
HAYAT birbirini izleyen
iniş ve çıkışların toplamıdır. Doğum ve ölüm arasında zorlu virajlar, geri
dönüşler, aşklar, kayıplar, üzüntüler, başarılar ve başarısızlıkların hikâyesidir
hayat. Peki, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?
Verilebilecek
en basit cevap, “Bütün zıtlıkları ve zorluklarıyla hayatı kabul etmekle”
olacaktır. Dinimizde bunun karşılığı “razı olmaktır”. Tüm hâlleri göğüsleyip kabul
etmek, Rabbin taksimine ve takdirine rıza göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâl, “Sen
O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön” (Fecr, 28) ayeti ile
ifade edilmektedir. Rabbimiz, takdir ve taksim edilene rıza göstermemizi
istediği gibi, bazı durumlarda diğerlerinden fazla olan hâllerimizi de gurur ve
kibir vesilesi yapmamızı istemez. Bu durum aslında tam bir denge hâli ve
mutmain olmuş Müslüman tavrıdır.
Hayatla
ilgili Kur’ân-ı Kerîm’deki en çarpıcı ayetlerden biri de, “Andolsun ki Biz, sizi korku, açlık, mallardan ve canlardan ve
ölümlerden eksilterek sınayacağız. Sabredenlere müjdele” (Bakara, 155)
ayetidir. Dünya hayatının bir sınav yeri olduğunu ve bunun mukabilinde
sabredenlerin kazanacağı müjdelenmektedir. Gerçek sabır, başımıza gelenlere
rıza göstermek ve gereğini yapmaktır. Sabırsızlıktan kaynaklı isyan ve şikâyetten
kaçınmalıyız. Kendi ürettiğimiz, mukayeseyle yaptığımız suni acılara,
üzüntülere, elem ve kederlere de hayatımızda yer vermemeliyiz.
Ancak
insan, hayatı yaşarken bazen geçmiş acılara ve üzüntülere takılı kalabilmekte, bazen
de gelecek endişesi taşımaktadır. Önemli olan, geçmişte olup bitenlerden ders
alıp plânlar yapmak ve ânın gereğini yerine getirmektir. Ezelden takdir edilmiş
rızka güvenmeyen kişiler için hayat her zaman daha zor ve çekilmez bir hâle gelecektir.
Hayat ve zaman boşa, boş şeyler için harcanamayacak kadar kıymetlidir.
Hayat,
ruhun beden elbisesine girerek bu dünyayı keşfetmesi, diğer âleme hazırlık
yapmasıdır. Nasıl koza içerisinden çıkarak önce tırtıl olan böcek sonra kelebek
oluyor ise, berzah âleminde Rabbimizin “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna
“Evet” veya “Hayır” demeyerek, “Belâ”
yani “Bilakis, Sen bizim Rabbimizsin” diyerek cevap veren ruhumuz, bu dünyaya
gelmek için önce anne karnında gelişimini tamamlamayarak bu dünyaya geçiş
yapmakta, ömrü boyunca ise diğer âleme geçiş için hazırlıklarını
sürdürmektedir. Hayatı bu şekilde anlamak ve değerlendirmek, takdir edilene
rıza göstermeyi, hayatı anlamayı ve yaşamayı çok basit hâle getirmekle birlikte
hayatı anlamlandırmamızı da kolaylaştırmaktadır.
Dünya
üzerindeki her canlı, özellikle de insan, belli bir potansiyelle yaratılmıştır.
İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik ise akıldır. Ondan istenen ise Rabbine
kulluğun yanında gerçek potansiyelini ve içsel güçlerini bulmak ve ortaya çıkarmaktır.
Buna, “Yaratılışta takdir edilen esmasının keşfi” de diyebiliriz. Tıpkı bir
ağaç gibi fideden ağaca, ağaçtan meyveli bir ağaca dönüşecek bir potansiyele
sahiptir. İnsanın bütün serüveni gelişmek, büyümek ve olgunlaşmaktır. Akıl,
insanı eylemlerinden sorumlu bir varlık hâline getirir. Bu hiçbir zaman hata
yapmayacağımız anlamına gelmediği gibi Hazreti Âdem örneği ile de hata ve kusurlarının
sorumluluğunu alan, gerektiğinde kusurlarından dolayı Rabbinden ve mahlûkattan
özür dileyebilen gerçek bir insan modelini ortaya koyar. Hayat, başını ve
sonunu bizim belirleyemediğimiz, gerçek anlamda yaşanması çok da kolay olmayan
bir serüvendir.
Aslında hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan tek gerçek ölümdür. İnsanın konuşmaktan, düşünmekten ve duymaktan hoşlanmadığı en önemli varoluşsal kaygımızdır ölüm. Ölüm, hayat perdesinin arkasından sürekli bizlere sesini duyurur. Bu gerçekle, kaybettiğimiz sevdiklerimizin ölümü ile her seferinde yüzleşiriz. Fâni olduğumuz, hayatımızın bir gün sona ereceği gerçeği bize her ölümle kendini hatırlatır. Bütün bu sancıların altında insanın ebedî olma arzusu yatmaktadır. Burası her şeye gücünün yeteceğini sanan insanın tıkandığı ve hâddini öğrendiği yerdir.
Ölüm
fikri ile bütünleşebilmek, sağlıklı bir ruh hâlinin göstergesidir.
Sevgili
Peygamberimiz, “Ölümü çokça anın” tavsiyesi ile bizlere ölüm gerçeği ile
birlikte yaşamamız gerektiğini, ölümden korkulmamasını, bunun çaresinin ise
anımsamak ve tefekkür olduğunu söylemektedir.
Bir
şeyin sınırlı olması, süresinin ve zamanının belirli olmaması, bizi o şeye
karşı daha dikkatli ve bilinçli yapar. Ölüm duygusuyla en kolay baş edebilen
insanlar, Allah’a ve âhiret inancına sahip gerçek mümin kişilerdir. Yok
olacağını bilmek, insanı korkutan ve ürküten bir duygudur. Yaratıcının varlığını
bilmek, sahipsiz, başıboş ve de yalnız olmadığımızın delilidir. Nihayetinde bu
âleme yalnız gelen insan, bu yolculuğunu da yalnız bir şekilde tamamlayacaktır.
Bu dünyaya gelirken herhangi bir şey getirmediği gibi giderken de en yalın hâli
ile göçüp gidecektir. Âhiret inancıyla buradan sonra gidilecek bir yerin
olduğunu bilmek, orada sonsuz ve sınırsız bir varlık hayatı, burada yapıp
ettiklerimizin müspet ve menfi karşılığının da olduğunu fark etmek, buradaki
hayatı daha anlamlı ve yaşanabilir kılmaktadır.
Kaybettiğimiz
sevdiklerimizle tekrar görüşecek olabilme düşüncesi geride kalanların yasını da
kolaylaştırmaktadır. İmanlı bir gönül için orada Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini
müşahede edebilmek ve Sevgili Peygamberimizle görüşebilmek düşüncesi, oraya ait
korku ve endişeleri azalttığı gibi umut ve heyecan verici bir hâle de
dönüşmektedir.
İnsan
konakladığı bu mekânda neyi neden ve niçin aradığını bilmeden, çoğu zaman
mutsuzluklarının farkında olmadan yaşayıp gitmektedir. Bazıları maddî kaynaklar
üzerinden gördüğü her eksikliği tamamlamaya çalışarak bu ihtiyacını gidermeye
çalışırken, çok az bir kısmının da gerçek huzur ve mutluluğu İlâhî bir aşkta
bulmaya çalıştığı görülmektedir. Rabbimizin kendini bilmek ve bulmak için
gönderdiği bu âlemde kimileri yaya, kimileri de atlı bir şekilde bu menzile
ulaşmaya çalışmaktadır.
Ölüm
ve hayatın gerçeği ile ilgili Mevlâna’nın çok güzel metaforları vardır. Ölümü
bir kavuşma ve buluşma olarak özetlemiştir. Âdeta bir odadan diğer odaya
geçişin sembolüdür. Ölüm gecesini düğün gecesine benzetmiştir. Bu duygu ve
düşüncelerle anlatılan ölüm, korku ve kaygıları ortadan kaldırdığı gibi
istenen, beklenen ve arzulanan bir düşünce hâline dönüşmüştür. Aslında ölüm,
yaşanmamış ve yaşanamayan hayatlar için zordur. Hakkı verilerek yaşanmış bir
hayat için ölüm neden zor olsun ki? Ölümle ilgili şöyle bir gerçek vardır: Ne
yaşarsak ve nasıl yaşarsak yaşayalım, bazı şeyler hep yarım kalacaktır. Belki
gidenin bundan haberi bile olmayacak. Fakat geride kalanlar, onun yarım
kalmışlıklarından ve hayâllerinden dem vuracaktır. Bu nedenlerden olacak ki,
genç insanların ölümleri, insanları daha fazla üzer ve hüzünlendirir. Bu dünya,
eksiklik ve yarım kalmışlıklarımızla bir süre konakladığımız, çoğumuzun eşeğini
bulup semerini bulamadığı, semerini bulduğunda ise eşeğini kaybettiği bir
yerdir. Bütün bunları bilmek, hayatı daha anlamlı ve yaşanabilir kılmamızı
sağlayacaktır.
Tasavvuf
ölümü, ruhlar âleminden gelen ruhun hakikatte beden kafesine hapsolmuş ve bir
gün o kafesten kurtulacağı günün özlemi ile anlatmaktadır. Aslında insanın
hayatı boyunca çektiği bütün sıkıntılar, “berzah âlemi” diye adlandırılan fakat
unutturulduğu o âlemin özlemi ve ayrılık acısını yaşamaktadır. Ruhun beden
kafesine hapsolmasında bugün bizim de tam olarak idrak edemediğimiz sırlar
gizlidir. Bize aşikâr olan kısmı ise nefis, ruh ve akıl üçlüsünün yaşadığı tekâmül
yolculuğudur. Ruhun bütün özlemi bir gün kurtulacağı bu beden kafesinden âdeta
bir kuş gibi süzülüp geldiği yer olan asıl âlemine uçup gitmektir. Bizim ölüm
olarak nitelendirdiğimiz hakikat de budur. Geride kalan bedenin de aslı olan
toprağa yani ait olduğu yere gideceği şeklinde ölümü tasvir etmektedir.
Ölümü
en çok, bu dünyada iken ölmüş gibi yaşayanlar kabullenebilmektedir. Bu idrake
ulaşmış insanlar burada geçici olduğunun ve bir süre konaklayacağının farkında
olmakla birlikte bu dünyanın elem ve üzüntülerinden uzak, mal, mülk, şan,
şöhret, para, pul, mâkâm ve mevki gibi özgürlüğümüzü kısıtlayan bağlardan
kurtulmuş olanlardır. Şayet bunlara sahipse bile bunların gerçek sahibinin kim
olduğunun idrakinde, mülkiyet duygusundan kurtulmuş, emanetçi olduğunun bilincinde
olan insanlar için hem yaşam, hem de ölüm hiç de zor olmasa gerek.
Kaybedecek
bir şeyi olmayan insan neden ve niçin korksun? Bu insan ebedî olma arzu ve
isteklerini de geride faydalı eserler ve ürünler ortaya koyarak
gerçekleştirmektedir. Hem bu dünya, hem de ahiret için yatırım yapmayı ilke
edinmiş insanlara ne mutlu!
Cenâb-ı
Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Her nefis ölümü
tadacaktır” ayeti ile aslında ölümün bu dünyaya ait bir olgu olduğunu, her
nefsin kaçınılmaz bir biçimde bunu yaşayacağını, ayetteki “tatmak” kelimesi ile
bizlere bildirmektedir. Ölüm, hiç tadını bilmediğimiz bir meyvenin tadına
bakmak gibi bir durumdur. Meyvenin tadına baktığımızda acı mı, tatlı mı, ekşi
mi olduğunu anlarız. Hakikatte ruh ölümsüz, ölümlü olan ise bedendir…