Hayat rehberimiz Kur’ân ve akıl nimeti (2)

Meselâ anayasa, “Devletin resmî dili Arapçadır (veya Türkçedir)” der ve ona ihtimam gösterilmesini ister fakat ism-i failin yahut sıfat-ı müşebbehenin amelini açıklamaz. Kazâ organının bağımsız olduğunu bildirir fakat tebligat süreleri ile icra şeklini belirtmez. Kur’ân’ın, “İnsanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmelisiniz” demesi de böyledir. Esas prensibi koymuş, adaletin gerçekleştirilmesine vesile olacak yolları seçimimize bırakmıştır.

KUR’ÂN tarih kitabıdır ama peygamberlerin kıssalarını detaylarıyla kronolojik sıra içinde vererek nakletmez, her yerde duruma uygun olan başka bir tarafını alır. Gaye, onlardan hisse kapmak, bildirilen olaydan yararlanmaktır. Yoksa olayın detaylarını bildirmek değildir.

Kıssa ile hisseyi böylesine mezcetmenin ve kıssaları değişik yerlerde değişik biçimlerde tekrarlamanın hikmeti -Allah bilir ya- inancın yerinin şuuraltı olduğu hususunda aranmalıdır.

Endirekt (dolaylı) olan bu telkin tarzı, özellikle tekrarla birleşirse kolayca şuuraltına uzanır. Gelin, işin diğer bir ciheti olan dışımızdakilerin hâllerine bakalım. Bu noktada bizi düşünmeye sevk etmesi gereken şekilde, bir hicranımızı hissederek, içimizi acıtsa da başımızı kaldırıp “Biz nerede hata yaptık?” sualini kendimize sorarak muhasebe-i nefs yapalım. Bu ifadelerimizin cevabı aşağıdaki cümlelerdedir.

Yabancı eğitimciler bunun farkına varmışlar, bu konuda geniş araştırmalar yapmışlar ve arzu ettikleri prensipleri çocuklara aşılamakta bu metodu kullanmışlardır. Eğer kıssa, öğretici okul kitapları gibi şuurlu akla hitap ederek verilseydi, hafıza onu belleyecek ve gerektiği anda akla iletecekti. Akıl da üzerinde fikir yürütecek, araştırma yapacak, şüpheler ortaya çıkaracak, küçüklüğünde bellediği ve imtihan geçirdiği okul derslerini büyüdüğü zaman unutan öğrenci gibi günlerin geçmesiyle onu da unutacaktı. Ayetleri anlamak ve kâinatın sırlarını öğrenmek için Kur’ân bizi iyiden iyi düşünmeye ve aklımızı çalıştırmaya çağırır. Allah-u Teâlâ her şey için bir kanun koyduğunu, göz ve akıl verdiğini bildirmiş ve bize, “Göklerde ve yerde olanlara bakınız” buyurmuştur. Her dert için deva indirmiş ve bize, “Dert için deva arayın, Allah’ın dünyadaki nizam ve kanunlarını keşfedin, o kanunların toplamı olarak yarattığı tabiatı tanıyın” demiştir.

Kur'ân-ı Kerim, Müslümana hesaplaşmayı kabul etmeyi, akla dayanan tartışmayı, kesin delile teslim olmayı ve karşı koyandan -eğer varsa- delilini istemeyi öğretmiştir: “De ki, ‘Eğer iddianızda haklı iseniz, delilinizi getiriniz’.” Çünkü delilsiz iddianın lâyığı onu geri çevrilmektir. Kendi şahsımız aleyhinde de olsa, hakikati söylememizi yani arzularımızı, iştahlarımızı, acılarımızı, lezzetlerimizi gerçeğin hükmüne boyun eğdirmemizi öğretmiş, yol göstermiştir.

Kur’ân, emir ve hükümlerinin sebeplerini de bildirir. Bunlar ister apaçık inanç esasları olsun, isterse maveraya ait, “Eğer oralarda (göklerde ve yerde) Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı onların nizamı bozulurdu” buyurulur. Yine ister kanunî hükümler olsun, isterse beşerî hayatla alâkalı, Furkan-ı Beyan, tabiat kanunlarına işaret edişi gib, sosyal kanunlara da işaret eder ve onların da değişmez nizamları olduğunu anlatır: “Gerçekte sizden önce birçok olay ve şeriat gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezin dolaşın da (peygamberleri) yalan sayanların sonu nice oldu, görün.” İşte bu, Allah’ın koyduğu sosyal bir kanundur.

Hak yolunu terk edenlerin hâllerini şu cümlelerle izah edelim: Hakikati yalanlayanların, onu reddedip de başka yola girenlerin sonu yok olmaktır. “İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalar.” İşte bu da bir kanundur. Bakara Sûresi 171’inci ayet-i kerimenin meali şöyle der: “Allah’ın daveti karşısındaki tavırları itibariyle kâfirlerin hâli, tıpkı çobanın çağrısını duyduğu hâlde bu sözleri mânâsız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.”

Kur’ân insanların, şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a aykırı âdet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın buyruklarına tâbi olmalarını ister. Nefsanî bir hayatı terk edip Rahmânî bir hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız” şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit, inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü, kendisine akıl, zekâ, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını, tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidayete eremediklerini yani yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla kendinden ve kendi istikbâlinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru hareket, hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktır. Bunun için de İlâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek lâzımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil, Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

Hurafelere yani yanlış öncüllere dayanarak vehmî sonuçlara inanmayı da yasak eder. Kur’ân öğretmesi sayesinde mümin, herhangi bir şeyi ancak şu iki yoldan biri ile doğrular: Yanıltmayan idrake veya devamlı gözleme dayanan aklî sübut yahut kesinlik bildiren haber… İşte bu da bir esas kanundur!

Anlaşılır bir misâl verirsek… Normal olarak devlet anayasası, genel hatları çizip büyük hedefleri açıklar, ihtiyaç duyulacak durumlar dışında ayrıntılara girmez. Meselâ anayasa, “Devletin resmî dili Arapçadır (veya Türkçedir)” der ve ona ihtimam gösterilmesini ister fakat ism-i failin yahut sıfat-ı müşebbehenin amelini açıklamaz. Kazâ organının bağımsız olduğunu bildirir fakat tebligat süreleri ile icra şeklini belirtmez. Kur’ân’ın, “İnsanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmelisiniz” demesi de böyledir. Esas prensibi koymuş, adaletin gerçekleştirilmesine vesile olacak yolları seçimimize bırakmıştır.

Sonuç olarak muradımız odur ki, gerek ferdî hayat, gerekse inanan toplumdan oluşan tüm milletin organize hâli olan devlet aklı ve müesses nizamının/mekanizmasının işleyişi ve uygulaması Kur’ân ahkâmına göre olması gereklidir. Zira Allah-u Teâlâ, Haşr Sûresi 21’inci ayette, “Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz” buyurur. Demek ki beşeriyetin hâl-i pürmelâlinin içler acısı olmasının neticesinde vahşi kapitalizm ve türevlerinin ayyuka çıkan zulümlerinin önüne geçecek tek çare Kur’ân’dadır.

Kur’ân-ı Kerîm düşünme, inanma, amel yani bir davranış kitabıdır. Kur’ân, okuyup anlaşılmak ve hayat biçimi olmak üzere indirilmiş bir hayat kılavuzudur. Kur’ân’ı doğru okumak, anlamak ve gereklerini yerine getirmek İlâhî bir emirdir. Kur’ân’ı sadece telaffuz etmek, hatta anlamak için okumak da yeterli değildir. Aslolan, onun gereklerini yapmak, bizden istediklerini sosyal hayatımızda yaşamak ve başkalarının örnek alacağı bir rol modele dönüştürmektir. Çünkü Kur’ân’ın tanımladığı Müslüman, İlâhî hakikatleri temsil edendir.

Kur’ân, yalnızca Yaratıcı’nın birliği ve varlığını, ibadetleri, geçmiş toplumların yaşantı ve azap nedenlerini, insanların ölüm ötesi hayatlarını konu edinen bir kitap değildir. O aynı zamanda insanların dünya ve ahiret mutluluklarını temin hususunda da yol gösteren bir rehberdir.

Kur’ân, kendisini kabul edenlerin inanç, ibadet, kişilik, kimlik, düşünce yapısı ve davranışlarını değiştirerek tevhide göre şekillenmelerini ister. Şayet Kur’ân’a inananların bu özelliklerinde bir değişim meydana gelmiyorsa, burada sorgulanması gereken çok ciddî problemler var demektir.

İslâm, akıl nimetini gereği gibi kullanamayan bir şekilde, bir nevi akılsız, fikirsiz, asalak gibi yaşamayı ve boşa zaman öldürmeyi yasaklamıştır. Bunun yanında insana iyiyi, güzeli, dünya ve ahiret için faydalı olanı düşünüp muhakeme ederek gayret göstermesini de emretmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar ahmaklık ile daha büyük hatalara düşerler. İnsanların yarın kıyamette mertebeleri akılları nispetindedir.” (İhya-ı Ulumu’d-Din, 1-211)

“Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir! O ne güzel Mevlâ, o ne güzel Yardımcıdır”. Vesselâm…