Hayat nerede başlar?

Kabullenmekti çâre. Acıyı da, kederi de kabullenmek, yaşanan sevinci keyfiyle tatmaktı. Başa geleni bir kenara atmak hiçbir şeye iyi gelmezdi. İnsanın içine attıkları birikir, koca bir yığın olurdu. Bunu anladığı bir Aralık gecesinde defterinin kenarına şöyle yazmıştı Süheyla: “Eğer batmaktaysan, ayakların denizin dibine değmeden yüzeye çıkamazsın.”

SÜHEYLA, hayatın ne olduğuna dair idrakte bulunmaya henüz yeni yeni başlamıştı. Bu durum onu kimi zaman ürpertiyor, telâşla düşüncelere boğuyordu. Daha önce varmadığı bir tat oluşuyordu damağında.

İçinde bulunduğu yaşamın farkına varmak neden ürkütürdü ki onu, sonuçta tüm olanları yaşayan da oydu. Fakat pek kolay değildi göz önünde bulunan bir şeyi kavrayabilmek. Çünkü insan alışıyordu hep karşı karşıya kaldığı şeylere, lâflara, insanlara, doğan aya ve batan güneşe… Hepsi her gün oluyordu. Her şey her gün yeniden yaşanıyordu.

Uyandığı her sabah annesi vardı yanı başında; onun olmayacağını düşünmemişti daha öncesinde. Esâsında günlerden bir gün bir daha uyanmayacağını aklına getirmemişti hiç. Ölüm, belki de yaşı üzere korkutucu olabilecek bir unsurken öyle gelmiyordu Süheyla’ya. Annesini bir daha göremeyecek olmak düşüncesi de tıpkı böyleydi. Onun iyi bir kadın olduğunu, her daim insanlara yardımda bulunduğunu ve hep tevekküllü olduğunu görebiliyordu. Allah’ın onu sevdiğini içtenlikle hissediyordu. Ölse de hep iyi olacaktı, biliyordu. Çünkü bu, sevilene kavuşmak gibi bir şeydi.

Şimdi büyümeye başlamış olan ellerini daha minicikken sıcak avuçları içine alıp anlatmıştı annesi ölümün ne olduğunu. Ölüm, bu dünyaya gelmeden önce bulunduğumuz yere geri dönmekti; onları, bu gördüğü güneşi, evlerinin bahçesindeki pek sevdiği kuzusu Pamuk’u Yaratanın yanına gitmekti. Babası vefat ettiğinde annesi bunu ondan gizlememiş, yüreğindeki hüznüyle dili döndüğünce böyle açıklamıştı biricik kızına bunu. O da anlamıştı. Sessizce kabul etmişti. Sadece, hep özlüyordu babasını. Geceleri uyumadan önce aklına geliyordu. Gelmediği geceler olduğunda da sabah uyandığında hatırlıyordu. Şimdiyse durumu yıllar içerisinde kabul etmiş ve yokluğuna alışmış bulunduğundan olacak, babasının eksikliğinin farkındaydı ama her gün hatırına gelmiyordu artık.

Süheyla hayatın ne olduğunu kavramaya başladığını ne yaşadıklarıyla, ne babasının yokluğuyla anladı. O, bunu yıllar sonra, yaşadıklarına karşı tutunduğu tavırlarının olgunluğuyla, farkında dahi olmadan zihninde yer edinen düşünceleriyle idrak etti. Süheyla’nın kendini bulduğu an, düşüncelerinin varlığını anladığı an oldu esâsen. Hayatın ne olduğunu anlamak ile hayatın ne olduğunu öğrenmek arayışında olmak arasında neredeyse koca bir uçurum vardı onun için. Nefes aldığını fark etmek gibiydi bu.

Meselâ bazen halası, başı ağrıdığı zamanlarda “Kafamı hissetmiyorum” diye yakınırdı tek odalı evlerindeki sofanın üzerine oturmak üzereyken. Bir bacağını dizinin altına alır, otururken boynunu açıkta bırakarak örttüğü yazmasının uçlarını başının üzerine dolardı. Derin bir nefes alır, gözlerini usulca kapardı. Hâlbuki Süheyla, halasının aksine başının ağrıyışıyla onun varlığını daha iyi kavradığını düşünürdü. Düşüp dizini kanatmadığı müddetçe bacaklarını düşünmezdi örneğin, ama canı yandı mı anlardı bacaklarının olduğunu.

Büyüdükçe anlamıştı ki, her şey tersiyle kaimdi. Gece olmadan gündüz olmaz, kötülük olmadan iyiliğin kıymeti de bilinmezdi.

Süheyla’nın büyüdükçe öğrendiği en büyük ve en önemli şeyse herkesin, geldikleri bu yolda, buldukları bir anlamın varoluşuydu. Felsefe diyorlardı buna: “Hayat felsefesi”…

Kimi farkında değildi, kimi de Süheyla’nın önceden hissetmiş ve üstesinden gelmeyi başarmış olduğu ürkütücülüğü görünce kaçıp gitmişti. İnsanlar düşünmekten korkuyorlardı. Düşündükçe yok olmaktan, düşündükçe “yok” olduklarının farkına varmaktan korkuyorlardı. Tir tir titriyordu koca koca insanlar. Farkında değillerdi lâkin Süheyla görüyordu. Hikâyelerini dinleyip bilmeden, öğrencilerine devamlı olarak vaazlar veren mektep öğretmenleri de bu insanlardandı. Bıkkınlıkla anlatıyor, anlatıyor, fakat ne anlattıklarına dönüp de bakmıyorlardı. Okulda insanın düşüncesizliğinden yakınır, öğrencilerin, sordukları sorular hakkında düşünememelerinden ötürü duydukları vahşetle burun kıvırır, kızgınlık duyarlardı. Böyle kimseler düşündüklerini sanır, düşünen kimseden de ölesiye korku duyarlardı.

Süheyla’nın kendine edindiği hayat felsefesi de her şeyin zıttı ile kaim olduğu fikrinin derinliklerinden geliyordu. Bilmişti ki, edindiği acısını da, sevincini de olduğu kadarıyla hissetmesi lâzım geliyordu. Ne bir eksiğini, ne bir fazlasını; yalnızca elde avuçta, yürekte olanını… Bir şeyleri unutmak değildi doğru olan, kendi doğrusunu bulmuştu. Kabullenmekti çâre. Acıyı da, kederi de kabullenmek, yaşanan sevinci keyfiyle tatmaktı. Başa geleni bir kenara atmak hiçbir şeye iyi gelmezdi. İnsanın içine attıkları birikir, koca bir yığın olurdu. Bunu anladığı bir Aralık gecesinde defterinin kenarına şöyle yazmıştı Süheyla: “Eğer batmaktaysan, ayakların denizin dibine değmeden yüzeye çıkamazsın.”