Hayalden öte mi?

Öğretmen denen sanatkârın eline teslim edilen bir lata değil ki kessin biçsin de bir şekil versin. Teslim edilen, anne babasının yüzüne bakmaya kıyamadığı biricik yavrusu. Bir eğitimcinin ruhunu, duygusunu, bilgi ve yeteneğini katarak, onu gergefte bir oya işler gibi milim milim işlemesi gerekiyor. Çünkü insanı işlemek, bir elmas işlemekten zor ve kıymetlidir.

GELİŞMİŞ toplumlar, kalkınmış şehirler, müreffeh insanlar görürüz. “O ülkeler, insanlar ve şehirler böyle geliştiği halde, biz neden bu durumdayız?” diye acaba kaç kişi düşünür diye hep merak etmişimdir. Ülkemizde acaba kaç kişi bu işin gerçekten sancısını çeker?

Beylik sözler söylemekten teeddüp ederim, fakat içimden gelenleri samimiyetimle paylaşmak istiyorum. Çünkü eğitimimiz içimi acıtıyor, ideolojik yaklaşımlar içimi acıtıyor, bu bedene olmayan gömleği giydirmeye çalışmalar içimi acıtıyor. “Olamamış” bir eğitimci olmam içimi acıyıtor, dengesizlikler dengemi bozuyor.

Toplumların gelişmişliğinin eğitim seviyeleri ile paralel olduğunu kimse inkâr etmiyor. Eğitime yatırım yapan toplumların her zaman kazançlı çıktığını herkes biliyor. Eğitimin çok kapsamlı ve kompleks bir yapı olduğunun da herkes farkındadır. Çünkü konuşanları dinliyoruz, yazılanları okuyoruz ve görsel medyayı izliyoruz. Ancak bilmek, görmek ve dinlemek yetmiyor. Eğer bilgi doğruysa, onu onaylamak, onayladıktan sonra da eyleme dönüştürmek gerekiyor.

Eğitim, uzun soluklu bir süreç

Toplumların eğitiminde baş aktör öğretmendir. Bütün dünyada -iyi veya kötü- bu işi, adına “öğretmen” denen insanlar yapıyor. Aslında ülkeler arasında öğretmenler açısından bir fark olduğunu düşünmüyorum. Çünkü öğretmen, önüne konan müfredat programını, aldığı eğitim ve kişisel kabiliyetine göre uygular. Fakat ülkeler arasında bilim, teknoloji ve kalkınmada ciddi farklar vardır. Bu farkı yaratanların öğretmenler olması ise dikkat çekicidir. Bu bağlamda öğretmenlerini iyi yetiştiren ve eğitim programını çok iyi planlayan toplumlar, bu rekabette hep önde gidiyorlar.

Öğretmeni yetiştirirken, o günün şartlarına göre iyi eğitim verilse bile öğretmenin sürekli yenilenmesi gerekiyor. Çünkü eğitim, uzun soluklu bir süreçtir. Zira “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”. Bu sistem içinde kendini geliştirerek yenileyen öğretmenleri alkışlıyorum. Öğretmenin çalışma hayatı uzun bir süreç, çünkü her şey hızla gelişiyor ve değişiyor. Bu sürece uyum sağlayamayan öğretmen, değişim ve gelişimin bir parçası olarak yetişen yeni nesle bir şey veremiyor. Bu çerçevede, şahsımda, bütün branşlar için şunları hayal ediyorum:

Sanatkâr öğretmen

Bir öğretmen olarak tiyatro eğitimi almak isterdim. Öğretmenim tiyatrodan anlamalıydı. Bu eğitimi fakültede vermeliydiler. Sınıfta, yeri geldiğinde bir tiyatro sanatçısı gibi rol yaparak ders anlatabilmeliydi öğretmen. O zaman ders hem kalıcı bir şekilde öğretilir, hem de eğlenceli bir hal alırdı. Derse ruhunu katmayan, sınıf, öğrenci ve konuyla bütünleşmeyen nasıl eğitim verebilir ki? Duygu, düşünce, kalıbı ve kalbiyle sınıfta olan öğretmen, öğrencilerin evinde her akşam misafir olur. Öğrenci, öğretmenini artılarıyla eve taşıyorsa, işte o, bence sanatkâr öğretmendir.

Dersin tiyatrosu

Drama eğitimi almak isterdim. Öğretmenim dramadan da anlamalıydı. Her branştaki öğretmenin bu sanatı kullanacağı ders konuları muhakkak vardır. Öğretmen yetiştiren fakültem, bunun eğitimini bana neden vermedi? Öğretmenim tiyatro ve drama bilseydi, okul, öğrencinin istemeye istemeye gittiği bir yer olmaktan çıkar, “Acaba bu gün nasıl bir oyun sergileyeceğiz?” diye bir an önce ulaşmak istediği bir yer olurdu.

“Hala” mı, “hâlâ” mı?!

Diksiyon eğitimi de almak isterdim. Öğretmenim diksiyondan da anlamalıydı. Ama her öğretmenimin diksiyonu düzgün olmalıydı ve Türkçemi en güzel şekilde konuşarak öğrencilerine örnek olmalıydı. Meslektaşlarımı kınamıyorum. Öğretmenlere böyle bir eğitim verilmediği için, birçok kelimenin öğretmenlerce yanlış telaffuz edildiği bir gerçek. Örneğin “hâlâ” ve “hala”yı veya “ahlak”ı yanlış telaffuz eden birçok meslektaşıma rastlamışımdır. Bu bağlamda öğretmenim, ses eğitimi almış, bir enstrüman çalmasını öğrenmiş olsaydı ve yeri geldiğinde o sanatı icra etseydi, öğrencilerin nazarında nasıl bir öğretmen olurdu?

Örneğin yeri geldiğinde bir edebiyatçı, “şarkı”yı işlerken sözlerini mırıldansa veya din kültürü öğretmeni, yeri geldiğinde bir ayeti ritmik şekliyle ve terbiyeli bir sesle seslendirse öğrenciye çok şey kazandırırdı diye düşünüyorum.

Önce kendini bilmek

Mesleğe başlamadan önce psikolojimi tanımak isterdim. Öğretmenim mesleğe atanmadan bir testten geçmeliydi. Bu görüşüme meslektaşlarımdan itiraz etmek isteyenler olabilir. Sabırlı olun, bir iki cümleyle izah etmeye çalışayım.

Bir eğitimci olarak mesleği ile barışık olmayan, şiddet eğilimleri bulunan, öğrencisiyle iletişim kuramayan bir kimsenin çocuğunuza eğitim vermesini ister miydiniz? Hiçbir eğitimcinin buna “İsteriz” diyeceğini sanmıyorum. Diğer insanların da bunu istememe hakkı vardır. O zaman öğretmen olacak kişinin “Şiddet eğilimi var mı,  iletişim sorunu var mı, çocukları seviyor mu, mesleğini seviyor mu?” şeklinde bir testten geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılan çalışmalar, öğretmenlerin çoğunun mesleğinden memnun olmadığını ortaya koyuyor. Soruyorum size, sevmediği bir işi yapan insan nasıl üretken ve mutlu olur? Onun için öğretmenim, önce kendini tanımalı.

İdeal yok, savruluş çok

İdeallerim olsun isterdim. Kimse idealleriyle doğmaz, idealler öğrenilir. Öğretmenim idealist olmalıydı. Çünkü idealler bizi tazeler,  besler ve zinde tutarlar. İdealsiz insan, rüzgâr önünde kuru bir yaprak gibi oradan oraya savrulur, kendine bir yön tayin edemez. Fakat öğretmenin ideali ne olmalıydı? Din mi, vatan mı, millet mi, devlet mi yahut başka bir şey mi? Belki biri, belki de hepsi. Fakat bence “toplumun mutluluğu”, ideal olarak öğretmene verilmeliydi. Çünkü insanın nihai hedefi mutluluktur. (Bu arada öğretmen de mutlu edilmeliydi, zira mutlu olmayan, mutlu bireyler yetiştiremez.)

Mesleki saygınlık

Saygın bir eğitimci olmak isterdim. Öğretmenim saygın olmalıydı. Saygı, değer bulunmalıydı. Bu cümleye de “Saygın olmak, herkesin kendi elindedir” diyerek itiraz edenler olabilir. Eskilerin eskimeyen bir ifadesi vardır “Marifet iltifata tabidir” diye, öğretmenlik sanatı, her kim sebep olduysa, bu kadar ayağa düşürülmemeliydi. Öğretmenim de dünyanın en kutsal işini yaptığının farkında olmalıydı ve bunu fark ettirmeliydi. Kendine tepeden bakanların, kendi elinden çıkan bir sanat ürünü olduğunu düşünmeliydi. Düşünmeliydi de nerede hata yaptığını anlamlıydı.

Zihinler işgal altında

Çok yönlü olmak isterdim. Öğretmenim çok yönlü olmalıydı. “On parmağında on marifet” derler ya, işte öyle… Hayatını eğitime adamalıydı, işiyle bütünleşmeliydi, zihnini başka şeyler işgal etmemeliydi. Teknolojiyi öğrencisinden daha iyi bilmeliydi. Akşama kadar en az otuz kişilik sınıflar emanet edilen öğretmenim, ilk yardımdan da anlamalıydı.

Yukarıdan aşağı saydıklarımı hayatında uygulayan eğitimci sanatkâr değil de nedir? Eğitim bir fedakârlık ve sanatkârlıktır, fakat herkes sanatkâr olamaz.

“Ben sanatkârım” diyebilmek

Öğretmen denen sanatkâr, bir toplumu inşa ediyor, toplumun geleceğini şekillendiriyor. Toplumun geleceği, bu kimselerin ellerine teslim ediliyor. Sanatkârlıktan anlamayan biri “Ben sanatkârım” diyerek eser üretmeye kalkarsa, siz varın görün ortaya çıkan eserleri. Geleceğini düşünen devletler, sanatkârını çok iyi yetiştirmek, ona sahip çıkmak, korumak, kollamak ve üzerine titremek zorundadırlar.

Öğretmen denen sanatkârın eline teslim edilen bir lata değil ki kessin biçsin de bir şekil versin. Teslim edilen, anne babasının yüzüne bakmaya kıyamadığı biricik yavrusu. Bir eğitimcinin ruhunu, duygusunu, bilgi ve yeteneğini katarak, onu gergefte bir oya işler gibi milim milim işlemesi gerekiyor. Çünkü insanı işlemek, bir elmas işlemekten zor ve kıymetlidir.

Bunlar hayalden öte bir şey midir? Hayır!.. Geleceğin öğretmenleri çok yönlü olmak zorundadırlar. Unutmayalım, her şey hayalle başlar.