ERİYİP giden bir mum
yeniden donuyor kalbimin üzerinde, ateşi söndükçe. Fakat şekli bozulmuş ve
yayılmış zeminin düzlemi üzerine… “Haydi” diyorum, “Yeniden bir kalıba
dolduralım, yine eskisi gibi yeniliğin heyecanını versin”. Kalıp… Hani, nerede?
Bulunur mu aynı kalıp?
Yaşamak
parça parça eksiltiyor insanı, yaşamaktan eksiltiyor. İnsan, varlığın içinde
yokluğun temennisi üzere kavruluyor. Ve sonsuzluk için çırpınıyor, bir imkânsızlar
denizinde boğulmaya uzatıyor iradesini. Doymamışlık burada başlayıp bitiyor.
Her şeyi tatmak istedikçe ve tattıkça tatlar tatsızlaşıyor, tatlı olanı
algılayamayıp acıya yöneliyor insan. Acıya yöneldiğinin farkına varamadığından,
acının kendi içinde kök salan bir zakkum olduğuna kanaat getiriyor. Söküp
alamayacağını sanıyor içinden.
Önce
yaratılışın sesine kulak vermiş, var olmayı öğrenmişiz dünyadan. Ağlamamayı
öğrenmişiz ilk çığlığımızla; nefes almayı, havayı kabul ettirmeyi ciğerimize…
Ve sustuysak da alışkanlığımız yapışıp kalmıştır ruhumuza. Yine her nefesimiz
zorlandığında, yumuşak bir yaş süzülüverir gözlerimizden. Büyüdük yine de,
gözlerimiz yavaş yavaş ilerisine aşina. Dokunduk nesnelere, işte o zaman
maddiyatın gizeminde uzunca bir gezintiye çıktık. Her şey ne kadar mükemmel, ne
kadar özenle dizilmişti! Tüm bu şeyler, şey işte! Ve “Etrafımızda bir bilen var
mı?” sorusuna takıldı aklımız, “Hikmeti nedir tüm bu mevcudiyetin”? Fark ettik
ki, bize öğrenme kapılarını aralayan insanlar var etrafımızda. Ve değişti her
şey, işte o anda, tam o anda!
Anne,
baba, toprak, kalem, göz, oyuncak, zihnimizde şekillenmeye başladı âniden,
duyduğumuz sesler mânâ aldı. Bu sefer kulağımıza yöneldik bilmek ve öğrenmek
için yaşamın gereğini. Ve etrafa bakmaktan, nesnelere dokunmaktan çekmeye
başladık kendimizi, insanların dudaklarını seyir ve taklit ettik. Yüzlerini
inceleyerek güzel kelimelere gülümsedik, kötülerine kırıldık. Biz farkında
olamadan, kulağımız dilimizin altına saklamaya başladı kelimeleri. Dilimiz de
hareketlendi birden, çıkardığı anlamsız seslerin hapsinden çıkmaya
çalışırcasına çırpındı durdu. Ve beklendiği üzere, mütekellim olduk yavaş
yavaş.
Ve
insanı yaratılışının başında tüm mahlûkattan ayıran, ârifinin secdeye lâyık
görüldüğü kelimeler en sığ hâlleriyle, cümleleşemeden çıkıyordu ağzımızdan.
Küçük arzularımıza ulaşmak için kullandık onları, bu yüzden en saf
şekildeydiler o zamanlar. Kimseyi kırma niyetimiz olmadan, saklamadan herhangi
bir îmâ yapmadan, eleştirmeden, yargılamadan, yalnızca ve safça tutunduk
hecelere. Yemek, içmek, öğrenmek, oyun oynamak, uyumak istiyorduk.
Ve
yavaş yavaş dünyanın dönüşüne kapılmaya başladık. Artık görmek ve düşünmek,
dinlemek ve anlamaktan ziyade konuşuyor ve çalışıyorduk. Öğrenme yetimizi
avucuna almıştı bir sistem. Onun öğretmek istediğini öğrendik. Hepimiz aynı
şeyleri… Kimi isteyerek, kimi istemeden… Etrafımızda olup biteni birkaç adam
keşfetmiş, bunun üzerine yasalar bulmuştu; bize de bu yasalar anlatılıyordu.
Fakat etrafımızdan çekmiştik tefekkürü, sorgulamaktan çekmiştik aklımızı,
görüneni anlamaktan çekmiş ve gösterileni ezberlemeye yönelmiştik. Her gün
yüzlerce bilgi öğrendiğimiz binalardan evimize geri dönerken, kaldırımlar
anlamı ve anıları çekiştiriyordu. Gözlerimizi bir buğu sarmıştı oysa,
âcizleşmiştik görmekten tüm ince işçiliği. Ve küçük mutluluklar uzaklaşmaya
başladı ruhumuzdan. Kuş cıvıltılarını duymamız gerektiği yerde kulağımıza
taktığımız bir cihazın gürültüsüne kapadık duyumuzu. Hissettiğimiz hissizlik
oldu. Sahipsizlik oldu çilemiz. Ve amansız bir acı belirdi nefesimizde. Her
şeyi bulmak isterken, biz çoğu şeyi kaybettik.
Kelimeleri
hırsımıza alet etmeye başladığımızda, susma erdemini bir acizlik sandık.
Çirkinleşmeye başladık sonra, birinin isteğine “Hayır” demenin bizi
yücelteceğini sandık. Bencilleşmeye başladık düpedüz, karşımızdakini ikinci
plânda görmeyi, kral gibi yaşayabilmek için tüm yakınlarımızı kırmayı göze
aldık. İsteyerek yaptıklarımız yavaşça alışkanlığımız oldu.
“Eskiden
böyle değildi” dediklerinde neslimizin adaptasyonunu doğal karşıladık. “Hepimiz
böyleyiz, zarar gelmez” dedik. Hâlbuki aramızda hâlâ eskisi gibi içten ve
fedakâr insanlar da vardı. Hep yıkıldılar, ama başarısız ve eksiktiler. Hiç
düşündük mü? Belki de bizdik eksilen insanlığın damarından damla damla.
Düşündük elbet, gücümüz yetmedi ki inanmaya. Sevdayla, fedakârlıkla, tevazu ile
ayakta durmak zordu. Kötülükleri iyilikle düzeltmek zordu. Ses yükseltmemek ve
kötü kelimelerle çamura bulamamak zordu berrak suları. Ama ortada kalıp her
seferinde kendini kaybetmiş bir deli gibi, elinde bir mumla sokak sokak
yolumuzu arayan da biz olduk.
Ne
kadar da karıştı kafalarımız! Dünyayı kabul etmeye çalışmak çılgınlık… Ortada
bir yanlış varsa, düzeltmek gerek, olduğu gibi kabullenmek değil. “Dünya beni
kabul etsin, ben buyum! Ve ben, hepinizin gözlerinin içinde gizlenen duyguları,
kelimelerinin altında saklanan îmâları anlayabiliyorum. Ben biliyorum kimin
sevip sevmediğini beni. Güzel kelimelerle kapamayın hislerinizi. Kalbinizin
hastalığını dilinizle örtbas etmeyin. Eğer beni düşünecekseniz, dilinizi değil,
kalbinizi kullanın! Ben sizin hiçbirinizden nefret etmiyorum. Ve bu yüzden
hiçbirinize kötü sözler söylemiyorum. Sizin yaptığınızsa, sahtekârlık!”
Dinlemeye devam edelim unutmadıysak eğer. Ki onlar unutmamışlardır görünenin
ardındaki gerçeği görebilmeyi.
İnsanî
özellikleri kaybetmeyelim. Ve eğer dinlemek istersek bir gün kalbimizin
ritmini, kuytu köşelerde saklanan bir çocuğun titreyen elleriyle karşılaşırız.
Kaybettiklerimize ağlıyordur bizim yerimize. Susmak gerek o an, konuştuğumuz
ölçüde susmak…
Acımak,
hissizlikten daha güzel! Ayrılık, anlamsız birliktelikten daha güzel! Kimsesizlik,
değersizlikten daha güzel! Susmak, bağrışmaktan daha güzel! Anlamamak, anlamlarda
kaybolmaktan daha güzel! Ve ölmek, ölümü unutmaktan daha güzel!