Hayâl boyacısı

O günden sonra uzun bir müddet konuşmadı Vedat. Yanından ayırmadığı ayakkabıları her gün pamuğa döktüğü bir miktar zeytinyağıyla parlattı ve bir süs eşyası gibi itinayla yüksek bir yerde muhafaza etti.

DAR paça lâcivert kotunun dizleri aşınmış, cep ağızlarının iplikleri saçak saçak sarkacak kadar yıpranmıştı. Üzerinde aylık, hatta mübalağa olmazsa yıllık kirleri, birkaç renk boya izleriyle bir muşambayı aratmayacak sertlikteydi. Saçlarıyla sakallarının yollarını nerede ayırdığı bir sırdı onun yüzünde. Güneş yanığı teninde tek parlayan yer gözleri -ki bu gözler bazen mutlu, bazen kederin en can yakıcı bakışlarını kuşanırdı-…

Ama daha çok bir çocuğun muhakemesiz, hesapsız ve temiz bakışları vardı kirpiklerinin arasında. Ayağındaki kunduralarının rugan malzemeden imâl edildiği, kırılmış ve yıpranmış olsalar da dikkat edildiğinde anlaşılır durumdaydı. Her gün boyacı sandığından çıkardığı cilayla ayakkabılarını parlatır, (ona göre) ışıltılarını birkaç saniye seyreder, “Bugün de hayâllerini parlattık ayaklarımın” der ve dalar giderdi.

Onu tanıyan birçok kişi uzun yıllardır bu ayakkabılardan başkasını görmemişti ayaklarında. Kış aylarında, kılıç gibi keskin soğuklarda, yağmurlu günlerde hâline içerleyen hayırseverler ısrarla ayakkabı almayı teklif etmişseler de kesin bir dille reddetmişti onları.

Vedat’tı adı. Fakat kimsecikler bunu bilmezdi. Herkes ona “hayâl boyacısı” diye seslenirdi. Sabahın erken saatlerinde omzuna astığı boyacı sandığıyla meydandaki caminin önüne gider, tezgâhını kurardı. Karton bir kâğıda yazılı “Ayaklarınızın hayâlleri boyanır ve cilalanır” yazısını sandığının önüne koyar ve nasiplilerini beklerdi. Zamanın değişmesiyle beraber tercih edilen ayakkabı tarzları da değişmişti. Boyaya ihtiyaç duyulmadığından çok az iş yapıyor olsa da o bundan hiç şikâyetçi değildi. Önüne uzanan her ayakkabıyı misafiri gibi ağırlardı ruhunda. Önce pantolonun paçalarını kıvırır, tozlarını temizler, süngere aldığı boyayı itinayla dağıttıktan sonra incitmeden dinlendirir gibi yayardı ayakkabının üzerine. Bir sünger çekerdi geçmişe, hayata kırılmış yerlerini umut boyalarıyla doldururdu âdeta.

Cilasını sürerken onarmayı, tazelenmeyi anlatır, üzerini kadife bir bez parçasıyla dolaşırken geçmişi ve izlerini süpürür atardı yollara kendince. “Borcum ne kadar?” sorusuna “Hayâlin kadar güzel abim” der, başka bir miktar belirtmezdi.

Müşterilerini beklediği esnada meydandan akıp giden insanların ayakkabılarını inceler, her birine bir hayat hikâyesi yüklerdi. Yüksek ökçeli, düz tabanlı, deri, bez, plastik... Çeşit çeşit, renk renk... Kimi gıpgıcır, kimininse kalıbından hiçbir iz kalmamış geriye, yorgun ve dağınık. Her biri hayatından sırlar fısıldardı yollara. Savaşlarını ya da saltanatlarını izlerdi ne hayatlar görmüş koskoca meydan. Mecâlsiz, dermanı yok gibi olanlar, yüz sürdüğü yolların acımasız muamelesini saklamıyordu dağınık hâllerinden. Bazısı ise toz kondurmuyordu tabanına dahi. Cam bir fanusta hissediyor gibiydi kendini parlak renkleri, bakımlı simaları, kurşun gibi esnememiş kalıplarıyla. Attığı adımların yankısı önce dükkânların camlarına vurup oradan havaya yayılıyordu âdeta. Etrafında kimler var, kimlerle aynı yolu yürüyor, onların düşündüğü mevzulardan değildi. O, yollara gölgeleri düşen ayakların düşlerini, meydan okumalarını izliyordu dilsiz bir sırdaş gibi.

Hayâl boyacısı, birçok çeşit içinden en çok rugan olan ayakkabıları severdi. Çünkü, “Onların mutluluğu bir damla zeytinyağında gizlidir. Sürersin ve hayata parlayan gözlerle bakarlar” demişti aynı mahallede oturdukları ve “Hayatımın kaybolmayan izi” dediği arkadaşı Yılmaz. Yüzlerinin hep güldüğünü, umut dolu olduklarını düşünürdü sanki bir çocuktan bahsediyor gibi. “Eh be kardeşim! Ayakkabı insan mı ki böyle şeyler düşünsün?” diye dalgaya almıştı hatta bir defasında. Ondandı belki de akıp giden insan gölgelerinin ayakkabılarından hayatın neresine iliştiklerini okumaya çalışması.

Çok severdi Yılmaz’ı. Doğduklarından beri aynı mahallede, aynı okulda, hep yan yanaydılar. Az gelirli ailelerin hayâl kurup umut ederek mutlu olmayı başaran çocuklarıydı onlar. Bir kış mont alsalar, diğer kışa kalırdı botları. Yazları su satar, çay ocaklarında veya oto sanayiinde getir götür işlerinden kazandıkları parayla bir sinemaya gider ya da ayda âlemde bir döner ekmek yerlerdi en fazla.

Ortaokuldaydılar... Bir gün akşam eve dönerken, vitrinde pırıl pırıl parlayan siyah, bağcıklı, rugan ayakkabılara bakıp uzunca seyretmişti Yılmaz. “Nasıl da ışıldıyorlar Vedat! Karşıya koysam kendimi görürüm inan ki… Çocukluğumdan beri hep sevdim bu parlak ayakkabıları. Almanya’dan gelen Mehmet amcanın ayağında görmüştüm ilk defa. İşte o gün, büyüdüğümde kendime bunlardan alacağıma söz verdim. Yeterince büyüdük, değil mi kardeşim?” diye, karar verdiği durumun onayını almaya çalışmıştı.

Bu yaz çalışıp kazanacağı parayla ayakkabılarını alacaktı, kararlıydı Yılmaz. Ablasının düğününde mutlaka onları giymeliydi. Daha bundan önemli bir zaman var mıydı? Kendine bu yönde nasihatler veriyordu. Vedat’la beraber bir toptancı dükkânında başladıkları işte zayıf ve küçük bedenleri bir karton kutu gibi eziliyordu ağırlıkların altında. Koca koca paketler sırtlarında, o dükkân senin, bu dükkân benim, bütün gün malzeme taşıyorlardı Mahmutpaşa’nın dar sokaklarında.

İkinci haftalıklarını aldıkları gün sanki bir kuş kadar hafif, heyecanla vuran yürekleriyle ayakkabı mağazalarını gezdiler önce. Nereye sordularsa elindeki paranın iki katı fiyat söylüyorlardı ayakkabılara. Her soru bir hüsrana kapı açıyor, Yılmaz her cevapta hayâlinden sözcük sözcük uzaklaşıyordu. Vedat, ikisinin haftalığını birleştirip almayı önerdiğinde ne kadar “Yok, olmaz” dese de gönlünün bir yanı bunu çok istiyordu. Daha sonra geri ödemek şartıyla kabul etti Vedat’ın bu karşılığı olmayacak teklifini.

Fiyatı en uygun olan mağazaya girip 37 numara, siyah, bağcıklı, rugan ayakkabıları alıp çıktıklarında, Yılmaz sokakta yürüyen herkesin ona imrenen gözlerle baktığını, elinde taşıdığı çantanın içindekini birçok kişinin tahmin ettiğini düşünüp, kendi aralarında fısıldaştıklarının hayâlini geçiriyordu aklından.

Bir hafta vardı ablasının düğününe. O güne kadar elbise dolabının üstüne koyar, kutularından da çıkarmazdı. Salona girdiğinde ışıltılarıyla damattan çok ona bakacaklardı, emindi bundan.

“Sağ ol kardeşim! Haftaya alacağım paramla borcumu hemen ödeyeceğim” derken dudaklarının yanaklarına doğru kaymasını engelleyemiyor, her üç beş saniyede bir elindeki çantaya bakarak adımlıyordu yolları.

Dolmuşa binmek için karşıya geçecekleri esnada son sürat gelen kamyonu Vedat fark etmiş, içindeki heyecanla, sanki mekândan kopmuş gibi yürüyen Yılmaz’a “Yılmaaaz!” diye bağırdıysa da sesini duyuramamıştı.

Ellerini yüzünden kaldırdığında, yola savrulmuş bir çift siyah ayakkabı ve Yılmaz’ın hareketsiz duran bedeninin etrafında onlarca insanın uğultuya dönüşmüş sesleri, beynini delecek gibi yayılıyordu etrafa.

O günden sonra uzun bir müddet konuşmadı Vedat. Yanından ayırmadığı ayakkabıları her gün pamuğa döktüğü bir miktar zeytinyağıyla parlattı ve bir süs eşyası gibi itinayla yüksek bir yerde muhafaza etti.

Yılmaz’ı kaybetmenin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, siyah rugan ayakkabıları ayağına giydi ve kendine bir boyacı sandığı aldı. O günden sonra yıpranmış ayakkabılara hayâllerin boyasını sürüp umudun cilasıyla parlatarak zamana uğurlamaya karar verdi.