GELİŞMİŞ toplumlar,
kalkınmış şehirler, müreffeh insanlar görürüz. “O ülkeler, insanlar ve şehirler
böyle geliştiği halde, biz neden bu durumdayız?” diye acaba kaç kişi düşünür
diye hep merak etmişimdir. Ülkemizde acaba kaç kişi bu işin gerçekten sancısını
çeker?
Beylik
sözler söylemekten teeddüp ederim, fakat içimden gelenleri samimiyetimle
paylaşmak istiyorum. Çünkü eğitimimiz içimi acıtıyor, ideolojik yaklaşımlar
içimi acıtıyor, bu bedene olmayan gömleği giydirmeye çalışmalar içimi acıtıyor.
“Olamamış” bir eğitimci olmam içimi acıyıtor, dengesizlikler dengemi bozuyor.
Toplumların
gelişmişliğinin eğitim seviyeleri ile paralel olduğunu kimse inkâr etmiyor.
Eğitime yatırım yapan toplumların her zaman kazançlı çıktığını herkes biliyor. Eğitimin
çok kapsamlı ve kompleks bir yapı olduğunun da herkes farkındadır. Çünkü
konuşanları dinliyoruz, yazılanları okuyoruz ve görsel medyayı izliyoruz. Ancak
bilmek, görmek ve dinlemek yetmiyor. Eğer bilgi doğruysa, onu onaylamak,
onayladıktan sonra da eyleme dönüştürmek gerekiyor.
Eğitim, uzun soluklu bir süreç
Toplumların
eğitiminde baş aktör öğretmendir. Bütün dünyada -iyi veya kötü- bu işi, adına “öğretmen”
denen insanlar yapıyor. Aslında ülkeler arasında öğretmenler açısından bir fark
olduğunu düşünmüyorum. Çünkü öğretmen, önüne konan müfredat programını, aldığı
eğitim ve kişisel kabiliyetine göre uygular. Fakat ülkeler arasında bilim,
teknoloji ve kalkınmada ciddi farklar vardır. Bu farkı yaratanların öğretmenler
olması ise dikkat çekicidir. Bu bağlamda öğretmenlerini iyi yetiştiren ve eğitim
programını çok iyi planlayan toplumlar, bu rekabette hep önde gidiyorlar.
Öğretmeni yetiştirirken, o günün şartlarına göre iyi
eğitim verilse bile öğretmenin sürekli yenilenmesi gerekiyor. Çünkü eğitim,
uzun soluklu bir süreçtir. Zira “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”. Bu
sistem içinde kendini geliştirerek yenileyen öğretmenleri alkışlıyorum.
Öğretmenin çalışma hayatı uzun bir süreç, çünkü her şey hızla gelişiyor ve
değişiyor. Bu
sürece uyum sağlayamayan öğretmen, değişim ve gelişimin bir parçası olarak yetişen
yeni nesle bir şey veremiyor. Bu çerçevede, şahsımda, bütün branşlar için
şunları hayal ediyorum:
Sanatkâr öğretmen
Bir
öğretmen olarak tiyatro eğitimi almak isterdim. Öğretmenim tiyatrodan anlamalıydı.
Bu eğitimi fakültede vermeliydiler. Sınıfta, yeri geldiğinde bir tiyatro
sanatçısı gibi rol yaparak ders anlatabilmeliydi öğretmen. O zaman ders hem
kalıcı bir şekilde öğretilir, hem de eğlenceli bir hal alırdı. Derse ruhunu
katmayan, sınıf, öğrenci ve konuyla bütünleşmeyen nasıl eğitim verebilir ki? Duygu,
düşünce, kalıbı ve kalbiyle sınıfta olan öğretmen, öğrencilerin evinde her
akşam misafir olur. Öğrenci, öğretmenini artılarıyla eve taşıyorsa, işte o,
bence sanatkâr öğretmendir.
Dersin tiyatrosu
Drama
eğitimi almak isterdim. Öğretmenim dramadan da anlamalıydı. Her branştaki
öğretmenin bu sanatı kullanacağı ders konuları muhakkak vardır. Öğretmen yetiştiren
fakültem, bunun eğitimini bana neden vermedi? Öğretmenim tiyatro ve drama
bilseydi, okul, öğrencinin istemeye istemeye gittiği bir yer olmaktan çıkar, “Acaba
bu gün nasıl bir oyun sergileyeceğiz?” diye bir an önce ulaşmak istediği bir
yer olurdu.
“Hala” mı, “hâlâ” mı?!
Diksiyon
eğitimi de almak isterdim. Öğretmenim diksiyondan da anlamalıydı. Ama her
öğretmenimin diksiyonu düzgün olmalıydı ve Türkçemi en güzel şekilde konuşarak
öğrencilerine örnek olmalıydı. Meslektaşlarımı kınamıyorum. Öğretmenlere böyle
bir eğitim verilmediği için, birçok kelimenin öğretmenlerce yanlış telaffuz edildiği
bir gerçek. Örneğin “hâlâ” ve “hala”yı veya “ahlak”ı yanlış telaffuz eden birçok
meslektaşıma rastlamışımdır. Bu bağlamda öğretmenim, ses eğitimi almış, bir
enstrüman çalmasını öğrenmiş olsaydı ve yeri geldiğinde o sanatı icra etseydi,
öğrencilerin nazarında nasıl bir öğretmen olurdu?
Örneğin
yeri geldiğinde bir edebiyatçı, “şarkı”yı işlerken sözlerini mırıldansa veya
din kültürü öğretmeni, yeri geldiğinde bir ayeti ritmik şekliyle ve terbiyeli
bir sesle seslendirse öğrenciye çok şey kazandırırdı diye düşünüyorum.
Önce kendini bilmek
Mesleğe
başlamadan önce psikolojimi tanımak isterdim. Öğretmenim mesleğe atanmadan bir testten
geçmeliydi. Bu görüşüme meslektaşlarımdan itiraz etmek isteyenler olabilir.
Sabırlı olun, bir iki cümleyle izah etmeye çalışayım.
Bir
eğitimci olarak mesleği ile barışık olmayan, şiddet eğilimleri bulunan, öğrencisiyle
iletişim kuramayan bir kimsenin çocuğunuza eğitim vermesini ister miydiniz?
Hiçbir eğitimcinin buna “İsteriz” diyeceğini sanmıyorum. Diğer insanların da
bunu istememe hakkı vardır. O zaman öğretmen olacak kişinin “Şiddet eğilimi var
mı, iletişim sorunu var mı, çocukları
seviyor mu, mesleğini seviyor mu?” şeklinde bir testten geçmesi gerektiğini
düşünüyorum. Yapılan çalışmalar, öğretmenlerin çoğunun mesleğinden memnun
olmadığını ortaya koyuyor. Soruyorum size, sevmediği bir işi yapan insan nasıl üretken
ve mutlu olur? Onun için öğretmenim, önce kendini tanımalı.
İdeal yok, savruluş çok
İdeallerim
olsun isterdim. Kimse idealleriyle doğmaz, idealler öğrenilir. Öğretmenim
idealist olmalıydı. Çünkü idealler bizi tazeler, besler ve zinde tutarlar. İdealsiz insan,
rüzgâr önünde kuru bir yaprak gibi oradan oraya savrulur, kendine bir yön tayin
edemez. Fakat öğretmenin ideali ne olmalıydı? Din mi, vatan mı, millet mi,
devlet mi yahut başka bir şey mi? Belki biri, belki de hepsi. Fakat bence “toplumun
mutluluğu”, ideal olarak öğretmene verilmeliydi. Çünkü insanın nihai hedefi
mutluluktur. (Bu arada öğretmen de mutlu edilmeliydi, zira mutlu olmayan, mutlu
bireyler yetiştiremez.)
Mesleki saygınlık
Saygın
bir eğitimci olmak isterdim. Öğretmenim saygın olmalıydı. Saygı, değer
bulunmalıydı. Bu cümleye de “Saygın olmak, herkesin kendi elindedir” diyerek
itiraz edenler olabilir. Eskilerin eskimeyen bir ifadesi vardır “Marifet
iltifata tabidir” diye, öğretmenlik sanatı, her kim sebep olduysa, bu kadar
ayağa düşürülmemeliydi. Öğretmenim de dünyanın en kutsal işini yaptığının
farkında olmalıydı ve bunu fark ettirmeliydi. Kendine tepeden bakanların, kendi
elinden çıkan bir sanat ürünü olduğunu düşünmeliydi. Düşünmeliydi de nerede
hata yaptığını anlamlıydı.
Zihinler işgal altında
Çok
yönlü olmak isterdim. Öğretmenim çok yönlü olmalıydı. “On parmağında on
marifet” derler ya, işte öyle… Hayatını eğitime adamalıydı, işiyle
bütünleşmeliydi, zihnini başka şeyler işgal etmemeliydi. Teknolojiyi
öğrencisinden daha iyi bilmeliydi. Akşama kadar en az otuz kişilik sınıflar
emanet edilen öğretmenim, ilk yardımdan da anlamalıydı.
Yukarıdan
aşağı saydıklarımı hayatında uygulayan eğitimci sanatkâr değil de nedir? Eğitim
bir fedakârlık ve sanatkârlıktır, fakat herkes sanatkâr olamaz.
“Ben sanatkârım” diyebilmek
Öğretmen denen sanatkâr, bir toplumu inşa ediyor,
toplumun geleceğini şekillendiriyor. Toplumun geleceği, bu kimselerin ellerine
teslim ediliyor. Sanatkârlıktan anlamayan biri “Ben sanatkârım” diyerek eser
üretmeye kalkarsa, siz varın görün ortaya çıkan eserleri. Geleceğini düşünen
devletler, sanatkârını çok iyi yetiştirmek, ona sahip çıkmak, korumak, kollamak
ve üzerine titremek zorundadırlar.
Öğretmen
denen sanatkârın eline teslim edilen bir lata değil ki kessin biçsin de bir
şekil versin. Teslim edilen, anne babasının yüzüne bakmaya kıyamadığı biricik yavrusu.
Bir eğitimcinin ruhunu, duygusunu, bilgi ve yeteneğini katarak, onu gergefte bir
oya işler gibi milim milim işlemesi gerekiyor. Çünkü insanı işlemek, bir elmas
işlemekten zor ve kıymetlidir.
Bunlar
hayalden öte bir şey midir? Hayır!.. Geleceğin öğretmenleri çok yönlü olmak
zorundadırlar. Unutmayalım, her şey hayalle başlar.