Hayat iksirinin hikmet şuası

Yaşamla ölüm birbirinin zıddı olsalar da yaşamayı anlamlı ve öğretici kılan, kaybettiğinin yasını yaşarken zamanın bunu sadece perdeye döktüğü hakikatidir. Menzile giden yolları tercih ise, hakikat yolcusunun hikmete yüklediği mânânın turnusol kâğıdı ve mihenk taşıdır.

TALİBİ olduğumuz hayatın talebesi olduğumuzun altını çizip cümle cümle yorumlayarak “kâinat” dediğimiz medresenin sıralarında büyüyoruz. “Büyümek” dediysem, öylece boy ya da yaş almak değil elbette. Göğsümüze bağdaş kurup oturan keder dizlerimizin bağını çözüp avuçlarımızın içini sökse de ayakta kalmak için direnip kucakladık hayatı. O hayat ki, düşe kalka, kırıla dağıla, öyle ya da böyle sağ kalmayı öğretiyor bize. 

Çocuk yaşta yatağımızı toplamak zor gelirken, o yaşlarda dünyayı kurtarma hayâlleri kurduk. Yaşadığımız kederi dünyanın sonu, mutluluğu ise en büyük zevk zannettik. Hilkatte olanı fark etmemiz için meftunu olduğumuz hayat, alışık olduğumuz güzergâhın yol ayrımını gösterip kaç ayrılık, kaç yolculuk yaptırıyor? O yolculuk ki, önümüzde açılan derin yarıkların heyulalarından sıyrılarak Hazreti Yusuf’un kuyusunun teselli hislerinden bir istikamet oluşturdu. Kırıklarımızı sabırla sarıp yaralarımızı şefkat iksiriyle onararak  “Hayat devam ediyor” deyip gülümsemeyi öğrendik. Bir virgül koyup kedere, hayatın yeni başlangıçlarını besmeleyle kalbimize celp ettik. Gökyüzü maviliğindeki tazelenmeyle yola revan olduk. 

Bir bebek mutlak şartta yürüyeceğini bilemez fakat idrak noktasında bundan habersiz olduğu hâlde gayret edip bu amaç istikametinde çaba sarf eder. Ki bu çabanın o adımlardaki sağlamlığa netice kazandırdığı, Hakk’ın takdiriyle insanın emeğini zafer noktasında birleştirir. 

Yaradan, biz gözlemcilerin nazarına imkân tanıyan bir kâinat sundu. Emanet vakitlerimizin pencere açtırdığı hayat bu kadrajdan gösterildi. Kâh gökyüzünde süzülen salâ yankısı, kâh öfkeyle harlanmış yalaz yangını fıtratımıza “hâd”di öğretip bâtıl ile “hak”kı birbirinden ayırdı. Kendimizi kusursuz zannederken hafiye gibi suçlu arayıp kötülerin ve kötülüklerin yoğunluğunun şikâyetçisi olmayı yeterli addettik. Fakat fark ettik ve öğrendik ki kusurlu olmak da kul olma zincirinin bir halkasıymış. “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah, günah işleyen ve günahlarından tövbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı” diyen Efendimiz (sav), biz insanlara tövbe kapılarının her daim açık olduğunu buyurdu. O kapıya yönelip huzurda olduğumuz vakit şanslı ve arınma imkânına sahip olduğumuzun muazzam hafifliğini hissettik. 

Bizi haktan bâtıla götüren hurafelerden sakınıp taklit davranışlarımızı öteleyerek hakkı öncelediğimizde iç dünyamızın temizlendiğini ve bir kayanın çatlağından filiz veren tohum hâline geldiğini görmüş ve hissetmiş olacağımız aşikârdır. İşte orada önem ve kıymet arz eden, kayanın kapladığı alan değil, çatlaktan ilerleyen filizdir. 

İnsanlar dâvâ şuuruyla donanıp yanlış ve kötü ile mücadele ederler. Takdir edilecek sonu bilmeseler de sahip oldukları iman ve gösterecekleri gayretle erdemi öğrenirler. Kaybettiklerimiz vardır hayatta; fakat her kayıp, yerine bir başka başlangıcı ikâme ederek gider. Ki bu başlangıçlar da gitmeye hazırlanmak değil midir? 

Matematik problemlerinde sıklıkla karşılaştığımız A noktasından B noktasına doğrudan düz bir çizgi ile varamadığımız gibi, hayat içerisinde de varacağımız noktaya savrula durula B noktasını dahi mazide bırakmış oluruz. 

Ezcümle, koca bir çınarın asırlık ömrü ile bir kelebeğin kısacık ömründe dahi mucizeye denk gelen bir hikâyesi doldurur zamanın kısa veya uzun göreceliği içinde. Hepsi hayattan ve insandan kendi başına bir hikâyenin bahsidir işte. 

Yaşamla ölüm birbirinin zıddı olsalar da yaşamayı anlamlı ve öğretici kılan, kaybettiğinin yasını yaşarken zamanın bunu sadece perdeye döktüğü hakikatidir. Menzile giden yolları tercih ise, hakikat yolcusunun hikmete yüklediği mânânın turnusol kâğıdı ve mihenk taşıdır.