
İSTANBUL koca
bir şehir. Bilmediğim, görmediğim ne çok semti var. Tuzla ilçesi de bunlardan
biri. İlk kez yolumun düştüğü bu şirin semtte adres arıyorum. Daha önceki
deneyimlerim bana adres sormak için esnafı hedef gösteriyor.
Etrafıma bakınıyorum.
İleride mazbut bir mahalle bakkalı çarpıyor gözüme. Yöneliyorum. Küçük bakkalın
kapısında soracağım adresin özetini çıkarmaya çalışırken içeri göz atıyorum.
Gördüğüm şey beni şaşırtıyor.
Tezgâhın arkasında, 45
yaşlarında, siyah bereli bir hanım, köpüklü su bulunan kutuya daldırdığı küçük
halkaya üflüyor. Bir anda onlarca balon uçuşuyor havada. Dalgın bir şekilde
şeffaf baloncukları izliyor. Yüzünde hiç mutluluk emaresi yok. Yeniden üflüyor,
yeniden seyre dalıyor…
İçeri giriyorum “Kolay
gelsin” diyerek. Uykudan yeni uyanmış gibi, mahmur bir bakışla “Buyurun” derken,
köpük kutusunun kapağını itina ile kapatıyor.
Benim çocukluk zamanlarıma
ait bir oyuncağın yetişkin bir hanımı oyalıyor olması merakımı tetikliyor. Bulmaya
çalıştığım adresi sormak yerine, “İlginç bir uğraş, keyifli olmalı” diyorum (“Hiçbir
şey göründüğü kadar değildir” öğretisini dikkate almadan).
“İtiraf etmeliyim, pek
keyifli değil. Otuz yıldır içtiğim sigarayı bırakmak zorunda kalınca, yerini
köpük kutusuyla doldurmaya çalışıyorum” diyor gayet düzgün bir aksanla. “Güngörmüş
biri” diye geçiriyorum içimden. Merakım yoğunlaşıyor.
-Sigarayı doktor
önerisiyle mi bıraktınız?
-Evet. Kanserim. Pankreas kanseri…
İçimi titretiyor cevabı.
“Keşke sormasaydım” diye hayıflanmak anlamsız artık. “Ya! Öyle mi? Üzüldüm”
dedikten sonra adresi sorup çıkmak ise hiç olacak şey değil. “Geçmiş olsun”
demek ise kifayetsiz kalıyor.
Üzüldüm, çok üzüldüm. Ama
kanseri yenen birçok kişi biliyorum. -----Tedavi görüyorsunuz değil mi?
-Görüyorum tabiî. Doktorum hastanede gözetim altında
olmamı istiyor. Ama günlerim sayılı olduğu için, sancılarıma rağmen çocuklarımla,
eşimle daha çok zaman geçirmek istediğimden, tedavim dışarıdan takip ediliyor.
“Günlerinizin sayılı
olduğu fikrine yenik düşmemelisiniz?” diyorum çaresiz. Ne desem, ne söylesem az,
biliyorum. Ateşin düştüğü yeri yakıp kavurduğunu da biliyorum.
O sırada kapıdan iki genç
kız giriyor. Biri 18, diğeri 14 yaşlarında... Tezgâhın arkasından telaşla
çıkıyor.
“Anne biz gidiyoruz. Gitmesek
diyorum?” diyor büyük olan, gitmeye pek gönüllü olmadığı belli.
-Yok yok, gidin anne kuzuları gidin!
Saçlarını koklayarak okşuyor.
Yanaklarından uzağa gönderir gibi öpüyor. Öpüşleri uğurlamadan çok müebbet bir
ayrılığın mührü gibi… Arkalarından, kapıdan çıkmıyorlar da uzaklara hareket
edecek bir araca biniyorlarmış gibi bakıyor. Kızlar da bir o kadar gözleri
arkada kalmış gibi, endişeli adımlarla çıkıyorlar bakkaldan.
Bana dönüyor. Yüzü solgun.
Gözlerinde metanetle şefkat sarmaş dolaş. Eli boşlukta bir şeyleri ötelemek
ister gibi deviniyor. “Ne istemiştiniz” diye sormakla, “Boş ver, beni dinle,
anlatacak çok şeyim var!” demek arasında bir medcezir seziyorum. Sanki hayatına
ait olmayan, yabancı biriyle rahatça dertleşmek istiyor. Tezgâha yakın,
tekerlekli eski bir büro koltuğuna bırakıyorum kendimi. İçim ağlıyor.
-Sinemaya gitsinler, açılırlar biraz. Uzun süredir
saklıyordum kanser olduğumu. Ama kemoterapiden saçlarım dökülünce öğrendiler. Çok
hırpalanıyorlar. Onlar benim kuzucuklarım.
Ne demeliyim?
“Allah bağışlasın” mı?
“Geçmiş olsun” mu?
Başka bir şey söylüyorum.
-Alternatif tıptan da istifade
edildiğini duyuyorum.
-Bazı terkipler kullanıyorum ama sinsice tüm vücuduma
yayılıyor. Dün aldığım tahlil sonuçları “Umudunu hazırlığa dönüştür. Ölüm geldi
gelecek” diyor. Aynı şeyi doktorlar da söylüyor.
-Umudunuzu
yitirmemelisiniz?
-Yok, hiç yitirmedim. Beş kuşaktır ölüm, kanser adı
altında gri kanatlarıyla sevdiklerimin üzerine gölgesini mıhladı. Şimdi sıra
bende! Bu illeti yakından tanıyorum. Bir yıldır boğuşuyorum. Ölüm önünde
sonunda gelecek. Bana haberli geliyor. Ve biraz da sancılı… Kuzularıma
kıyamıyorum. Çok gençler, çok toy…
Tezgâhın üzerinde duran
küçük köpüklü su kutusuna uzanıyor. “Sayılı nefeslerimi harcayarak yaptığım
baloncukları seyrediyorum. Sermayeyi yersiz mi tüketiyorum, bilmem” diye
cevabını beklemediği bir soru soruyor.
Köpük halkasına üflüyor.
Yüzünde mutluluğa dair bir emare olmamakla birlikte, kararlı bir inancın keskin
çizgilerini taşıyor.
Uçuşan onlarca baloncuğa
dalgın dalgın bakarak, “Hayat da böyle bir şey işte. Işıl ışıl, köpükten bir
balon gibi” derken muzip bir gülüş gelip geçiyor dudaklarından. Birden
gözlerimin içine bakarak, kararlı bir ses tonuyla, “Sizi de üzdüm. Üzülmeyin. Direnebildiğim
kadar direneceğim. Pes etmiyorum. Er ya da geç öleceğiz” derken, beni ikna
etmekten çok, kendi sesini duyarak kendini ikna etmeye çalıştığını seziyorum.
“Yeneceğinize inanıyorum”
derken kalkıyorum. Adresimden herhangi bir yeri öylesine soruyorum: “Kışla Sokak?”
Önemseyerek, detaylı bir
tarif veriyor. Sanki az önce göz kapaklarının eşiğinde duran, son nefesini
kollayan ve her daim önünde arz-ı endam eden ölümden söz etmemiş gibi… Ölüm gri
kanatlarını ve gölgesini üzerinden çekivermiş gibi…
“Yolunuz düşerse yine
beklerim. Burada olmaya çalışacağım” derken emanet bir gülüş yerleşiyor
dudaklarına.
***
O mazbut mahalle
bakkalından hüzne bulanmış, metanete hayran kalmış bir şekilde ayrılıyorum. Aldığım
tarif üzerine Kışla Sokak’a doğru yürüyorum. Peşimde gri kanatlı bir kuş ve
gölgesi adımladığım yola düşüyor. Ölümü düşlüyorum. Başımı her kaldırışımda ise
ışıl ışıl köpükten bir balon büyüyor, büyüyor ve beni yutuyor. Hayatın
ışıltısına yeniden kapılıyorum.
Yolum birkaç ay sonra Tuzla’ya
düştüğünde, itiraf etmeliyim, o bakkala uğramaya korkuyorum. Fakat korkumun
esaretine girmeyip dualarla uğramayı başarıyorum. Onu yüzüne renk gelmiş bir
şekilde, yine köpükten balonları seyrederken buluyorum. Bu kez beresini
çıkarıp, yeniden çıkan saçlarını kutluyoruz bir fincan kahve eşliğinde…