Hayat mı, ölüm mü?

“Dua umut getirmişti, özümü gördüm. O gece isyanlarım bitip tasdiklerim başladı. İlk defa içten dua ettim Rabbime: ‘Sen hep vardın, göremeyen bendim. Ben yokmuşum Rabbim, kendimde değilmişim, işte şimdi buradayım, Sana geldim.’”

VAR ile yok arası güneş, kaçamak gülücükler atıyor ara ara dalgalı serin sulara. Sabah mahmurluğunu atamamış İstanbul çok güzeldir bu saatlerde. Hele mevsim baharsa... Hızlı adımlarla yürüyorum şehir hatları vapuruna, halatlar arkamdan toplanıp atılıyorlar son yolcu telaşında. Tornistan ediyor gemi, sabahın serin durgun sularını derin uykusundan uyandırıp günün telaşına katıyor.

Yukarıda, arka güvertede boş banka oturup doğan güne “Merhaba” diyorum. Birbirinin içinde sayısız âleme teşne dünya, bir sabaha daha uyanıyor efsunlu uykusundan. Bahar güneşi haylaz çocuklar gibi bir anda şamataya boğuyor ışıklarının değdiği her yeri. Su uyanıyor, ağaç uyanıyor, insan uyanıyor; kuşlar zaten korolarına başlamışlar zikreden dervişler misali.

Vapurun kampana sesi o telaşa katılıyor “Ben de varım” dercesine yüksek perdeden. Bir simitçinin yanık sesi uzanıyor güverteye. Günün ilk ışıklarına karışan sesler adeta el birliği ediyorlar uyuyanları uyandırmaya. Hava Nisan’ın ıslak serinliğinde hâlâ. Arka güverte balkonu boş, bir ben ve ara sıra ışıyan bahar güneşi konuk tahta sıralara. (Bir şiir düşüyor dilime: “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…”)

Tarihî Yarımada, efsunlu İstanbul’un tacı gibi parlıyor karşıda. Güverteye genç bir çift giriyor bahar ışıltısı gibi. Ellerinde mis kokulu çıtır sabah simitleri, birbirlerine yaslanmış, hayat dolu, susamla karışık saadet kokuyorlar. Kadın küpeşteye dayanıyor ellerindeki simitlerle. Selâm veriyor önce, sonra ikram ediyor simit kadar taze sıcak gülüşüyle. Alıyorum ben de teşekkürle. Binerken telaşla almayı unuttuğum simidin bana gelişine hayret ve minnetle şükrederek Rabbime…

Kadın neşeyle simit atıyor çığlıklarla vapura yanaşıp uçuşan martılara. Ben de keyifle seyrediyorum önümde yaşanan hayat kesitini. Mutlu bir çift sıcak susam ve serin yosun kokusu, martıların rızık telaşı ve oynaşmayı bırakıp ısıtmaya başlayan güneşe teslim oluyorum. Meltemin serinliğine yüzümü çevirip var oluşuma, sabaha, aldığım nefese, huzura, nimete şükrediyorum. Ben de Rabbimle muhabbetteyim.

Yaslandığı koldan uzaklaşıp yanıma oturuyor genç kadın. Dalgalı siyah saçları, uzun beyaz dantelli eteği savruluyor rüzgârla. Narin elleri ile bir saçlarını, bir eteğini hizaya topluyor. Konuşmaya başlıyoruz tanışıyormuş da karşılaşmışız gibi. Doğal, sıradan… Kuşlar, deniz, simit derken muhabbette buluyoruz kendimizi. Kırk yıllık iki dostuz sanki. Sessiz cümlelerim içime, “İşte tam da yaşam bu!” diyor. Konup göçeceğimiz bu hayatta bir tatlı soluk, bir güzel muhabbetin parçası olabilmek… Ne çok anlam yüklüyoruz yaşama.  Bize kulluk için verilen zamanı bırakıp gideceğimiz ne çok şey için boşuna heba ediyoruz.

“Bir tatlı huzuru” nasıl da görmezden geliyoruz hayat telaşı içinde, anlara teslim olmuyoruz. Eşyaya tutunuyoruz. Ya da bize fayda vermeyecek her şeye… Sonra dönüp genç kadına, “Gençlik güzel” diyorum, “İstanbul gibi. Hele içinde sevgi ve inanç varsa paha biçilmez bir değer”. “Evet” diyor gülümseyerek, “Yarını düşünmeden bugünün tadını çıkarabilmek gerçekten güzel”. “Güzel yarınlarınız da olsun inşallah” diyorum, elimi üşümüş ellerinin serin sıcaklığı ile tutuyor. “Ah!” diyor, “Bilseniz ne umut verici bir dua, sabahımı aydınlattınız”. Hayretle bakıyorum bu gençteki yarın kaygısına, sorumu anlıyor gözlerimden, öyle çok sormuş ve cevap aramış ki biliyor zaten. Çok yürünen yollar gibi derin izi kalıyor yoğun yaşanmış acıların.

“Ben kanser hastasıyım” diyor, şaşa kalıyorum. Bu iki kelimelik cümle ile sabah gözlerimle şahit olduğum, kalbimle gördüğüm hikâyenin tezatlığına ve başlıyor anlatmaya:

“Duydum, kabullenmedim, bir zaman direndim. ‘Hayır’ dedim, ‘Yanılıyorsunuz, ben kanser değilim’ diye bağırdım günlerce. Sonra isyan başladı her şeye, tedaviye, hayata, kendime, hastalığıma, doktorlara, Yaradan’a, birlikte yaşayıp yaşlanmaya söz verdiğim sevdiğime… Sonra suskunluklarım başladı. Sustukça, dışarıya kapattıkça gözlerimi, içime döndü algılarım. Bu arada tedaviler gördüm, olmadı; ameliyat oldum. Kemoterapide dökülen saçlarımdı, kirpiklerimdi görünürde, hâlbuki her bir parçasıyla ruhum parçalanıyor, kalbim dökülüyordu yerlere. Dağılıyordum adeta. Gecenin koyu karanlığı hafif kalır, kaçardı benim karanlığımdan ve uyku tutmazdı gözlerim, gecenin peşinden giderdi o da beni bırakıp. Gündüzüm gece, gecem yok oluşuma seyirdi bende. Çaresizlik ölümden acıydı bana ve sevdiğime. ‘Keşke ölsem de bu kaderi hiç görmesem, yaşamasam bu kâbus dolu geceleri’ derdim. Her akşam kendi kabrimi kazar, gömerdim her şeyiyle kendimi. Derin koyu karanlıklarda belki gerçekten yok olurum diye uyuyamazdım bir türlü.

Bir gün bir doktor dönüşü Eyüp’ten geçiyorduk, müezzin ‘Hayyâ ale’l-felah’ (Haydi kurtluşa) diyordu. Yüreğim bunu duydu. İçimin o boş, anlamsız karanlığına bir ışık, bir umut düşürdü bu sesleniş. Aceleyle avlusundaki çeşmeden abdest alıp girdim serin kuytuluğuna caminin. İçimin ateşine bir nefes serinlik geldi, iyi hissettim uzun zaman sonra kendimi. Orada kaldım günün geri kalanında. Sevdiğim etrafımda dokunmuyor bana; sükûnetim onu da etkiledi. İçimin karanlığına bir ışık düşmüştü artık. Dua umut getirmişti, özümü gördüm. O gece isyanlarım bitip tasdiklerim başladı. İlk defa içten dua ettim Rabbime: ‘Sen hep vardın, göremeyen bendim. Ben yokmuşum Rabbim, kendimde değilmişim, işte şimdi buradayım, Sana geldim.’

Ve uzun bir zamandan sonra ilk defa uykuya daldım, birkaç saat sonra ömrümde hiç kılmadığım sabah namazı için kalktım, boy abdestimi aldım. ‘Bugün Eyüp’te kalacağım’ dedim ve evden çıktım…”

“Camiler sabah bir başka güzel oluyor, biliyor musunuz?” dedi soluğunu içine çekerken. O gün camide akşamladım, sonra orada sabahladım, ağladım, anlattım, yalvardım, sustum, dinledim. Rabbim duyuyordu beni. Bunu, ateşi köze dönen yüreğimden anlıyordum. Şifa gibi, acılarımı alıyordu ruhumun serin sükut kuytusunda Eyüp. Müdavimi olmuştum oranın, ikinci evim oldu. Yeniden doğuşumun evi…

Yüzüne vuran güneşe doğru baktı, “Sonra teslim oldum” dedi sükûnetle. “Hayata, ölüme ve ölümü var edene, bana bahşedene, her şeyin sahibine teslim oldum ve o teslimiyet her şeyi müsavi kıldı ruhumda, aklımda, kalbimde. Tüm sanrılarım, acılarım dindi, ölümün ve hayatın eşit olduğunu anladığım an Azrail ensemden nefesini çekti. Derin bir nefes bıraktı. Isınan havaya mutmain kalplerin serin soluğunda… Şimdi hayatı bugünmüş, bir tekmiş, en özelmiş gibi yaşıyorum. Bugünkü nasibim simit ve sizmişsiniz, hamdolsun verene, (ve kollarını iki yana açıp) bütün bunları bana gösteren Yaradanıma” diye ekledi.