Hatırlatıcı

Kendisinin orada bulunma amacını tam olarak benimseyememiş bir öğretmen ve öğrenci topluluğunun bilgi ile yapabileceği şeyler sınırlı ve faydasızdır. Öğretmen bir bilgi aktarıcısı değil, çocukların gelişiminden sorumlu bir hatırlatıcı olmalıdır. “Hatırlatıcı”… Evet, bu kavramı Türkiye öğrenmeli ve kabul etmelidir.

BİR öğretmen var, otuz öğrenci. Otuz bir farklı hikâye, farklı düşünceler… Sınıfta öğretmen ve öğrencinin dışında birçok etken var: Müfredat, öğretmenin her bir öğrenci için düşünceleri, evi ve geleceğiyle ilgili plânları… Öğrencilerde dersle ilgili düşünceler dışında arkadaşları ile fikirler ve etrafta olup biteni anlama çabaları…

O sınıfta olması gereken ama aslında hiçbir okulda tam olarak başarılmayan bir şey var: Okul saati boyunca öğretmen ile öğrenciler arasında kurulacak bir bağ… Tahmin etmeye çalıştınız ve belki de buna “sevgi bağı” dediniz. Ama üzgünüm, ne sevgi bağı, ne de disiplin. Bu bağa ben, “hatırlama bağı” demek istiyorum.

Sevgi bağı olmamasının nedeni, sevginin tek başına sınıf ortamı için yeterli olmaması. Okuldaki bir sınıf içinde bir yolculuk yapılır. Bilgiye, anlamaya, sevgiye, meraka, hatırlamaya doğru… Tek başına sevgi, bir çocuğun yetiştirilmesi için yeterli değildir. Bir öğrencinin dünyaya geleli daha altı sene olduğu o zamanlarda uğrayacağı en önemli liman, tabiî ki okuldur. Bu limanda yaşayacakları, bütün bir hayatını etkileyecektir.

Okul, sınıf, öğretmen, öğrenci ve öğrenme kavramlarının yeniden tanımlanması gerekiyor. Her ne kadar eğitim sisteminin gelişimi için bir şeyler yapılıyor olsa da yetmediği çok açık. Öğretmen ve öğrencilerin düşünce ve yaşayışlarında göze çarpan bir değişiklik yok. Sonuç olarak toplumsal çaptaki bu duruma maruz kalmaya devam ediyoruz.

Gerçekten eğitim sisteminde yaşanacak köklü değişimlerin getirisi de toplumsal olarak hissedilmelidir. Ne sevgiyle şımartılacak, ne de korkutularak eğitimden uzaklaştırılacak bir nesle daha dayanabiliriz. Zamanın çok değerli olduğu dönemlerdeyiz. Dünya birçok açıdan acı çekiyor. Bir yanda medeniyet canavarlarının savaşlarla enkaz hâline getirdiği coğrafyalar, diğer yandan doğayla olan çatışma ve ortada dolaşan bilinç düzeyi zayıflamış toplumlar…  

Bilinç durumlarının acınası olduğunu, cep telefonlarında sosyal medya ve oyunlara tutsak olmuş dünya gençliği ile gösterebiliriz.

Bahaneler üretmek çözüm değil!

Hemen temenni ve önerilerime geçeceğim…

Bir sınıfta yaşanması gereken en önemli olay, tek vücût olmak ve öğretmenin kılavuzluğuna sahip çıkmaktır. Müfredat, yaşanması gereken bir olay değil, bir vâsıta olmalıdır. Önce o sınıftaki herkesin eşit seviyede eğitim frekansına geçmesi gerek. Sınıftaki hiçbir öğrenci, kendisini oraya ait değilmiş gibi hissetmemeli. Ben, fizikî olarak on üç sene okul hayatı yaşadım ama tek bir gün bile bir bağ kuramadım; kendimi o ortama adapte edemedim ve kendimi iyi hissetmedim. Kimse beni sahiplenmedi, kimse benim için mücadele etmedi. Geleceğimde olacağım kişi de belli olmuştu o an: Ne kendisi, ne başkası için mücadele edemeyecek, neyi sahipleneceğini bilemeyecek ve hedefini/hayâlini belirleyemeyecek, yaşamın anlamını çözemeyecek biri...

Yaşamın bir noktasında kitaplar imdadıma yetişmese, Mevlâ’m düştüğüm yerden kaldırmasa, zaten her şey bitmişti. Böyle olunca, ne okuldan bana, ne benden topluma fayda oldu. Sınıftaki en zayıf halkalar yani sessiz/çekingen öğrenciler tespit edilmeli, huzursuz ve sıkıntılı olanları anlaşılmalı ve gerekli rehberlik çalışmaları ile bir eğitim ve sınıf bağı kurulmalı. Bu bağın çok önemli bir vazîfesi var: Fert fert herkesin çok önemli olduğunun hissedildiği, derste herkesin eşit seviyede katılımının olmazsa olmaz olduğu süreçler geliştirilmelidir. Kimse kimsenin önüne geçmemelidir. Sınıfta zekâ olarak ileride olanlar, bunu üstünlük sebebi görenler kişiler değil, zayıf öğrencilere ulaşmada yardımcı kollar olmaları gereklidir.

Okulda öğrenciye aktarılması gereken son şey bilgi olmalıdır. Kendisinin orada bulunma amacını tam olarak benimseyememiş bir öğretmen ve öğrenci topluluğunun bilgi ile yapabileceği şeyler sınırlı ve faydasızdır. Öğretmen bir bilgi aktarıcısı değil, çocukların gelişiminden sorumlu bir hatırlatıcı olmalıdır. “Hatırlatıcı”… Evet, bu kavramı Türkiye öğrenmeli ve kabul etmelidir. Sadece öğrencilere değil, millete sürekli olarak değerleri, insan olmanın anlamını, bilginin nasıl alınması ve nasıl işlenmesi gerektiğini hatırlatan önder…

Öğretmenlerimiz ömür boyu öğrenci olmalı. Öyle bir yaşama misafiriz ki, hiçbir şeyden yüzde yüz emin olamayız. “Kesinlikle bu, budur” diyemiyoruz. Öğrenilecek şeylerin sonu gelmiyor. Hattâ öğrenemeyeceğimiz birçok şey olacak.

Düzenli ve yeterli seviyede ilgi ile beslenen bir çocuğun vücûdu inanılmaz bir neşe ve enerji ile titreşir. Yerinde duramaz âdeta, kıpır kıpırdır. Dışarı çıktığı zaman yürümez, uçar. Kahkahaları yeri göğü inletir. “Neden bu kadar mutlusun ey çocuk?” dediğimde garip garip bakar yüzüme çocuğum. Bu sorunun cevabı yoktur çünkü. Çünkü o, akıl ve düşünce denen engelle henüz tanışmamış olan saf yaşam enerjisidir. Çok acı, ama aslında zihnin ve öğretilerin engellerine, toplumsal bazı edinimlere takılmamış olsa, bir yetişkin de bu şekilde sonsuz bir enerji ile titreşebilir ve sebepsiz kahkahaların sahibi olabilir.

Ama toplum ve eğitim sistemi olarak onların elinden aldığımız ilk şey, bu enerji dolu çocuklukları oluyor. Bir bilgi bombardımanı altına alarak, disiplin ile etraflarına çitler dolayarak, lise ve üniversite sınavlarına hazırlamak bahaneleriyle onlardan yaşamın inanılmaz enerjisini çalıyoruz. Eğitimin en önemli amacı, vize ve final sınavlarını geçen, sonrasında üniversiteye yerleşen bir gençlik inşâ etmek mi olmalı?

Sonra mı? “Koskoca adam oldular, artık başlarının çârelerine bakarlar. Biz baktık, değil mi? Bakın bakın, milletler olarak nasıl da güzel anlaşıyoruz!”

Şu matematiği çözmeliyiz. Küçük bedenlerde dev enerji ve neşeler varken beden büyüdüğünde, eğitildiğinde enerji ve neşenin de artması gerekmez mi? Neden tersi oluyor?

Çocuklarımıza ne kadar çok bilgi sunduğumuz değil, sunduklarımızla ne kadar kendileri olmalarına yardımcı olduğumuzdur eğitim. Sürekli bilgi bombardımanına tutmadan önce kendimize şunu soralım: Bilgi nedir ve verilen bilgiyi nasıl işleyeceklerini biliyor mu yavrularımız? Bu bilgi ile içlerinde nasıl bir yapı kuracaklar? Bilgiyi sınav geçmek ve üniversiteye yerleşmek, daha sonra da iş sahibi olarak maaş için kullanmaktan öteye taşıyabilecek miyiz? Sadece sınırlı sayıdaki bazı insanların sahip oldukları bilgilerle savaş araç gereçleri geliştirmelerinin, bilimsel araştırma ve buluşların, sınırlı sayıdaki yerlerin elinde olması adil mi? Beyin herkeste var, lâkin bunu bize kullanmayı kasıtlı olarak öğretmiyorlar sanırım. Zira bunu düşünmeden edemiyorum.

Sınav sonuçlarından önce şunlara bakabiliriz: Derse katılım olarak kararlılıkları ne seviyede, merakları ne ölçüde? Orada bulunmak onları nasıl etkiliyor? Öğrenmek heyecanlandırıyor mu? Birbirlerine destek oluyorlar mı? Eğitim onların iç dünyasını nasıl şekillendiriyor? Daha iyi bir insan, duygusal, yardımsever, kendini ifade edebilen, ne istediğini bilen fertler olmalarını mı sağlıyor, yoksa bizlere olduğu gibi mekanik robotlara mı dönüştürüyor?

Hayat, sınavdan daha fazlası!

Hatırlatıcı olan öğretmenin hatırlatması gerekenlerden biri de, yaşamın kendisinin bir sürpriz olduğu ve bu sürprizin bile bütün bir ömür kutlanacak bir şey olduğudur. Bir yaşama doğmak büyük bir hazînedir. Bu hazîneye sahip herkes çok değerlidir, eşsizdir. Ve gerçekten iyi bir eğitim ve öğretimi hak eder. Diğer bir ifadeyle, bu yaşam bir yarıştan, sınavlardan, yemekten, işten ve uyumaktan daha fazlasıdır.

Bana göre bu yaşamdaki en heyecanlı ve en önemli kavram, “anlamak”. Sırlarla dolu yaşamdan, yaratılıştan bir bulmacayı daha çözmek… Okullarımızda bu heyecan aşılansa fenâ mı olur? Yaratılışını, yaratılan her şeyi, yaşamın anlamını araştıran yavrularımızdaki sonsuz enerji ve merak düşüncesi bile beni çok sarsıyor.

Bir okul düşünün, büyük bir başarıya/kazanca ulaşıyor. Bir öğrencisinin uluslararası bir başarı kazanmasından daha fazlası bu. Bir öğrenciye kendini kazandırıyor. Kendini kazanmak ne kadar zordur, bilir misiniz?

Kırk beş yaşındayım ve henüz mümkün olmadı kendimi tam olarak bulmak. Şartlara göre yaşıyorum. Çabuk kırılıyorum. Bu yaşa geldim, hedeflerim/hayâllerim netleşmedi. Yaşam amacıma, heyecanına ulaşamadım. Mücadele rûhunu yakaladım biraz ve bu bile bana o kadar büyük bir güç verdi ki anlatamam. Bir de tam olarak “olsam”, neler olurdu!

Çocuk neyi öğrenecek?

Hem bu yarış da neyin nesi? Bir an önce okuyup yazmayı öğrenmeliler, ev ödevlerini aksatmamalılar, sınavlarda devamlı başarılı olmalılar, sessiz olmalılar, yaramazlık yapmamalılar, kurallar, kurallar… Nereye kadar bu anlayışlar?! Kaybetmeyi, düşmeyi, yeniden başlamayı, mücadeleyi kim öğretecek? Kimin öne geçtiğini değil, kimin kendindekini ne kadar paylaştığını kim ölçecek? Almayı değil vermeyi, ezberlemeyi değil merak ve sahiplenerek bilgiyi kovalamayı kim öğretecek?

Sadece okul için geçerli değil, insan dıştan değil içten yetiştirilir. Kendi içindeki büyük güçten, hazîne ve gizemlerden habersiz, kendi ile bağlantıda olmayan bir öğrenciye yine kendi içinde anlamını bulamamış bir öğretmen ile sadece müfredata dayalı dıştan bir bilgi aktarımı yapılarak eğitmeye çalışmak… Bazı test kâğıtları ile başarılı/başarısız damgaları… Ve öğrenci buna inanacak, bütün bir ömrünü buna göre şekillendirecek… Kuracağı ailesinde edindiği yanlış algılar ile çocuk yetiştirecek… Nice kayıp nesiller birbirini takip edecek…

Ey hatırlatıcı, sanadır bu seslenişim! Bedeninin ve zihninin titreşimini yükselt. Sana emanet edilen minik bedenlerin titreşimini yükselt. Yükselt ki, yükselsin insanlık! Bu millete ve öğrencilerine ne kazanacaklarından önce zaten var olmakla kazandıkları inanılmaz şeyleri hatırlat. Hatırlat ki, bedenin gizli ve sonsuz enerji kaynağı gün yüzüne çıksın! O zaman aşılamayacak engel, varılamayacak hedef ve hayâl kalmaz!

Çocuklarımız akıllanıp ve büyüyüp de dışarıdaki servetlerin peşine, en iyi maaşın derdine düşmeden, sahip oldukları büyük iç servetlerinden haberdar olmalıdır. Bunlardan haberi olmadan bu hayattan geçen milyarlarca insan olduğunu düşününce içim çok kötü oluyor. Hâlbuki okuyup yazmaktan daha değerli ve önemli bir şey varsa, o da anlamaktır! Sorumluluğun anlamını kavramış, içsel olarak kendi sorumluluğunu kabul ederek kendinin ve toplumunun gelişimi için elinden geleni yapma tutkusunda olan bireyler yetiştirme anlayışına geçmemiz gerek. Birbirinden değerli bilim insanları, eğitimci, gelişim uzmanları, yazarlar ve halk ile ortak bir masanın etrafında buluşulması gerek. Belli bir alana hâkim uzman ve görevlilerin kararları yeterli gelmemektedir. Bu yaşamı hep beraber paylaşıyorsak, geleceğimizi ilgilendiren konularda her türlü fikre önem vermeliyiz.

Çocuklarımızı içten dışa doğru, sağlam, neyi neden öğrendiklerini bilen, hedeflerini toplumun yararına olacak şekilde ve emin bir kararlılıkla tayin edebilen, geçici zevkler ve yanlış hazîneler yerine kalıcı değerler için mücadele eden bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Hep kendi için değil, bütünün kazancı için, kâinatın paylaşmak ve sevgiyle vermek üzerine kurulduğunu benimseyip bir yapbozun parçası olduğu şuuruyla diğer parçalara yapacağı yatırımın kendine yatırım yapmak olduğu anlayışıyla yetiştirmeliyiz. Bütün bunlar için acil olan ilk şey, büyükler olarak bizim değişmemiz, anlamamız ve hatırlamamızdır. Önce bizim öğrenmemiz gerek.