BUGÜN yine İstanbul’dayım. Sanki 1989 yılının Haziran ayı…
İlk gelişimdi. İstanbul’u çok okumuş, filmlerden çok izlemiş genç bir
öğretmendim. O gelişimin en büyük etkenlerinden biri de, fakülteden mezun
olduğumuzda vedâlaşmak için ziyaretine gittiğimiz Nazım Çelik hocamızın hiç
unutamadığım, “Erzurum’da dört yıl fakülte okuyana kadar İstanbul’da dört yıl
gezseydiniz, kültürel olarak daha çok kazanımınız olurdu” cümlesiydi.
O tarihten tam da dört yıl sonra, görev yaptığım
Konya’dan Meram Ekspresi’ne binerek, on dört saat sonra bir Cuma gününün sabahı
Haydarpaşa’ya ulaşmıştım. Birçok kitaptan okuduğum, birçok filmden seyrettiğim
o muhteşem bina ve bu muhteşem şehrin içindeydim artık. Bildiğim tarihî
bilgilerle binaya ve çevreye uzun ve dikkatlice baktım. Ama bu binanın inşâsında
kullanılan taşların Kefken’den getirildiğini, geçtiğimiz Eylül ayına kadar
bilmiyordum. O gün rûhumu ve yüreğimi bu sanatsal şehrin kollarına teslim
ederek, simit ve çay eşliğinde martılarla kahvaltı yaptım.
Sonra Sirkeci’ye geçerek kendimce Cağaloğlu’nu,
Babıâli yokuşunu bulacaktım okuduğum kitaplardaki tanımlara dayanarak. Kendimce
yolu yarılaşmışken, karşımdan gelen iyi giyimli bir beyefendiye sorma içgüdüm
beni tetikledi. Tam adamına sormuşum hani(!), emekli edebiyat öğretmeniymiş.
Vakti müsaitmiş. O gün Cuma vaktine kadar bana eşlik etti ve doyumsuz bir anı
bıraktı zihnime.
Okuduğum, seyrettiğim bir İstanbul vardı. Ve o gün,
bir de dinlediğim bir İstanbul oldu. İçimden, “Nazım Hocam, çok haklıymışsınız!”
demiştim. İstanbul’un benimle ilk tanıştırdığı o edebî kişiliğe şükranlarımı
sunuyorum. O tarihten sonra bu şehir benim hayatıma katre katre damlamaya
başladı hep ve bu damlayış hâlâ devam etmektedir.
O vakit içimden bir söz vermiştim “Çocuklarım bu
şehirde okumalı ve yaşamalı” diye, Rabbim de bunu kabul buyurdu. Sonraki zamanlarda
da öyle hâller yaşadım ki, âdeta bir âşığın maşukunu özlemesi gibi özler, çıkıp
gelerek umarsızca dolaşıp yüreğimin ve rûhumun boşluklarını doldururdum.
Kendimi, kaybetmeye çalışsam da her defasında
Haydarpaşa’da bulurdum yine.
Ve 1996’dan sonra, doktora yaptığım süreçte her 15
günde Gebze-İstanbul yapıyordum; sonraki yaşamımda bu iki kentin çok daha özel
yer alacağının farkında olmayarak…
Yıllar sonra bugün, İstanbul’dayım yine… Belki de
haber etmeliydim yıllar öncesinin o nazik beyefendisine. Ya da yüreğimde
allayıp pullayıp süslediğim efsane sevgiliye…
Yıllar önce içimdeki bir uhdeyle gelmiş, sonraki
gelişlerimde daha çok sevmiş, şimdilerdeyse sadece sen davet ediyorsun da
geliyormuşum gibi İstanbul’a artık...
Şimdi sen yanımda olsaydın neler yapardık neler! Belki
de ilk geldiğim yerden başlardık gezmeye, birlikte simit atardık martılara,
Sarayburnu’nun yıkılan çay bahçelerini gezerdik yorulurcasına. Belki
Sultanahmet’te namazı kılar, Eminönü’nden Galata’ya yürüyerek geçer, kuleden
Marmara’yı ve İstanbul’u seyreylerdik dakikalarca. Sonra da Türk sanat müziği
korosu eşliğinde uzun bir Boğaz turuna katılırdık. Yani İstanbul’u solurduk
birlikte, Üsküdar’daki gibi…
Ama ben bu defa öyle yapmadım. Uzun zamanki gibi önce
Gebze’ye uğradım, sonra trenle Üsküdar’a geçtim. Oradan da Beşiktaş’a geçerek
doğrudan Yahya Efendi’ye kadar yürüdüm. Orada saatlerce kalıp, o muhteşem rûh
atmosferini tüm görselliğiyle tadıp yoksunluğuma derman takviyesi yaptım.
Burası ayrı bir atmosfer… Eyüp Sultan gibi çok yoğun
değil. Duâlar daha tane tane. Karışmıyor kalabalığın şamatasına. Ama tabiî ki
gidiyorum Eyüp Sultan’a ve oradan da Kaşgarlı Dergâhı’na… Üstatların
mezarlarını ziyaret ediyorum ama daha çok sahipsiz mezarlara takıldığım gibi,
Yahya Efendi Mezarlığı’nda da aynı geleneğime devam etmekteyim. Bu şehrin
mezarlıkları da ayrı bir haz vermekte... Belki de sahipsiz mezarların insanları
terbiye ediciliğine daha çok önem vermekteyim. Zira okumanın bir yere kadar
yettiğini düşünüyorum. Aşırı bilginin okumak kaynaklı olduğuna ve bunun
oluşturacağı enaniyetten sıyrılmanın kolay bir yolunun da sahipsiz mezar
taşlarını ziyaret etmek olduğuna inanıyorum…
Belki de bundan dolayı buradayım ama sen yine yoksun
yanımda ve biliyorsun buralarda olduğumu sadece. Biliyorsun, artık her
ziyaretimde onlarla ayrı konuları konuşuyorum. Bir bilinse ve duyulsa neler
neler anlattıkları… Bilinse, sadece sevdiğimizin yüzüne bakacak mecâlsiz
cesaretimiz kalır oturduğumuz hânelerde. Onlardan öyle çok şey öğreniyorum ki
bir anlık seyyalelerde…
Benim hücrelerime gül kökleri salan bu şehir her bir
birey için çok farklı anlamlar içerse de, yaşanan ağır ekonomik ve kültürel
etkiler, insanların çoğu üzerinde olumsuz iz bırakabilmektedir. Bundan dolayı
burada yaşayanların yekûn ekserisi daha çok bireyselliği seçmekte, bildikleri
konularda dahi baştan savıcı cevaplar vermekte ve kendi odaklarından şaşmamaya
gayret göstermektedirler. Bazılarıysa daha çok kendi istikbâlleri için
insanları kullanmayı mubah hâle getirmiş durumdalar. Gelenin ve soranın maksadı
öğrenme amaçlıyken, muhatabının gâyesi bambaşka olabilmekte.
Sanki bu şehrin insanlarının bazı okumuşları çok
doyumsuz ve çok hazımsız… Bir değişken, bir parametre gibi farklı açısal hızlarla,
sabit bir yarıçapla dönmekteler kendi eksenleri etrafında. İnsanlar insanca karşılanmak
ve uğurlanmak ister ama bazı zevatın bunu umursamadığı gözlerden kaçmamakta. Bu
durum ise, naif yüreklerde derin kırgınlıklar bırakmakta. Bu öyle bir şeydir ki,
sadece yürek kırgınlığı değil, aynı zamanda zihinlerde sürekli acıyacak
burukluklar bırakmakta. Zaman zaman bu gönül kırgınlıkları olduğunda, bu
kırgınlıkları ilgili insanlara fark ettirmeli ki dağ-fare misâline dönmesin gönül
tepkileri. Zira hepimiz bilmekteyiz ki, güller dikensiz değil ve bağlar da
bülbülsüz kalmıyor asla.
Ve bu mübarek şehir öyle bir belde ki, ne iyileri
unutuluyor, ne de kötüleri. Sanki İstanbul, hacmi çok büyük bir balon; her gün
daha da büyüyen… Balonun esnekliği çok yüksek olduğu için her türden havayı
içinde barındırabiliyor asırlarca patlamadan. Bu şehirde insanların ne
acılarının, ne de hırslarının yeteri olmadığı göze çarpıyor genelde. Sanki bu
her ama her alanda böyle! Hem acılar çok büyük burada, hem de kederler kök
salmış sevdâların derinliğinde.
“Ya burada insanlar nasıl yaşamaktadır?” denirse,
tabiî ki, “Büyük bir sevdâyla” cevabını duyarız daima…
Şehri bulmak
İstanbul’a ilk geldiğim o yıldan sonra şehrin dokusunu
kendi el yordamımla tanımaya çalıştım. Daha çok ve de öncelikle herkes gibi ben
de kendi düşünce iklimime yakın yerlerde olmak ve oradaki zevatla kaynaşmak
istedim hep. Gençtim, saftım, ideallerim vardı ve de bu şehre ve içindekilere hayrandım.
Hayran olmak nedir, bilirsin, değil mi? Ve bir derdin arkasına takılmanın
sürükleyiciliğinin yıllar sonra yaşattığı acıları da?
Biz köy çocuğunun ürkek masumiyetinde yetiştiğimiz
için, hiç bilmedik abudik gubidik işleri. Okuduğumuza inanan, söylenenlere
kulak asanlardık hep. Çünkü biz yüreğin de, aklın da emeğine saygılıydık. Nereden
bilebilirdik yazılanların ve konuşulanların birçoğunun farklı maksatlar için
senaryolar olduğunu, bazılarının ise samîmiyetten uzak olup sadece insan
devşirme eş güdümünde çalışmalar olduklarını? Ne zaman ki bunlar gün yüzüne
çıkmaya başladı, işte o zaman yukarıda ifade ettiğim geri kazanımı çok zor olan
gönül kırgınlıkları başladı. Tabiî ki, ilk zamanlar hiçbir negatif düşüncemiz
yoktu bu şehrin okumuş, kültürel imajı yüksek olan insanlarına karşı.
Uzaklardan, Konya’dan, Ankara’dan, Kütahya’dan onları ziyaretlere gelir, birçok
etkinliklerine de heyecanla katılırdık. Büyük gıptalarla döner, akademik
düzeyde öğrenciler ve arkadaşlarımızla paylaşırdık şehr-i İstanbul’u ve
içindekileri. Neden sonra anladık ve anlayınca da çok üzüldük ki, okuduğumuz
İstanbul okuduklarımızda, seyrettiğimiz İstanbul seyrettiklerimizde ve benim
ilk karşılaştığımda duyduklarım da o güzel anıda kalacakmış…
İstersen gel, birlikte o eski filmlere bakalım,
kitapları karıştıralım yeniden, ne dersin? Önce sükûnete… Parklarda,
sokaklarda, sahillerde, kahvehanelerde… İlk gençlik yıllarımızın İstanbul’u ne
kadar da sükûtmuş. Ve o kadar sessizmiş ki küçük bir fısıltı, ânında koca bir
şehre yayılırmış. Sanırım, eskilerin “fısıltı gazetesi” denilen şeyi o olsa
gerek. Her türlü havâdisi insana has kılmak yerine, ortalıkta kendi kendine
bastırılıp ayaklarıyla yayan ulaklara yüklenirmiş. Ama şimdi öyle mi, en seçkin
efendi hazretlerinin hayatı dahi paparazzi hüviyetinde…
O dönem İstanbul filmlerini hatırlayacak olursak, insanlarının
yaşadıkları belde ve mekânların tamamını sükûtu mukaddes addettiklerini
görürüz. Bundan dolayı az konuşur, ihlâs ile iş yaparlarmış. Şimdiki neslin bu “sükût”
kavramından ne anladığı ise tam bir muamma! Sanki bu şehrin gençliği yekûn
olarak bir kaybolma yolunda daha çok. Bu gençliğin kaybı şehrin kaybı, şehrin
kaybıysa bu ülkenin kaybı ve bu ülkenin kaybıysa tüm ümmetin kaybıdır bana göre.
Başlangıçta çok önemsenmese dahi dinamik
parametrelerin orijindeki küçük sapmaları uzak mesafeler için oldukça büyük
sapma demektir. Bir de işin görselliği var ki, arzu edilen İstanbul enine ve boyuna
kontrolsüz büyüyen değil de daha çok rûh ve gönül iklimine şimşekler çaktıracak
bir büyümeye sahip olabilseydi keşke! Meselâ, evlerin önünde küçük ve güzel bahçeleri
olan, her genç kızın evinin penceresinden yavuklusuna işlemeli mendil salladığı,
kederinden elleri yanaklarında olan insanları görülebilen bir iklim… Ki bu
durumda insanların insanlarla iletişimleri sadece ve sadece gönül ikliminde
olacaktır daha çok. Şimdiki durum ise hepimizin malûmu...
Hatırlıyorsun değil mi sohbetlerimizde zihnimizde yer
eden İstanbul’u? Zihnimizdeki İstanbul’da güneş pat diye batmaz. Batmadığı
gibi, pat diye de doğmaz. Önce dağların tepelerine, sonra yamaçlarına, Marmara
ve Boğaz’ın ortasında belirirdi şavkı, sonra da şehrin sokaklarına. Ay ise her
akşam binbir nazla doğarmış şehrin titrek siluetine. Her şey o kadar yavaşmış
ki, yıldızlar dilek tutmadan akıp gitmezlermiş. O şekilde aşklar yaşanırmış ki
insanlar birbirlerine sessizce sığınırlarmış. Her şey çok sakinmiş çok.
Şimdiyse ne güneşin doğuşu, ne batışı, ne dolunayın şavkı, ne de o etkileyici
aşklar görülür oldu bu güzel şehrin şafaklarında.
Çok eski İstanbul daha bir sessiz, daha bir mavi ve daha
bir yeşilmiş. Kendi içinden yönetilen eller niyâza kalkar ve Hakk’a ulaşırmış
her vakit. Gel ki, o zaman da varmış birçok negatiflik ama o negatiflikleri
yapanlar, geceleri daha çok gözyaşı dökerlermiş. İnsanları çok daha nazikmiş. Kim
kime bir haksızlık yapmışsa onun gönlünü almadan yatmazmış. Pişmanlıktan akan
ne çok gözyaşı varmış. Hâlbuki şimdi bu şehrin insanlarının çoğunda çok farklı
bir davranış söz konusu. O dönemler mini etekli birisinin filmlerde duâ ettiğini
görünce hayretlere düşerdik. Şimdilere diyeceğimiz ne kaldı, bilmiyorum! O eski
filmlerde türbe ve mezarlar görmek dahi bize bir mutluluk verirken, şimdilerde
birçok zevat yüzünden ve onların adam devşirme projelerinden dolayı İslâmiyet’e
bakış ne çok değişti.
Hülyalarımızda yaşayan İstanbul’un sevdâları da bir
başkaymış. Kim nereye giderse gitsin, sevdâsının sadâkatindeymiş. Okuduğumuz ve
izlediğimiz ve de dinlediğimiz İstanbul’un her şeyinde farklı güzellik varmış.
Meselâ, insanlar komşularının aşklarına ve ölümlerine derin saygı duyarlarmış. “Çıkma”
diye bir kavram yokmuş, sadece sevdâlanmak varmış. Şiirler bu âdâba göre
yazılıp en uygun mâkâmlarda bestelenmişler; yıllara meydan okuyarak tâzeliklerini
ve sıcaklıklarını korusunlar diye… İnsanların samîmiyetlerine aşırı güven
varmış; duyulsa da, okunsa da, yazılsa da… Bundan dolayı o nezih insanların
affedicilikleri de çok büyükmüş.
İnsanlarının henüz bir yüzleri ve bir yüreklerinin
olduğu zamanları varmış İstanbul’un. Zira insanlar, ırmakların peşinde,
erenlerin peşinde, leyli bir yüzün peşinde kendi özlerini ararlarmış. O
aramalarda en çok bulunan ise, kişinin kendi sevdâsı ve saâdeti olurmuş.
Özlemler, sevdiklerini hep mutlu görmeler üzerineymiş. Göklerin sesini bütün
gönüller duyarmış. Sabır ve içtenlikle kıldıkları namazları, onları tüm
kötülüklerden alıkoyuyormuş. Bugünkü kadar cami ve mescitleri de yokmuş; zira
her ev birer mescitmiş. Şayet bir “er kişi” evine geç kalırsa, her ne olursa
olsun, eşine özür beyan edermiş.
Simetrisiz şehir
Nasıl olduysa oldu, bir gün her şey aniden hızla
tükenmeye başladı. Sanki Boğaz’ın sularının akışı ve yönü değişti. Mavi gökler
kurşuni bir renge boyandı, sessizlik ve sükûnetin yerini vakitsiz şamatalar
almaya başladı. Her alanda dünyanın dönme hızından daha yüksek bir hızla,
simetrisi olmayan bir kentsel dönüşüm başladı. Semâyı duyan ve görenler, artık
ne duyabiliyor, ne de görebiliyorlardı. Bu dönüşüm o şekilde gerçekleşti ki insanların
ruhlarından önce kalplerinin midesi bulanarak nefsî arzularının peşine koşar
oldular.
Aşırı hızdan dolayı kontrolünü kaybeden bu güzel
şehrin insanlarının çoğu, ruhunu ruhundan, gönlünü gönlünden, aklını aklından,
ellerini ellerinden ayırarak hiç de helâl olmayan ve kendilerince mubah
sandıkları doğrultular üzerinde eylemsel girişimciliklere yöneldiler. Bu bir
hırsa dönüştü ve önceden “Bir lokma, bir hırka” felsefesiyle gönüllerini
aydınlatan şehrin insanlarının gözlerini ancak bir avuç toprak doyurur oldu. Artık
İstanbul’un birçok insanı ruhsuz, gönülsüz, akılsız ve elsiz yaşamaya başladı
ki bizler de buna şâhitlik etmekteyiz maalesef.
Şimdi bir dönemin şâhitleriyiz artık. Birçok yerde
olduğu gibi bu şehrin insanlarının çoğunda da bir sahte yüzle karşılaşmaktayız.
Yüz sahte olunca, oradan yansıyan her şey sahte olmakta. Yüzlerdeki samîmiyet
ise çorak dereleri andırmakta daha çok. İşin üzücü tarafı, insanların bu uğurda
yarışır hâlde her gün benzer hatâlarda ısrarcı olmaları. Kararmış yüzleri aydınlık
gösterecek hiçbir kozmetik ürün de fayda sağlamıyor artık. Sanki yıllar önce
okuduğumuz, seyrettiğimiz ve dinlediğimiz İstanbul bir başkalaşmış gibi.
Sanki kaybolma sürecine doğru hızla koşan bir İstanbul
var. İnsanların sabırsızlıkları, bencillikleri, vefasızlıkları, hırsla taşan
davranışları çözümü zor bir denkleme dönüşmüş durumda. Sanki insanlığın en dibe
vurduğu zamanlardayız. Bu şehir, İstanbul olmaktan çıkıp “Kabristanbul” olma
yönüne girmiş. Bu yüzden bazı insanlar çok hüzün dolu ve çok dertli. Bu şehirde
yaşamanın çok ağır fiyatları ve bedelleri oluştu. Bu yüzden çoğu yazılanlar,
çizilenler, konuşulanlar hiç tesir edemiyor eskiden olduğu gibi gönüllerin
bamteline. Zira gönül üslûbunu kaybetmiş bir elin tuttuğu kalemin şifâ
vermeyeceği ortada. Öyle bir film senaryosundayız ki, insanlar büyük bir
amansız kavganın yılmayan figüranları olmakta sadece.
Sanki bu güzel şehir, iyilerinin tamamını toprağa
gömmüş, kalanlarının da sesini kısmış durumda. Neredeyse iyileri yutacak veya etkisizleştirecek,
neredeyse o mümtaz kutsiyetini yani “şehirlerin şeyhi” veya “şehr-i yârânı”
unvanını yok edecek boyutta.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, bu şehirde sayıları
küçümsenmeyecek mümtaz şahsiyetler de bütün güçleriyle sorunlara karşı yürümekteler.
Onlar sanıldığı gibi çok sessiz değiller ama onlar çok dertli, gözlerinde “Ne
olacak bu gidişin sonu?” sorusu her renkte yanıp sönmekte. Bu kaygıların
rüzgârı ve yağmurunun etkisi altındalar.
Onları üzen, aynı düzlemde yer alan bazı şahsiyetlerin
gururları ve enâniyetleri. Keşke bu güzel şehrin dokusuna uygun olarak her kesimin
insanları birbirlerine daha nazik ve merhametli olabilseler... Birbirlerine
çiçekler eşliğinde, hatırı yıllar sonraya taşınabilecek kahveleri muhabbetle
ikram edebilseler... Hiçbir yere aidiyet duymadan, tek bir referansa bağlı
kalarak davranış ve söylem geliştirseler… Özgürlüklerini özgünlüklerinden
besleseler… Birbirlerini yermeden, hakkaniyetle övseler, duâlar etseler…
Birbirlerine iyi kalplilik oyunu oynamak yerine, gerçekten gönül ehli
olabilseler… Hiç kimse insanlığından utanacak tavır ve davranış sergilemese
şehr-i İstanbul’da...
Ey şehr-i İstanbul! Sen hep anlamlar içinde anlamlı
kal. Asla Kabristanbul, sessiz İstanbul, bahtsız İstanbul olma! Kim nereye
giderse gitsin, sen İstanbul olarak, okuduğumuz gibi, seyrettiğimiz gibi ve
dinlediklerimiz gibi olmaya devam et. Sana geldiği ilk yıldan sonra, hep büyük
bir arzuyla sende yaşamak istedim her şeye rağmen ve hâlâ yaşamak sevdâmdan
vazgeçmiş değilim. Sende olmaktan korkmuyorum. Seninle geçirdiğim zamanın
bahtıyla övünüyorum. Çünkü senin güzelliğinin farkında olduğum kadar, sana olan
sevgimin de farkındayım. Seni senden uzaklaştırmak isteyenlere imkân verme! Küsmen
gerekirse bir gün, onlara küs, bize küsme! Bil ki, sen bizim gönlümüzsün, biz
de senin gönlünün dikenleri… Seni kanattığımız için affet bizi!