Hava bedava, ya yemek?

En gelişmiş ülkelerin insanları yeme-içme meselesinden dolayı işkence çekiyor, âdeta sürünüyorlar. Hem hîleli gıdalar, hem de obezite yüzünden kanser, kalp damar, şeker, tansiyon hastalıkları başta olmak üzere her türlü hastalığa duçar oluyorlar. Bu yeme-içme sistemi bunca sıkıntıya, bunca eziyete, bunca acıya değer mi?

ÇOCUKLUĞUMDAN beri insanların, “Bunlar yapabilseler insana havayı bile parayla satarlar” şeklindeki kızgınlıklarını duyarım. Demek ki, insan doğasında ücretsiz olan bir şeyi bile parayla satma temayülünde; hem de fırsat bulur bulmaz onu bile yapacak. O şey hayatın, yaşamanın en temel ihtiyacı bile olsa fark etmiyor bu.

Böyle bir durumda insan derin bir nefes alıp uzun uzun düşünüyor: Doğada zaten mevcût, insanın yaşaması için en temel ihtiyaç olan bir şeyi insanoğlu yine insanların istifadesinden alıkoyuyor da, bu insanlığa hayır getiriyor mu?

Kimsenin olmadığı ıssız bir adada veya dağ başında yürüyorsunuz… Bir tane alıç ağacı gördünüz, meyveleri de harika. Tam da acıkmıştınız, aldınız ve yediniz… Yahut yolunuz bir dereyle kesişiyordu ve dereye yaklaşırken acıktığınızı hissettiniz. Dereden bir iki balık tutup hemen oracıkta ateş yakarak şehirdekilerin ağzının suyunu akıtacak kadar güzel bir ziyafet çektiniz kendinize. Bunlar için kime para ödeyeceksiniz? Elbette kimseye değil. “Elhamdülillah” der, yolunuza devam edersiniz.

Diyelim ki, başka bir zaman da canınız dağdaki o alıçtan ve deredeki o balıktan çekti. İki kişi çağırdınız ve birine, “Filanca dağdan alıç, filanca dereden de balık getirir misin? Yol paranı ve yevmiyeni vereyim”, diğerine de, “Şu pazara gidip bana biraz alıçla, dereden tutulan balık alır mısın? Emeğin dâhil, masrafı neyse ödeyeyim” dediniz. Size göre acaba hangisinin masrafı daha fazla olmalı? Hadi onu bırakalım, şunu soralım: Günümüzde yiyeceklerin ve içeceklerin fiyatları acaba neye göre belirlenmeli?

Tarım ve Orman Bakanlığı’mız, uzun süreden beri gıdada hîle yapanların listesini yayınlıyor. Daha açık ifade edelim: Acıkınca yemek ve içmek yahut misafirlerinize ikram etmek için markete gidiyorsunuz ve oradaki gıdalardan alıyorsunuz. Size varana kadar o gıdayı satma zincirindeki üretici, paketleyici, nakliyeci, marketçi para kazanıyor, evini geçindiriyor, çoluğuna çocuğuna bakıyor; Bakanlığın sitesine girip baktığınızda bir de ne göresiniz, geçen gün aldığınız gıdaları satan firma ve ürünü, o listede! Sizin o hîleli gıdayla zehirlenmeyi hak edecek ne suçunuz vardı da böyle yaptılar acaba? Karnınızı doyurup hayatınızı sürdürmek istemeniz mi suç? Misafirlerinize insanlık olsun diye bir şeyler ikram etmeye kalkışmanız mı suç? Yoksa o markete, o ürünü üretenlere güvenmek mi zehirlenmeyi hak ettiğiniz suçunuz?

Kimseyi zan altında bırakmak istemem. Belki de arkadaşımın kendi beceriksizliğidir, bilemiyorum, ama inanarak söylediği şu sözü aktarmam lâzım: “Gıda işinde hîle yapmazsanız, batarsınız. Nitekim biz de battık!”

Bu arkadaşıma, sadece gıda işinde değil, başka meşguliyetlerde de hatır için hîle yaptıramayacağınız gibi, silah zoruyla da yaptıramazsınız. Emînim, sizin de kafanıza takılmıştır; biz mi akılsızız, yoksa dünyanın en akıllısıyız da bu yüzden mi en temel ihtiyaçlarımızdan olan yeme-içme meselesini saçma sapan bir hâle getirdik? Öyle ya, en gelişmiş ülkelerin insanları yeme-içme meselesinden dolayı işkence çekiyor, âdeta sürünüyorlar. Hem hîleli gıdalar, hem de obezite yüzünden kanser, kalp damar, şeker, tansiyon hastalıkları başta olmak üzere her türlü hastalığa duçar oluyorlar. Bu yeme-içme sistemi bunca sıkıntıya, bunca eziyete, bunca acıya değer mi?

Cevabım net: Değmez!

“Ne yani, hepimiz dağa gidip alıç mı toplayalım, dereye gidip balık mı tutalım?” diye sorulabileceğini tabiî ki tahmin ediyoruz. Aslında atla deve bir şeyden bahsetmiyoruz. Bunlar geçmişte Müslümanların yaptığı, uyguladığı şeyler. Zannedilmesin ki, Osmanlı bunları yaptığı için yıkıldı veya Hulefâ-i Râşidîn dönemi, Emevîler, Abbasîler, Büyük ve Anadolu Selçuklu dönemleri bu yüzden bitti. Kervansaraylarda, tabhânelerde, imarethânelerde yemekler hep ücretsizdi. Köye bir misafir gelince, “Misafire şu yemeği kaça satsak da çok para kazansak?” diye bir düşünce hiç kimsenin aklına gelmezdi...

Memleketim Başköy’e gittiğimde, kahvehânede oturan köylülerimin köye gelen herhangi bir yabancıyı masalarına davet etmek için nasıl yarıştıklarına şâhit oldukça acayip mest oluyorum. Bir Müslüman ülkeye gidildiğinde dini, ırkı yahut herhangi bir özelliği her ne olursa olsun, hiç kimse aç kalmazdı. Şunu da zannetmeyelim ki, çiftçiler ürettiği buğdayı, beslediği sığırı, davarı bedavaya verirlerdi. Zincirin çiftçiden sonraki halkaları, “Bu işten köşeyi nasıl döneriz?” yaklaşımına kapalılardı. Bir başka ifadeyle, sizin sağlıklı olmanızla size yiyecek-içecek temin eden zincir halkalarının menfaatleri örtüşüyordu.

Farkındayız ki, şu anda gündeme acayip ters bir şey söylüyoruz. Bununla beraber, şunun da farkındayız: İnsanlık bugün bir doğruyu çok çok hızlı bir şekilde öğrenme ve uygulama kapasitesine sahip. Meselâ dünyanın herhangi bir yerinde yazılmış olan Zoom uygulaması, bir anda dünyanın her ülkesinde kullanılır hâle gelebiliyor. “İyileştirme” anlamına gelen güncellemelerin yayılması ise dakikalar içinde gerçekleşebiliyor. Hele insanların hayatları için son derece kritik bir meselenin hayata geçmesi hiç de zor değil. Yapılacak şey çok basit: Alışkanlıklarımızdan kurtulmak ve ücretsiz yeme-içme sisteminin uygulamasının basit ve kolaylaştırılmış bir yol haritası veya eylem plânının sunulması…