HAYATIN içindeki genel duruşumuz
ile hâle/gidişata dair ayrıntılar olarak tanımladığımız hususları kimimiz
mutluluk-mutsuzluk veya güzel-çirkin, kimimiz huzurlu-huzursuz veya iyi-kötü
olarak değerlendirse de, esasen konuyu “iyileşme ve hastalık” odağında harman/derman
etmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Neden paylaşıyoruz?
Bir
iş veya paylaşımın tohumunda ne var ise, filiz olarak da muhakkak o göverir. Bir
bardak su ikram ederken, bir dilim ekmeği paylaşırken gönlümüzden ne geçiyor?
Her işe “Besmele” ile başlamanın künhüne varmanın bir yolu da burada saklıdır.
Besmele, bu anlamda sadece bir işin başlangıcına işaret etmeyi değil, ondan
önce hissiyatımız, fikriyatımız, niyetimiz ve maksadımız başta olmak üzere
topyekûn bir tutarlılık hali için “çekilmeyi” murat/ifade eder. Evvela Hakk
rızasından, sonra insanın özünden uzak olan/uzaklaştıran duygu ve düşünceler, bir
iş veya bir paylaşımın ruhunu da bittabiî zehirler.
Bir işten muradımız,
bir paylaşımdan kastımız, “niyetimiz” mi? İyi ve arî bir ruh halini havî bir
niyete sahip olmak bu noktada yeterli olmayabilir. Aynı şekilde, maksadımızı
niyetten ibaret bilmek de bizi “ideal ve iyileştirici” bir düzleme taşıyamayabilir.
O halde “yönünü şaşırmadan/yolunu kaybetmeden” doğru hedefe ulaşmak için önce
konum bilgisi icap etmektedir.
Niyetimiz maksadımızı,
maksadımız niyetimizi ne kadar karşılıyor? Niyetimizin ve maksadımızın “neresinde”
olduğumuzun idrakinde olmamız bu noktada ehemmiyet arz eder. Bir işe başlamadan
önce veya yaptığımız bir paylaşımın öncesinde alışkanlığa dönüşmüş bir niyetin
kimliği henüz net değildir. Dolayısıyla bu yapısıyla niyet, maksadın da -doğal
olarak- gerisindedir. Bu noktada maksat “öz” ise, niyet “dış görünüş”tür.
Maksat içe dönüktür ve içinde bulunduğu öznesine dahi kimi zaman gizemli bir
duruşu vardır. Maksadımız “sıhhatli bir iyi” olsa dahi onun idrakinde olup
niyetimiz ile onu –başta kendimize- görünür kılıp somut olarak tayin etmeyince
–her iki unsur yan yana, kol kola yürümeyince- sonuç, birbirini bulamayan ve
birbirine âmâ sevgililerin -yarım kalmış- hallerine ve hikâyelerine misal
olur.
Sahi, sahih
olanın, sıhhatimizin neresindeyiz? Bu noktada “sahih” olan maksada ve niyete,
“sıhhatli” olan ise hissiyatımıza tekabül eder. Maksadın da, niyetin de
öncesinde var olan ve her ikisinden daha canlı, daha yakîn ve ketum olan,
farkındalığı için zamanın akışına kat’î bir “Dur!” çekmemiz, sesini duymak için
yaşam alanına dâhil olup haricî seslere kulağımızı kapamamız icap eden unsur,
şüphesiz hissiyatımızdır. Kimi zaman anî bir refleks ile tespit etmek lazım
gelen hissiyatımızın ne olduğunu/ne olmadığını bilebilmek için istenmedik ve
hareket kabiliyeti yüksek düşüncelerden uzaklaşmak, algılama yetimizin
üstündeki yüklerden arınmak/korunmak ve aklı “dosdoğru” kullanmak gerekir. Zira
hissiyatımız, umduğumuz ve olmasını arzu ettiğimiz “ideal”in ötesinde olduğunda
“mantığa bürünme” hali, berisinde olduğunda ise “itidal”den uzaklaşacak bir
coşkun tavra meyletme hali tezahür eder. Bu durumda hissiyatımızın sahici
görüntüsü ile aramızda oluşacak perde, onun olduğundan farklı algılanmasına neden
olabilir. Söz konusu bu durum, müteakip süreçte niyet ve maksadımızın doğru
şekillenerek sahih bir çizgide sıhhat kazanmasını ve birbirini bulmasını da
zorlaştırır.
Şifaya adım adım… İyileştirmek, “Şâfî”
ismi ile sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olan Yüce Mevlâ’ya mahsustur. Ancak
iyi olacak hastanın ayağına doktorun niye geldiğini, “iyi olacak hasta”
tabirindeki “iyi”nin ne veya kimler olabileceğini, neden şifa bulduğunu, şifayı
ne ile bulduğunu -bir an için- düşünmek bile bizi “şifa”ya bir adım daha
yaklaştıracaktır.
Her an her şeyin yeniden hayat/şifa bulduğu âlemde, şifadan nasibe pay için önce hastalıklarımızın doğru teşhise ihtiyacı vardır. Sonrası mı? Hayatın içinde her kusurumuzu hastalık, nasibdâr olduğumuz her iyi eylemi de şifa bilmeli yahut “Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabîb” diyebileceğimiz bir derdimiz olmalı!