HAYÂ; utanma, arlanma, sıkılma, çekinme, vazgeçme ve geri durma gibi anlamlara
gelir. Dinî kültürümüzde kişinin dinen
günah sayılan davranışlardan kaçınması veya toplumda kötü, çirkin ve edep dışı kabul edilen eylemlerden uzak
durmasıdır. Diğer bir ifadeyle hayâ, kınanma
endişesiyle kurallara aykırı davranmaktan kaçınmayı sağlayan bir ahlakî
duygudur.[i]
İnsanın hakkını elde etmesine engel olan çekingenlik,
medenî cesaretten mahrumiyet, pısırıklık, korkaklık veya becerisizlik değildir
hayâ, insanın saf tabiatında bulunan duyguların bilinç düzeyine çıkarılarak
davranış haline getirilmesi, olumsuz olanı yapmaktan, olumlu olanı ise
yapmamaktan endişe duymaktır.
Hayâyı
iki açıdan değerlendirmek mümkündür. Öncelikle hayâ, Allah’ın insana doğuştan
verdiği fıtrî bir duygudur. Bu, her insanın doğasında yapısal olarak vardır. Bu
pencereden bakıldığında her insanın yaratılışında hayâ duygusunun olduğu
görülür. Bunu insan, eğitimle geliştirebileceği gibi potansiyel bir duygu
olarak kendi halinde de bırakabilir.
İkinci
olarak, toplumun eğitim ve kültürüne bağlı çerçevede gelişen ve yerleşen utanma
duygusudur. Buna göre hayâ, kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak ve
haddi aşmamaktır.[ii]
Bu bağlamda hayâsızlık ifade eden davranışların çirkinliği, eğitim ve kültür
yoluyla yeni yetişen nesle aktarılır. Aktarılan değerlerin birçoğunun temelinde
dinî referansların olduğunu unutmamak gerekir.
İslâm
düşüncesinde, hayâ üzerinde önemle durulur. Çünkü hayânın ahlak, edep, terbiye,
ar ve namus gibi hem ferdi, hem de toplumu ilgilendiren boyutları vardır. Bu
bağlamda hayânın kişiyi ve toplumu koruma özelliği vardır. Hayâlı davranarak
insan, Allah’a karşı günah işlemekten, insanlara karşı da mahcup olacağı bir
davranışta bulunmaktan uzak durmuş olur. Günah işleyen insan, yine bu duygu
sebebiyle tövbe eder. Dolayısıyla hayâ, aynı zamanda Allah’ın rahmetini
kazanmaya vesile olan bir duygudur.
İslâm’da hayâ duygusu imanla ilişkilendirildiği gibi ahlâkla
da ilişkilendirilir. Örneğin, “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslâm’ın ahlâkı da
hayâdır”[iii]
buyuran Hz. Peygamber, hayânın, Müslümanların en belirleyici ahlâkî özelliği ve
değer ölçüleri arasında yer aldığına işaret eder. “Eğer utanmıyorsan istediğini
yapabilirsin”[iv]
anlayışı, tarih boyunca Müslümanların ahlâk düşüncesi ve terbiyesinin ana esasını
belirlemiştir. Ayıplanmaktan endişe duymayan ve utanmayan bir kimse her şeyi
yapabilir. Dolayısıyla hayânın kötülüklerden alıkoyan ahlâkî bir işlevinin
olduğu ortaya çıkıyor.
Hayâ
ve iman
Belki
“hayânın zirvesi” denilebilecek bir boyut daha vardır. O da bir insanın göz,
kulak, el, ayak, dil, akıl ve kalp gibi organlarını her türlü olumsuz düşünce
ve davranışlardan uzak tutmasıdır. Buna “takvanın (korunma) ihsan (Allah’ı
görüyormuş gibi samimi ve güzel davranma) mertebesi” de denilebilir.
Hazreti
Peygamber bir gün, “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz!” buyurur. Yanındaki sahabeler,
“Ey Allah’ın Resulü, zaten hayâ ediyoruz, elhamdülillah!” derler. Bunun üzerine
Allah Resulü şu açıklamayı yapar: “Söylemek istediğim şu: Sizin anladığınız
hayâ değildir. ‘Allah’tan hakkıyla hayâ etmek’ demek, baş ve başta bulunan
azaları (dil, göz, kulak ve akıl gibi), bedeni ve ondaki azaları (el, ayak,
mide ve kalp gibi) her türlü günah ve haramdan muhafaza etmeniz, ölümü ve
toprakta çürümeyi daima hatırlamanızdır. Kim bu söylenenleri yerine getirirse,
Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”[v]
Dilimizde
beraber kullanılan “edep-hayâ”, bu bağlamda daha müşahhas bir şekilde ortaya
çıkar. Hayâ, utanmanın duygusal boyutunu ifade eder, edep ise davranışsal
boyutunu. Yani kişi utangaçlığını, ar ve namusunu, çekingenliğini el, dil ve
bel ile eyleme döker.
“Edep bir taç imiş Nur-u Huda’dan,/ Giy ol tacı, emin ol her beladan.”[vi]
İslâm
düşüncesinde hayâ ile iman iç içedir. Vahyin ilkelerini özümsemiş ve ona iman
etmiş bir insanın hayâ sahibi olması gerekir. Hz. Peygamber, “Gerçekten hayâ
ile iman birbirine bağlıdır. Bunlardan biri kaldırılınca diğeri de kalkar”[vii] buyurarak
imanlı olmanın hayalı olmayı gerektirdiğine vurgu yapar.
Başka
bir sözünde de Hazreti Peygamber, “Hayâ imandandır”[viii]
buyurarak, bu huyun imanın ayrılmaz bir parçası olduğuna işaret eder ve “Hayâ
duygusunu kaybettiysen istediğin her şeyi yap”[ix]
buyurur. Bu çerçevede, tarihte hayâ ile özdeşleşmiş bir şahsiyet olarak Hz.
Osman gösterilir. Rivayete göre Allah Resulü,
Kendisini ziyarete gelen Ebû Bekir ve Ömer için ayağa kalkmadığı halde, Osman
geldiğinde hemen derlenip toparlanarak onu ayakta karşılar. Sebebi
sorulduğunda, “Meleklerin bile hayâ ettiği insandan hayâ etmemem doğru olmaz”[x]
der.
Hayânın hassas bir boyutu daha vardır ki, o da karşıdaki
kişiyi incitmeme adına bir davranıştan geri durmaktır. Bunda kişinin bulunduğu
makam, mevki veya temsil ettiği kurumun da etkisi olabilir. Bu durum Kur’an-ı
Kerim’de de söz konusu edilir. Örneğin Ahzab Suresi’nde Müslümanların Allah
Resulü’nü uygun olmayan zamanlarda rahatsız ettikleri, fakat Peygamber’in
onları incitmeme adına bu rahatsızlığını dile getirmediği, ancak Allah’ın
gerçeği bildirmekten çekinmeyeceği şöyle açıklanır: “Ey müminler! Peygamberin
evlerine davetsiz misafir olarak girmeyin. Yemeğe davet edildiğiniz zaman da
saatler öncesinden gelip yemek vaktine kadar oturup beklemeyin. Eve yemek
vaktinde gelin ve yemeği yedikten sonra kalkın, gidin; uzun boylu sohbete
dalmayın. Zira bu tür davranışlarınız Peygamber’i rahatsız ediyor. Ama O, bunu
size söylemeye utanıyor. Fakat Allah, söylenmesi gerekeni söylemekten
çekinmez.”[xi]
Hayânın
insan fizyolojisi ile ilgili de bir boyutu vardır. Utanma anında insanın
yüzünde kızarma, terleme ve vücudunda ateş yükselmesi gibi değişiklikler olur.
Bu, utanmanın insan fizyolojisine yansıması olarak değerlendirilebilir. Örneğin
çirkin bir durumla karşılaştığında veya hoş olmayan
bir durumu gördüğünde mahcubiyetinden Hz. Peygamber’in yüzünün kızarmasını,[xii]
vücutta meydana gelen fizyolojik değişmelerden kaynaklandığını söylemek tamamen
anlamsız değildir.
İslâm’a göre insanların bireysel ve toplumsal hayatta
hayâlı davranması gerekir. Bir gün adamın birinin, herkesin görebileceği ulu
orta bir yerde yıkanması Allah Resulü’nün gözüne ilişir ve bunun üzerine
sahabelere şu tavsiyede bulunur: “Sizden biriniz yıkanacağı zaman kapalı yerde
yıkansın.”[xiii]
İnsan,
ister toplum içinde, ister tek başına bulunsun, hayâdan ayrılmamalıdır. İslâm’a
göre insan hiçbir zaman yalnız değildir, her zaman Allah’ın huzurundadır. Hz.
Peygamber, “Yanınızdan hiç ayrılmayan melekler vardır, onlardan utanınız ve
onlara iyi davranınız”[xiv]
buyurarak bu duruma işaret eder.
Mehmet
Akif Ersoy, toplumda hayânın zayıflamasından şikâyetle, “Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük
ki her yerde;/ Ne çirkin yüzleri örtermiş meğer o incecik perde”[xv] dizelerini söylemiş ve hayâyı incecik bir perdeye
benzeterek, onun nice çirkinlikleri örteceğini ifade etmiştir. Çünkü hayâ, kötülüklerden ve her isteneni yapmaktan
alıkoyan, insana mahsus çok önemli ve özel bir duygudur.
Peygamberimiz, “Hayâ bütünüyle hayırdır”[xvi],
“Hayâ, sadece iyilik getirir”[xvii]
buyurur ve Müslümanların davranışlarını hayâ ile süslemelerini ister.
Sonuç olarak, normal her insanın tabiatı iyi ve
güzelliklerden yanadır. Edep ve hayâdan yoksun davranışlar çirkinleşir ve hoş
karşılanmazlar. Hayâ ile güzelleştirilen davranışlar ise herkes tarafından beğeni
kazanır ve kabul görürler.
Kaynakça
Ahmed bin Hanbel, Müsned,
Çağrı Yayınları, İstanbul,1982.
Buhari, Sahih-i Buhari, Çağrı yayınları, İstanbul,1992.
Ebu Davud, Sünen Çağrı Yayınları, İstanbul,
1992.
İbn Mâce, Sünen Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1981.
Kur’an’ı Kerim, Meali, Diyanet İşleri
Başkanlığı, Ankara, 2001.
Mustafa Öztürk, Kur’an-ı
Kerim Meali, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2013.
Müslim, Sahih-i Müslim, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
N. Ahmet Özalp, Bilgelikler Divanı,
Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Neseî,
Sünen I-VIII (çev.: A. Muhtar Büyükçınar,
Ahmet Tekin, Ö. Faruk Harman, Yaşar Erol), Kalem Yayınevi, İstanbul, 1981.
Ömer Çelik-Mustafa Öztürk, Üsve-i Hasene,
Erkam Yayınları, İstanbul, 2003.
Tirmizi, Sünen Çağrı Yayınları,
İstanbul, 1992.
Mustafa Çağrıcı, “Hayâ”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 16, Ankara, 1997
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Huzur
Yayınları, (Yayına Haz:, Nebil Fazıl Aslan), İstanbul, 2008.
[i]
Mustafa Çağrıcı, “Hayâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 16, s. 554.
[ii]
Ömer Çelik-Mustafa Öztürk, Murat Kaya, Üsve-i Hasene, s. 272.
[iii]
İbn Mâce Zühd, 17.
[iv]
Buhari Enbiya, 54.
[v]
Tirmizi Kıyamet, 24.
[vi]
N. Ahmet Özalp, Bilgelikler Divanı,
s.189.
[vii]
Buhari Edebü’l-Müfred, 445.
[viii]
Tirimizi, Birr ve Sıla, 65.
[ix]
Muvatta Kasru’s-Salât, 15.
[x]
Müslim, Fezâilü’s- Sahabe, 26.
[xi]
Ahzab suresi, 53. ayet.
[xii]
Buhari Edeb, 72.
[xiii]
Neseî Gusül ve Teyemmüm, 7.
[xiv]
Tirmizi Edeb, 42.
[xv]
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s. 525.
[xvi]
Müslim İman, 61.