutlu olunmadığını da öğretti. Şimdilerde yok olmaya yüz tutmuş
hasletleri o yaşımızda anlayamamak yaralıyor sadece beni. “Keşke”ler işe
yaramıyor, bu yüzden bizim farkında olarak yaşamadığımız güzellikleri
çocuklarımız ve torunlarımız farkında olarak yaşasınlar istiyorum. Zira kime
baksam, çocukluğum kadar umutlu değil, bir kazan fındıkkabuğunu doldurmayacak
dertleri var. Mutsuzluk mu? Diz boyu…
Biraz huzur, bir
tutam merhamet, bir kâse gülümseme arıyor gençlik. Kim suçlu? Zaman mı, zamansızlık
mı, tavan yapan teknoloji mi, yoksa teknolojiye esir yürekler mi? Neyi
paylaşamayıp yetiremiyorlar, nereye bu koşuşturma? Çok kazanınca ne olacak? Ya
kaybedilen sevimli bakışlar, tatlı sözler, bir tutam huzur, gözünün değdiği
yerdeki sevgi, saygı? Hangisi daha önemli?
Bilemedim azizim kim yanlış, kim doğru; biz güzel günler
yaşadık, her ne kadar bir odalı evlerde otursak da mutluyduk dede, nene, torun
torba bir arada yaşamaktan. Kimin canının neden yandığını, ne zaman geçeceğini
bilirdik. Kimin ayağına taş dokunduğundan haberimiz olurdu da çare olurduk cümbür
cemaat. Şimdilerde kim kime dum duma… O zamanlar mı hüzünlüydü içimiz, şimdi mi
huzursuzuz? Bakmak, düşünmek, en çok da görmek ve anlamak gerek.
Huzur, güven, mutluluk haykırıyor her sokak başı bize. Zamansızlıkta
kaybolmuş analar babalar, aklı erenler, doktorlar, doçentler, öğretenler,
okuyanlar, araştıranlar. Geçmem artık o yollardan, izime rastlayamazsınız; bir
sustum mu ağladığımı bile duyamazsınız…
Bizim için güzellikler kaybolmadan uyanmak dileğiyle…