Hayat, köpük ve ölüm

Yolum birkaç ay sonra Tuzla’ya düştüğünde, itiraf etmeliyim, o bakkala uğramaya korkuyorum. Fakat korkumun esaretine girmeyip dualarla uğramayı başarıyorum. Onu yüzüne renk gelmiş bir şekilde, yine köpükten balonları seyrederken buluyorum. Bu kez beresini çıkarıp, yeniden çıkan saçlarını kutluyoruz bir fincan kahve eşliğinde…

İSTANBUL koca bir şehir. Bilmediğim, görmediğim ne çok semti var. Tuzla ilçesi de bunlardan biri. İlk kez yolumun düştüğü bu şirin semtte adres arıyorum. Daha önceki deneyimlerim bana adres sormak için esnafı hedef gösteriyor.

Etrafıma bakınıyorum. İleride mazbut bir mahalle bakkalı çarpıyor gözüme. Yöneliyorum. Küçük bakkalın kapısında soracağım adresin özetini çıkarmaya çalışırken içeri göz atıyorum. Gördüğüm şey beni şaşırtıyor.

Tezgâhın arkasında, 45 yaşlarında, siyah bereli bir hanım, köpüklü su bulunan kutuya daldırdığı küçük halkaya üflüyor. Bir anda onlarca balon uçuşuyor havada. Dalgın bir şekilde şeffaf baloncukları izliyor. Yüzünde hiç mutluluk emaresi yok. Yeniden üflüyor, yeniden seyre dalıyor…

İçeri giriyorum “Kolay gelsin” diyerek. Uykudan yeni uyanmış gibi, mahmur bir bakışla “Buyurun” derken, köpük kutusunun kapağını itina ile kapatıyor.

Benim çocukluk zamanlarıma ait bir oyuncağın yetişkin bir hanımı oyalıyor olması merakımı tetikliyor. Bulmaya çalıştığım adresi sormak yerine, “İlginç bir uğraş, keyifli olmalı” diyorum (“Hiçbir şey göründüğü kadar değildir” öğretisini dikkate almadan).

“İtiraf etmeliyim, pek keyifli değil. Otuz yıldır içtiğim sigarayı bırakmak zorunda kalınca, yerini köpük kutusuyla doldurmaya çalışıyorum” diyor gayet düzgün bir aksanla. “Güngörmüş biri” diye geçiriyorum içimden. Merakım yoğunlaşıyor.

-Sigarayı doktor önerisiyle mi bıraktınız?

-Evet. Kanserim. Pankreas kanseri…

İçimi titretiyor cevabı. “Keşke sormasaydım” diye hayıflanmak anlamsız artık. “Ya! Öyle mi? Üzüldüm” dedikten sonra adresi sorup çıkmak ise hiç olacak şey değil. “Geçmiş olsun” demek ise kifayetsiz kalıyor.

Üzüldüm, çok üzüldüm. Ama kanseri yenen birçok kişi biliyorum. -----Tedavi görüyorsunuz değil mi?

-Görüyorum tabiî. Doktorum hastanede gözetim altında olmamı istiyor. Ama günlerim sayılı olduğu için, sancılarıma rağmen çocuklarımla, eşimle daha çok zaman geçirmek istediğimden, tedavim dışarıdan takip ediliyor.

“Günlerinizin sayılı olduğu fikrine yenik düşmemelisiniz?” diyorum çaresiz. Ne desem, ne söylesem az, biliyorum. Ateşin düştüğü yeri yakıp kavurduğunu da biliyorum.

O sırada kapıdan iki genç kız giriyor. Biri 18, diğeri 14 yaşlarında... Tezgâhın arkasından telaşla çıkıyor.

“Anne biz gidiyoruz. Gitmesek diyorum?” diyor büyük olan, gitmeye pek gönüllü olmadığı belli.

-Yok yok, gidin anne kuzuları gidin!

Saçlarını koklayarak okşuyor. Yanaklarından uzağa gönderir gibi öpüyor. Öpüşleri uğurlamadan çok müebbet bir ayrılığın mührü gibi… Arkalarından, kapıdan çıkmıyorlar da uzaklara hareket edecek bir araca biniyorlarmış gibi bakıyor. Kızlar da bir o kadar gözleri arkada kalmış gibi, endişeli adımlarla çıkıyorlar bakkaldan.

Bana dönüyor. Yüzü solgun. Gözlerinde metanetle şefkat sarmaş dolaş. Eli boşlukta bir şeyleri ötelemek ister gibi deviniyor. “Ne istemiştiniz” diye sormakla, “Boş ver, beni dinle, anlatacak çok şeyim var!” demek arasında bir medcezir seziyorum. Sanki hayatına ait olmayan, yabancı biriyle rahatça dertleşmek istiyor. Tezgâha yakın, tekerlekli eski bir büro koltuğuna bırakıyorum kendimi. İçim ağlıyor.

-Sinemaya gitsinler, açılırlar biraz. Uzun süredir saklıyordum kanser olduğumu. Ama kemoterapiden saçlarım dökülünce öğrendiler. Çok hırpalanıyorlar. Onlar benim kuzucuklarım.

Ne demeliyim?

“Allah bağışlasın” mı?

“Geçmiş olsun” mu?

Başka bir şey söylüyorum.

-Alternatif tıptan da istifade edildiğini duyuyorum.

-Bazı terkipler kullanıyorum ama sinsice tüm vücuduma yayılıyor. Dün aldığım tahlil sonuçları “Umudunu hazırlığa dönüştür. Ölüm geldi gelecek” diyor. Aynı şeyi doktorlar da söylüyor.

-Umudunuzu yitirmemelisiniz?

-Yok, hiç yitirmedim. Beş kuşaktır ölüm, kanser adı altında gri kanatlarıyla sevdiklerimin üzerine gölgesini mıhladı. Şimdi sıra bende! Bu illeti yakından tanıyorum. Bir yıldır boğuşuyorum. Ölüm önünde sonunda gelecek. Bana haberli geliyor. Ve biraz da sancılı… Kuzularıma kıyamıyorum. Çok gençler, çok toy…

Tezgâhın üzerinde duran küçük köpüklü su kutusuna uzanıyor. “Sayılı nefeslerimi harcayarak yaptığım baloncukları seyrediyorum. Sermayeyi yersiz mi tüketiyorum, bilmem” diye cevabını beklemediği bir soru soruyor.

Köpük halkasına üflüyor. Yüzünde mutluluğa dair bir emare olmamakla birlikte, kararlı bir inancın keskin çizgilerini taşıyor.

Uçuşan onlarca baloncuğa dalgın dalgın bakarak, “Hayat da böyle bir şey işte. Işıl ışıl, köpükten bir balon gibi” derken muzip bir gülüş gelip geçiyor dudaklarından. Birden gözlerimin içine bakarak, kararlı bir ses tonuyla, “Sizi de üzdüm. Üzülmeyin. Direnebildiğim kadar direneceğim. Pes etmiyorum. Er ya da geç öleceğiz” derken, beni ikna etmekten çok, kendi sesini duyarak kendini ikna etmeye çalıştığını seziyorum.

“Yeneceğinize inanıyorum” derken kalkıyorum. Adresimden herhangi bir yeri öylesine soruyorum: “Kışla Sokak?”

Önemseyerek, detaylı bir tarif veriyor. Sanki az önce göz kapaklarının eşiğinde duran, son nefesini kollayan ve her daim önünde arz-ı endam eden ölümden söz etmemiş gibi… Ölüm gri kanatlarını ve gölgesini üzerinden çekivermiş gibi…

“Yolunuz düşerse yine beklerim. Burada olmaya çalışacağım” derken emanet bir gülüş yerleşiyor dudaklarına.

***

O mazbut mahalle bakkalından hüzne bulanmış, metanete hayran kalmış bir şekilde ayrılıyorum. Aldığım tarif üzerine Kışla Sokak’a doğru yürüyorum. Peşimde gri kanatlı bir kuş ve gölgesi adımladığım yola düşüyor. Ölümü düşlüyorum. Başımı her kaldırışımda ise ışıl ışıl köpükten bir balon büyüyor, büyüyor ve beni yutuyor. Hayatın ışıltısına yeniden kapılıyorum.

Yolum birkaç ay sonra Tuzla’ya düştüğünde, itiraf etmeliyim, o bakkala uğramaya korkuyorum. Fakat korkumun esaretine girmeyip dualarla uğramayı başarıyorum. Onu yüzüne renk gelmiş bir şekilde, yine köpükten balonları seyrederken buluyorum. Bu kez beresini çıkarıp, yeniden çıkan saçlarını kutluyoruz bir fincan kahve eşliğinde…