Hayat ve ölüm

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti ile aslında ölümün bu dünyaya ait bir olgu olduğunu, her nefsin kaçınılmaz bir biçimde bunu yaşayacağını, ayetteki “tatmak” kelimesi ile bizlere bildirmektedir. Ölüm, hiç tadını bilmediğimiz bir meyvenin tadına bakmak gibi bir durumdur. Meyvenin tadına baktığımızda acı mı, tatlı mı, ekşi mi olduğunu anlarız.

HAYAT birbirini izleyen iniş ve çıkışların toplamıdır. Doğum ve ölüm arasında zorlu virajlar, geri dönüşler, aşklar, kayıplar, üzüntüler, başarılar ve başarısızlıkların hikâyesidir hayat. Peki, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?  

Verilebilecek en basit cevap, “Bütün zıtlıkları ve zorluklarıyla hayatı kabul etmekle” olacaktır. Dinimizde bunun karşılığı “razı olmaktır”. Tüm hâlleri göğüsleyip kabul etmek, Rabbin taksimine ve takdirine rıza göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâl,  “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön” (Fecr, 28) ayeti ile ifade edilmektedir. Rabbimiz, takdir ve taksim edilene rıza göstermemizi istediği gibi, bazı durumlarda diğerlerinden fazla olan hâllerimizi de gurur ve kibir vesilesi yapmamızı istemez. Bu durum aslında tam bir denge hâli ve mutmain olmuş Müslüman tavrıdır.

Hayatla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’deki en çarpıcı ayetlerden biri de, “Andolsun ki Biz, sizi korku, açlık, mallardan ve canlardan ve ölümlerden eksilterek sınayacağız. Sabredenlere müjdele” (Bakara, 155) ayetidir. Dünya hayatının bir sınav yeri olduğunu ve bunun mukabilinde sabredenlerin kazanacağı müjdelenmektedir. Gerçek sabır, başımıza gelenlere rıza göstermek ve gereğini yapmaktır. Sabırsızlıktan kaynaklı isyan ve şikâyetten kaçınmalıyız. Kendi ürettiğimiz, mukayeseyle yaptığımız suni acılara, üzüntülere, elem ve kederlere de hayatımızda yer vermemeliyiz.

Ancak insan, hayatı yaşarken bazen geçmiş acılara ve üzüntülere takılı kalabilmekte, bazen de gelecek endişesi taşımaktadır. Önemli olan, geçmişte olup bitenlerden ders alıp plânlar yapmak ve ânın gereğini yerine getirmektir. Ezelden takdir edilmiş rızka güvenmeyen kişiler için hayat her zaman daha zor ve çekilmez bir hâle gelecektir. Hayat ve zaman boşa, boş şeyler için harcanamayacak kadar kıymetlidir.

Hayat, ruhun beden elbisesine girerek bu dünyayı keşfetmesi, diğer âleme hazırlık yapmasıdır. Nasıl koza içerisinden çıkarak önce tırtıl olan böcek sonra kelebek oluyor ise, berzah âleminde Rabbimizin “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet” veya “Hayır” demeyerek, “Belâ” yani “Bilakis, Sen bizim Rabbimizsin” diyerek cevap veren ruhumuz, bu dünyaya gelmek için önce anne karnında gelişimini tamamlamayarak bu dünyaya geçiş yapmakta, ömrü boyunca ise diğer âleme geçiş için hazırlıklarını sürdürmektedir. Hayatı bu şekilde anlamak ve değerlendirmek, takdir edilene rıza göstermeyi, hayatı anlamayı ve yaşamayı çok basit hâle getirmekle birlikte hayatı anlamlandırmamızı da kolaylaştırmaktadır.

Dünya üzerindeki her canlı, özellikle de insan, belli bir potansiyelle yaratılmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik ise akıldır. Ondan istenen ise Rabbine kulluğun yanında gerçek potansiyelini ve içsel güçlerini bulmak ve ortaya çıkarmaktır. Buna, “Yaratılışta takdir edilen esmasının keşfi” de diyebiliriz. Tıpkı bir ağaç gibi fideden ağaca, ağaçtan meyveli bir ağaca dönüşecek bir potansiyele sahiptir. İnsanın bütün serüveni gelişmek, büyümek ve olgunlaşmaktır. Akıl, insanı eylemlerinden sorumlu bir varlık hâline getirir. Bu hiçbir zaman hata yapmayacağımız anlamına gelmediği gibi Hazreti Âdem örneği ile de hata ve kusurlarının sorumluluğunu alan, gerektiğinde kusurlarından dolayı Rabbinden ve mahlûkattan özür dileyebilen gerçek bir insan modelini ortaya koyar. Hayat, başını ve sonunu bizim belirleyemediğimiz, gerçek anlamda yaşanması çok da kolay olmayan bir serüvendir. 

Aslında hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan tek gerçek ölümdür. İnsanın konuşmaktan, düşünmekten ve duymaktan hoşlanmadığı en önemli varoluşsal kaygımızdır ölüm. Ölüm, hayat perdesinin arkasından sürekli bizlere sesini duyurur. Bu gerçekle, kaybettiğimiz sevdiklerimizin ölümü ile her seferinde yüzleşiriz. Fâni olduğumuz, hayatımızın bir gün sona ereceği gerçeği bize her ölümle kendini hatırlatır. Bütün bu sancıların altında insanın ebedî olma arzusu yatmaktadır. Burası her şeye gücünün yeteceğini sanan insanın tıkandığı ve hâddini öğrendiği yerdir.


Ölüm fikri ile bütünleşebilmek, sağlıklı bir ruh hâlinin göstergesidir.

Sevgili Peygamberimiz, “Ölümü çokça anın” tavsiyesi ile bizlere ölüm gerçeği ile birlikte yaşamamız gerektiğini, ölümden korkulmamasını, bunun çaresinin ise anımsamak ve tefekkür olduğunu söylemektedir.   

Bir şeyin sınırlı olması, süresinin ve zamanının belirli olmaması, bizi o şeye karşı daha dikkatli ve bilinçli yapar. Ölüm duygusuyla en kolay baş edebilen insanlar, Allah’a ve âhiret inancına sahip gerçek mümin kişilerdir. Yok olacağını bilmek, insanı korkutan ve ürküten bir duygudur. Yaratıcının varlığını bilmek, sahipsiz, başıboş ve de yalnız olmadığımızın delilidir. Nihayetinde bu âleme yalnız gelen insan, bu yolculuğunu da yalnız bir şekilde tamamlayacaktır. Bu dünyaya gelirken herhangi bir şey getirmediği gibi giderken de en yalın hâli ile göçüp gidecektir. Âhiret inancıyla buradan sonra gidilecek bir yerin olduğunu bilmek, orada sonsuz ve sınırsız bir varlık hayatı, burada yapıp ettiklerimizin müspet ve menfi karşılığının da olduğunu fark etmek, buradaki hayatı daha anlamlı ve yaşanabilir kılmaktadır.

Kaybettiğimiz sevdiklerimizle tekrar görüşecek olabilme düşüncesi geride kalanların yasını da kolaylaştırmaktadır. İmanlı bir gönül için orada Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini müşahede edebilmek ve Sevgili Peygamberimizle görüşebilmek düşüncesi, oraya ait korku ve endişeleri azalttığı gibi umut ve heyecan verici bir hâle de dönüşmektedir.      

İnsan konakladığı bu mekânda neyi neden ve niçin aradığını bilmeden, çoğu zaman mutsuzluklarının farkında olmadan yaşayıp gitmektedir. Bazıları maddî kaynaklar üzerinden gördüğü her eksikliği tamamlamaya çalışarak bu ihtiyacını gidermeye çalışırken, çok az bir kısmının da gerçek huzur ve mutluluğu İlâhî bir aşkta bulmaya çalıştığı görülmektedir. Rabbimizin kendini bilmek ve bulmak için gönderdiği bu âlemde kimileri yaya, kimileri de atlı bir şekilde bu menzile ulaşmaya çalışmaktadır.

Ölüm ve hayatın gerçeği ile ilgili Mevlâna’nın çok güzel metaforları vardır. Ölümü bir kavuşma ve buluşma olarak özetlemiştir. Âdeta bir odadan diğer odaya geçişin sembolüdür. Ölüm gecesini düğün gecesine benzetmiştir. Bu duygu ve düşüncelerle anlatılan ölüm, korku ve kaygıları ortadan kaldırdığı gibi istenen, beklenen ve arzulanan bir düşünce hâline dönüşmüştür. Aslında ölüm, yaşanmamış ve yaşanamayan hayatlar için zordur. Hakkı verilerek yaşanmış bir hayat için ölüm neden zor olsun ki? Ölümle ilgili şöyle bir gerçek vardır: Ne yaşarsak ve nasıl yaşarsak yaşayalım, bazı şeyler hep yarım kalacaktır. Belki gidenin bundan haberi bile olmayacak. Fakat geride kalanlar, onun yarım kalmışlıklarından ve hayâllerinden dem vuracaktır. Bu nedenlerden olacak ki, genç insanların ölümleri, insanları daha fazla üzer ve hüzünlendirir. Bu dünya, eksiklik ve yarım kalmışlıklarımızla bir süre konakladığımız, çoğumuzun eşeğini bulup semerini bulamadığı, semerini bulduğunda ise eşeğini kaybettiği bir yerdir. Bütün bunları bilmek, hayatı daha anlamlı ve yaşanabilir kılmamızı sağlayacaktır.

Tasavvuf ölümü, ruhlar âleminden gelen ruhun hakikatte beden kafesine hapsolmuş ve bir gün o kafesten kurtulacağı günün özlemi ile anlatmaktadır. Aslında insanın hayatı boyunca çektiği bütün sıkıntılar, “berzah âlemi” diye adlandırılan fakat unutturulduğu o âlemin özlemi ve ayrılık acısını yaşamaktadır. Ruhun beden kafesine hapsolmasında bugün bizim de tam olarak idrak edemediğimiz sırlar gizlidir. Bize aşikâr olan kısmı ise nefis, ruh ve akıl üçlüsünün yaşadığı tekâmül yolculuğudur. Ruhun bütün özlemi bir gün kurtulacağı bu beden kafesinden âdeta bir kuş gibi süzülüp geldiği yer olan asıl âlemine uçup gitmektir. Bizim ölüm olarak nitelendirdiğimiz hakikat de budur. Geride kalan bedenin de aslı olan toprağa yani ait olduğu yere gideceği şeklinde ölümü tasvir etmektedir.

Ölümü en çok, bu dünyada iken ölmüş gibi yaşayanlar kabullenebilmektedir. Bu idrake ulaşmış insanlar burada geçici olduğunun ve bir süre konaklayacağının farkında olmakla birlikte bu dünyanın elem ve üzüntülerinden uzak, mal, mülk, şan, şöhret, para, pul, mâkâm ve mevki gibi özgürlüğümüzü kısıtlayan bağlardan kurtulmuş olanlardır. Şayet bunlara sahipse bile bunların gerçek sahibinin kim olduğunun idrakinde, mülkiyet duygusundan kurtulmuş, emanetçi olduğunun bilincinde olan insanlar için hem yaşam, hem de ölüm hiç de zor olmasa gerek.

Kaybedecek bir şeyi olmayan insan neden ve niçin korksun? Bu insan ebedî olma arzu ve isteklerini de geride faydalı eserler ve ürünler ortaya koyarak gerçekleştirmektedir. Hem bu dünya, hem de ahiret için yatırım yapmayı ilke edinmiş insanlara ne mutlu!

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti ile aslında ölümün bu dünyaya ait bir olgu olduğunu, her nefsin kaçınılmaz bir biçimde bunu yaşayacağını, ayetteki “tatmak” kelimesi ile bizlere bildirmektedir. Ölüm, hiç tadını bilmediğimiz bir meyvenin tadına bakmak gibi bir durumdur. Meyvenin tadına baktığımızda acı mı, tatlı mı, ekşi mi olduğunu anlarız. Hakikatte ruh ölümsüz, ölümlü olan ise bedendir…