Hatır(l)a

Acımak, hissizlikten daha güzel! Ayrılık, anlamsız birliktelikten daha güzel! Kimsesizlik, değersizlikten daha güzel! Susmak, bağrışmaktan daha güzel! Anlamamak, anlamlarda kaybolmaktan daha güzel! Ve ölmek, ölümü unutmaktan daha güzel!

ERİYİP giden bir mum yeniden donuyor kalbimin üzerinde, ateşi söndükçe. Fakat şekli bozulmuş ve yayılmış zeminin düzlemi üzerine… “Haydi” diyorum, “Yeniden bir kalıba dolduralım, yine eskisi gibi yeniliğin heyecanını versin”. Kalıp… Hani, nerede? Bulunur mu aynı kalıp?

Yaşamak parça parça eksiltiyor insanı, yaşamaktan eksiltiyor. İnsan, varlığın içinde yokluğun temennisi üzere kavruluyor. Ve sonsuzluk için çırpınıyor, bir imkânsızlar denizinde boğulmaya uzatıyor iradesini. Doymamışlık burada başlayıp bitiyor. Her şeyi tatmak istedikçe ve tattıkça tatlar tatsızlaşıyor, tatlı olanı algılayamayıp acıya yöneliyor insan. Acıya yöneldiğinin farkına varamadığından, acının kendi içinde kök salan bir zakkum olduğuna kanaat getiriyor. Söküp alamayacağını sanıyor içinden.

Önce yaratılışın sesine kulak vermiş, var olmayı öğrenmişiz dünyadan. Ağlamamayı öğrenmişiz ilk çığlığımızla; nefes almayı, havayı kabul ettirmeyi ciğerimize… Ve sustuysak da alışkanlığımız yapışıp kalmıştır ruhumuza. Yine her nefesimiz zorlandığında, yumuşak bir yaş süzülüverir gözlerimizden. Büyüdük yine de, gözlerimiz yavaş yavaş ilerisine aşina. Dokunduk nesnelere, işte o zaman maddiyatın gizeminde uzunca bir gezintiye çıktık. Her şey ne kadar mükemmel, ne kadar özenle dizilmişti! Tüm bu şeyler, şey işte! Ve “Etrafımızda bir bilen var mı?” sorusuna takıldı aklımız, “Hikmeti nedir tüm bu mevcudiyetin”? Fark ettik ki, bize öğrenme kapılarını aralayan insanlar var etrafımızda. Ve değişti her şey, işte o anda, tam o anda!

Anne, baba, toprak, kalem, göz, oyuncak, zihnimizde şekillenmeye başladı âniden, duyduğumuz sesler mânâ aldı. Bu sefer kulağımıza yöneldik bilmek ve öğrenmek için yaşamın gereğini. Ve etrafa bakmaktan, nesnelere dokunmaktan çekmeye başladık kendimizi, insanların dudaklarını seyir ve taklit ettik. Yüzlerini inceleyerek güzel kelimelere gülümsedik, kötülerine kırıldık. Biz farkında olamadan, kulağımız dilimizin altına saklamaya başladı kelimeleri. Dilimiz de hareketlendi birden, çıkardığı anlamsız seslerin hapsinden çıkmaya çalışırcasına çırpındı durdu. Ve beklendiği üzere, mütekellim olduk yavaş yavaş.

Ve insanı yaratılışının başında tüm mahlûkattan ayıran, ârifinin secdeye lâyık görüldüğü kelimeler en sığ hâlleriyle, cümleleşemeden çıkıyordu ağzımızdan. Küçük arzularımıza ulaşmak için kullandık onları, bu yüzden en saf şekildeydiler o zamanlar. Kimseyi kırma niyetimiz olmadan, saklamadan herhangi bir îmâ yapmadan, eleştirmeden, yargılamadan, yalnızca ve safça tutunduk hecelere. Yemek, içmek, öğrenmek, oyun oynamak, uyumak istiyorduk.

Ve yavaş yavaş dünyanın dönüşüne kapılmaya başladık. Artık görmek ve düşünmek, dinlemek ve anlamaktan ziyade konuşuyor ve çalışıyorduk. Öğrenme yetimizi avucuna almıştı bir sistem. Onun öğretmek istediğini öğrendik. Hepimiz aynı şeyleri… Kimi isteyerek, kimi istemeden… Etrafımızda olup biteni birkaç adam keşfetmiş, bunun üzerine yasalar bulmuştu; bize de bu yasalar anlatılıyordu. Fakat etrafımızdan çekmiştik tefekkürü, sorgulamaktan çekmiştik aklımızı, görüneni anlamaktan çekmiş ve gösterileni ezberlemeye yönelmiştik. Her gün yüzlerce bilgi öğrendiğimiz binalardan evimize geri dönerken, kaldırımlar anlamı ve anıları çekiştiriyordu. Gözlerimizi bir buğu sarmıştı oysa, âcizleşmiştik görmekten tüm ince işçiliği. Ve küçük mutluluklar uzaklaşmaya başladı ruhumuzdan. Kuş cıvıltılarını duymamız gerektiği yerde kulağımıza taktığımız bir cihazın gürültüsüne kapadık duyumuzu. Hissettiğimiz hissizlik oldu. Sahipsizlik oldu çilemiz. Ve amansız bir acı belirdi nefesimizde. Her şeyi bulmak isterken, biz çoğu şeyi kaybettik.

Kelimeleri hırsımıza alet etmeye başladığımızda, susma erdemini bir acizlik sandık. Çirkinleşmeye başladık sonra, birinin isteğine “Hayır” demenin bizi yücelteceğini sandık. Bencilleşmeye başladık düpedüz, karşımızdakini ikinci plânda görmeyi, kral gibi yaşayabilmek için tüm yakınlarımızı kırmayı göze aldık. İsteyerek yaptıklarımız yavaşça alışkanlığımız oldu.

“Eskiden böyle değildi” dediklerinde neslimizin adaptasyonunu doğal karşıladık. “Hepimiz böyleyiz, zarar gelmez” dedik. Hâlbuki aramızda hâlâ eskisi gibi içten ve fedakâr insanlar da vardı. Hep yıkıldılar, ama başarısız ve eksiktiler. Hiç düşündük mü? Belki de bizdik eksilen insanlığın damarından damla damla. Düşündük elbet, gücümüz yetmedi ki inanmaya. Sevdayla, fedakârlıkla, tevazu ile ayakta durmak zordu. Kötülükleri iyilikle düzeltmek zordu. Ses yükseltmemek ve kötü kelimelerle çamura bulamamak zordu berrak suları. Ama ortada kalıp her seferinde kendini kaybetmiş bir deli gibi, elinde bir mumla sokak sokak yolumuzu arayan da biz olduk.

Ne kadar da karıştı kafalarımız! Dünyayı kabul etmeye çalışmak çılgınlık… Ortada bir yanlış varsa, düzeltmek gerek, olduğu gibi kabullenmek değil. “Dünya beni kabul etsin, ben buyum! Ve ben, hepinizin gözlerinin içinde gizlenen duyguları, kelimelerinin altında saklanan îmâları anlayabiliyorum. Ben biliyorum kimin sevip sevmediğini beni. Güzel kelimelerle kapamayın hislerinizi. Kalbinizin hastalığını dilinizle örtbas etmeyin. Eğer beni düşünecekseniz, dilinizi değil, kalbinizi kullanın! Ben sizin hiçbirinizden nefret etmiyorum. Ve bu yüzden hiçbirinize kötü sözler söylemiyorum. Sizin yaptığınızsa, sahtekârlık!” Dinlemeye devam edelim unutmadıysak eğer. Ki onlar unutmamışlardır görünenin ardındaki gerçeği görebilmeyi.

İnsanî özellikleri kaybetmeyelim. Ve eğer dinlemek istersek bir gün kalbimizin ritmini, kuytu köşelerde saklanan bir çocuğun titreyen elleriyle karşılaşırız. Kaybettiklerimize ağlıyordur bizim yerimize. Susmak gerek o an, konuştuğumuz ölçüde susmak…

Acımak, hissizlikten daha güzel! Ayrılık, anlamsız birliktelikten daha güzel! Kimsesizlik, değersizlikten daha güzel! Susmak, bağrışmaktan daha güzel! Anlamamak, anlamlarda kaybolmaktan daha güzel! Ve ölmek, ölümü unutmaktan daha güzel!