Hayatın içinden veya dışından sesler

Güzeldi be azizim! O sevinç, o saflık, o tertemiz hal, o kabulleniş, o şükrediş güzeldi, bereketliydi, huzurluydu, zamanlıydı... Peynir tabağını yıkanmış gibi tertemiz yaptığımız halde son lokmamı tabağa masumane sürerek ağzıma atışım, annemim bir köşeye bıraktığı karpuz kabuklarını kuzu gibi yiyişim bile güzel ve lezzetliydi…

Hüzün mü, huzur mu?

10 YAŞINDA bir çocuktum dünyadan bihaber. Tek bildiğim, öğretmenimin verdiği dersleri hava kararmadan bitiremediğim zaman sokak lambası altında yapmak zorunda kalacağımdı, çünkü evimizde elektrik yoktu ve gaz lambamızda da ne hikmetse hiç gaz bulunmazdı. Bu yüzden çoğu zaman havanın ayazına, bazen de sert esen rüzgâra inat sokak lambasıyla dostluğumu pekiştirmiştim.

Annemin kızgınlıkla şefkat arasında gelip giden ses tonlamasıyla girerdim eve her akşam; bakışları sert gibiydi ama aslında o bakışlarda kızgınlık değil, çaresizliği çöreklenip otururdu. Bunu ben o ufacık aklımla anlar ve hep içimden konuşurdum annemle. “Bir gün gülümseyerek bakacaksın, yeter ki aldığın soluğun kıymetini bil ve bize de öğrettiğin gibi şükretmekten vazgeçme annem” derdim içimden sessiz sedasız, ama inanarak…

Çocukluk güzeldir ya da güzel olmalıdır, değil mi? Öyle ya, ev geçindirme derdi, kira, “Fatura ödenmedi” tasası, “Bugün ne kadar kazandım/kazanamadım?” sıkıntısı yok. Çocuksun, vur patlasın, çal oynasın; sokakta çelik çomak oyununda yenilmek veya karşı takıma atamadığın gollerdir bütün üzüntü. Gerçekten böyle bir hayal yoktu benim dünyamda, çünkü ben hiç çocuk olamadım. Hiç dondurmayı şöyle külahında, hem de akıta akıta yemedim, çikolatayı ağzıma yüzüme bulaştıramadım, muzuysa memur olduğumda ilk maaşımla bir tane alabildim, onun da yarısını heyecandan yere düşürdüm. (Öyle ya, etrafıma biraz telaş, biraz da utanarak, ama cüretkâr bir bakış fırlatıp düşen muz parçasını aldıktan sonra kimse görmesin diye toprağıyla ağzıma attım ve bu yüzden de tadını yirmi küsur yaşımda öğrenememiş oldum toprakla karışık lezzetinden ötürü.)

Baklavayı hep pastane vitrinlerinde seyredip düşünürdüm: “Kıyma nasıl bir lezzete bürünürdü ki şekerle karışınca?” Cevizli baklavayı ise bilmiyorum kaç yaşında yedim. Evet, biz hayat şartlarına göre fakirdik be kardeşim!..

Gülüşümüz buruk, bakışlarımız özlemli; hayallerimiz bahçe kapımızın ötesine geçmedi. Ta orada, oralarda bir yerlerde bir evimiz vardı, yıkıldı. Memur olduktan sonra hiç uğramadım. Ne oldu, ne kaldı, bilmiyorum. Sanki gidersem o ev, o bahçe kapısı, o yollar,  o yoksulluk beni, eşimi ve çocuklarımı yutup bağrına çekecek ve bir daha geri vermeyecekmiş gibi geldi bana hep.

Gidemedim çocukluğumun tozlu sokaklarına. Belki de o yüzden hâlâ gözlerimin içinden göç etmedi geçmişim. Belki o yüzden, aslında bin dert gibi görünen eksikliklerin yokluk değil, büyük bir varlık olduğunu o yaşlarda anlayamamanın sıkıntısıdır beni daraltan. Öyle ya, biz açlığımızı cam kenarına bırakıp şen kahkahalar atabiliyor, birbirimiz için yaşadığımızı biliyorduk. Güvenimiz, inancımız sonsuzdu. Babamız bir lokma kazansa bizsiz yemeyeceğini, o lokmayı gururla yavrularıyla paylaşacağını biliyorduk. Bir ekmek alabilmek için kilometrelerce yolu yayan yapıldak yürüdüğünü ve bundan asla şikâyetçi olmadığını, bize pay ettiği akşam nevalemizi yerken mutluluğumuzla mutlu olduğunu biliyorduk. Biz bir bütün olmanın harikalığını yaşıyorduk.

Bakma arada bir kahırlı, ağıt yakar gibi konuştuğuma, ben mutluydum. Hele babam yüz gram peynir, bir karpuz, bir tane de ekmekle geldiyse eve… O nasıl bir lezzetti Rabbim?!

Babamın gözündeki neşe ve eli dolu gelmenin keyfiyle titreyen sesini kim duysa eminim babama âşık olurdu -ya da ben öyle düşünüyorum-. Evet, güzeldi babamın sesi ve gülüşü. Anneciğimin eteklerini savura savura siniyi odanın ortasına koymasını keşke görebilseydiniz, sanki bilmem kaç çeşit yemek yapmış da misafirlerine sunuyormuş gibi bir ciddiyet, sonsuz memnuniyet ve ışıl ışıl gözler...

Biz mutluyduk…

Güzeldi be azizim! O sevinç, o saflık, o tertemiz hal, o kabulleniş, o şükrediş güzeldi, bereketliydi, huzurluydu, zamanlıydı... Peynir tabağını yıkanmış gibi tertemiz yaptığımız halde son lokmamı tabağa masumane sürerek ağzıma atışım, annemin bir köşeye bıraktığı karpuz kabuklarını kuzu gibi yiyişim bile güzel ve lezzetliydi…

Bir daha ne zaman bakar gözlerim öyle içten ve masum, öyle sıcacık ve sevgi dolu? Bilmiyorum bir daha ne zaman gerçek, acısız, ağlamasız, içten ve samimî bir kahkaha atarım.

Yokluk çektik, üşüdük, hiç yeni ayakkabım olmadı; mahalleden bir teyze pembe bir hırka verdi bir gün bana, “Giy bunu, sırtını tutar, üşümezsin” dedi. Üç gün düşündüm “Teyze bunu neden siyah, mavi, kahverengi örmemiş?” diye. Aklıma gelmiyordu, o teyzenin de benim yaşlarımda bir kızı vardı ve kızının eski ceketini bana ikram etmişti, anlamamıştım. Üç günün sonunda kışın ayazı içime işleyince rengini unuttum, giydim ceketi, mutlu oldum, ısındım, bana gülerek, alaylı gözlerle bakan yüzleri görmezden gelerek giydim o pembe ceketi…

Biz mutluyduk azizim! Birbirimize ayırdığımız çok zamanımız vardı, bilhassa kış geceleri ablam, annem ve babam sımsıkı sarılıp yatardık kıkır kıkır gülerek. Sımsıkı sarılırdık, zira mangaldaki ateş kül olmuş ve o hafif sıcaklık yerini buz gibi esintiye bırakmış olsa da hiçbir soğuk bizim sevgimiz ve masumluğumuzun ateşiyle baş edemezdi.

“Başarmak ve kısa yoldan hayata atılmak”… Aklımda sadece bu vardı, öyle de yaptım. Hocalarım, “Devam et, üstünü oku, zeki çocuksun” dediklerinde bana hakaret ediyorlarmış gibi geliyordu. Çalışmalıydım, ablacığım küçücük yaşta evlenivermişti kendinden yirmi yaş büyük biriyle, rahata ermişti; ben de geride kalan aileyi toparlayıp kendi hayalimdeki kadar mazbut ve muhkem bir şekilde yaşatmalıydım, başardım ve emekli bile oldum. Her şeyi gördüm ve evlatlarıma, eşime gösterebildiğim kadar gösterdim. Ama hâlâ tutumluyum, hâlâ ufacık bir kırıntı ziyan olacak diye ödüm kopuyor.

Geçmişin nefesini içime çekerek yaşadığım bu hayat, bana varlıkla mutlu olunmadığını da öğretti. Şimdilerde yok olmaya yüz tutmuş hasletleri o yaşımızda anlayamamak yaralıyor sadece beni. “Keşke”ler işe yaramıyor, bu yüzden bizim farkında olarak yaşamadığımız güzellikleri çocuklarımız ve torunlarımız farkında olarak yaşasınlar istiyorum. Zira kime baksam, çocukluğum kadar umutlu değil, bir kazan fındıkkabuğunu doldurmayacak dertleri var. Mutsuzluk mu? Diz boyu…

Biraz huzur,  bir tutam merhamet, bir kâse gülümseme arıyor gençlik. Kim suçlu? Zaman mı, zamansızlık mı, tavan yapan teknoloji mi, yoksa teknolojiye esir yürekler mi? Neyi paylaşamayıp yetiremiyorlar, nereye bu koşuşturma? Çok kazanınca ne olacak? Ya kaybedilen sevimli bakışlar, tatlı sözler, bir tutam huzur, gözünün değdiği yerdeki sevgi, saygı? Hangisi daha önemli?

Bilemedim azizim kim yanlış, kim doğru; biz güzel günler yaşadık, her ne kadar bir odalı evlerde otursak da mutluyduk dede, nene, torun torba bir arada yaşamaktan. Kimin canının neden yandığını, ne zaman geçeceğini bilirdik. Kimin ayağına taş dokunduğundan haberimiz olurdu da çare olurduk cümbür cemaat. Şimdilerde kim kime dum duma… O zamanlar mı hüzünlüydü içimiz, şimdi mi huzursuzuz? Bakmak, düşünmek, en çok da görmek ve anlamak gerek.

Huzur, güven, mutluluk haykırıyor her sokak başı bize. Zamansızlıkta kaybolmuş analar babalar, aklı erenler, doktorlar, doçentler, öğretenler, okuyanlar, araştıranlar. Geçmem artık o yollardan, izime rastlayamazsınız; bir sustum mu ağladığımı bile duyamazsınız…

Bizim için güzellikler kaybolmadan uyanmak dileğiyle…