HANİ bir fıkra var ya…
Bir adam, bir grup gencin kendi aralarında rakamlar söylediklerini, sonra da
kahkahalarla güldüklerini görür. Öğrenir ki bu gençler, bildikleri 300 fıkrayı
tekrar tekrar anlatmak yerine her birine birer numara vermişler ve sadece o
numarayı söyleyip fıkrayı hatırlıyor ve gülüyorlar. Adamcağızın bu durum hoşuna
gitmiş ve “Ben de 1 ile 300 arasında bir sayı söylesem, fıkra anlatma
muhabbetine katılmış olsam?” demiş. Gençler, “Neden olmasın?” demişler.
Adamcağız heyecanla “98” demiş fakat gençlerde tık yok; hatıra binaen biraz
tebessüm etmişler. Ne olduğunu soran adamcağıza da “Abi o fıkra öyle anlatılmaz
ki…” diye cevap vermişler.
Bu
yolla bir fıkranın iyi veya kötü nasıl anlatılabileceğini hâlâ keşfedemediğimi
itiraf ediyorum. Fıkra muhabbeti olduğunda hiç kimsenin bilmediği bir fıkrayı
bulup anlatmaya çalışırım. Bir başka yol da kendine has bir tarzda fıkrayı
anlatmak ki bu daha zor bir durum. Yazılarda veya sohbetlerde de öyledir. İnsanlar
neden hep aynı şeyleri dinleyip/okuyup dursunlar ki? Genel olarak şu bir
hakikat ki, insanlar farklı şeyleri seviyorlar. Dilerim bu yazımızda da size ya
konumuz ya da tarzımız farklı gelir ve siz de keyifle okur, hatta meseleye
değişik boyutlar katarsınız.
Eminim
şu duyguyu siz de yaşamışsınızdır: Almanya’ya, Fransa’ya gidiyorum, yarım litre
su almak için fiyatını soruyorum, “2-3 avro” denince -ne yalan söyleyeyim-
biraz düşünüyorum. Ama onların arasından 1 avroluk filan bir şey bulursam “Ucuzmuş”
deyip hemen alıyorum. Türkiye’de aynı miktarda ve belki daha kaliteli bir suyu
75 kuruşa görünce almıyor, ama gidip benzer bir kalitedeki 50 kuruşluk suyu
tercih ediyorum.
Benzer
farklı ortamları duygusal olarak hissetme ve kendimi o farklılıklara uydurmakla
ilgili duyguları sadece yurtdışı ve yurtiçi seyahatlerde yaşamıyor, bölgeler,
hatta iller arası seyahatlerde de bu hislerin içinde bulunuyorum.
Para
kadar somut olmasa da zaman konusunda da aynı duyguları yaşıyorum. İstanbul’un
ne kadar yoğun bir şehir olduğunu biliriz. Çok çok daha sakin bir şehirde, bir
yerden bir yere daha az zamanda gidebiliyor ve birçok zaman arttırabiliyor
olmamıza rağmen, İstanbul’un yoğunluğundakinden daha az üretebildiğimizi fark
ediyorum.
Sohbet
mevzuları da böyle… Belli yer veya ortamlarda basit konular öyle ateşli şekilde
tartışılıyor ki aklım almıyor. Hâlbuki o mevzuu açıklığa kavuşturacak olan son
derece basit bir cümle ve o söylenmediği için insanlar sertleşecek kadar bile
yoğun tartışabiliyor, basit basit esprilere gülüyorlar. Ancak bir süre o
ortamda kalınca ben de o tartışmalara yoğun bir şekilde giriyor olduğumu, basit
esprilere gülüyor olduğumu, hatta öyle esprileri zevkle yapar hale geldiğimi
fark ettim.
Tersi
durumları da çok yaşadım. Benim hiç aklımın ucundan bile geçmeyen meseleleri
birilerinin tartıştığını, enteresan sonuçlara ulaştıklarını gözlemledim. Bir
süre sonra artık o konuları da tartışabilecek hale geldiğimi, hatta o ortamda
uzun süreden beri bulunanlara göre farklı görüşler bile söyleyebildiğime
memnuniyetle şahit oldum. Çünkü dışarıdan gelmiştim ve doğal olarak farklı bir
geçmişe sahiptim; tabiatıyla her iki ortam arasında farklı bir bilgi veya bakış
taşımıştım, o kadar.
Bulunduğum
ortamlarda ciddi ciddi Antarktika, gezegenler ve 100 yıl sonrasının
tartışıldığına çok nadir şahit oldum. Bir kadının eş ve şampuan seçiminde aynı
yöntemi kullandığı tarz konuların konuşulduğu televizyon programlarına yeni
yeni şahit oluyoruz. Ama şu bir gerçek ki, bulunduğumuz ortamın gereklerini
hemen öğrenip yerine getiriyor, hatta öncekilerden daha çeşitli ve iyi şeyler
katabiliyoruz. Hangi ortama giriyorsak, o ortamın azı bizim de azımız, çoğu
bizim de çoğumuz, komiği bizim de komiğimiz, çirkini veya güzeli bizim de
çirkinimiz veya güzelimiz oluveriyor. Tam burada can alıcı soru şu: “İyi de o
halde toplum olarak neden üst seviyelerde duyarlılığı olan, konuları konuşan,
üst seviyelerde bilim ve sanatla uğraşan, organizasyonlar yapan bir toplum
değiliz veya olmuyoruz?”
Mesela,
neden benim oğlum, şu an benim sahip olduğum hassasiyetlere, bakış açısına
sahip olmasın ki? Hani tecrübeyi anlarım, onun için zaman gerekebilir ama akla
şöyle bir soru gelebilir: “Hepimiz aynı şekildeki hassasiyet, bakış açısı ve
birikimlere sahip olursak, hayat can sıkıcı olmaz mı? Hani şu 300 fıkra bilen
gencin durumuna düşmez miyiz?”
Hayır
efendim! Hepimiz toplumsal ortamımıza veya medeniyetimize farklı içerikte ve
biçimde değer katmayı kafamıza koyarsak hiç de öyle olmaz. Kimimiz Antarktika,
kimimiz uzay, kimimiz atom, kimimiz musiki, kimimiz edebiyat veya aklımıza
gelen gelmeyen sahalarla meşgul olursa, toplumumuza ve medeniyetimize zenginlik
katmış olur. Bir de havsalamızın farklılaşmasına ahenk getirebilirsek, işte o
zaman tadından yenmez!..