ÖYLE sık hastalanan biri değilimdir, ama “Hastayım” diyecek
kadar kendimi kötü hissediyorum. Korkunç ağrılar! Kıvranıyorum! Yatakta adeta
sağdan sola, baştan ayağa veya ayağım ve başımla daire oluşturup aynı yerde
sürekli dönüyorum. Ağrılarımın geçmesi için neler vermem ki? Bilmem, belki de
vermem her şeyimi. Bu soru kafamı meşgul ederken ağrılardan hafif uzaklaştım.
Şu ömrüme gelene kadar pek çok kez hastalandım
(saymadığım için genel ifade kullanıyorum). Gel gör ki hastalıkla ilgili kendi
fikir ve his dünyam bomboş. Bir an boşu boşuna hastalık çekiyormuşum gibi geldi
bana. Sanki akşama kadar çalışmışım da ücretim olan para kesesini farkında
olmadan çöpe atmışım gibi hissettim. Bir insan niçin hastalanır? Hastalıklar
niye vardır ve yaratılmıştır? Hastalanmayan hiç kimse var mıdır? Hastalık
bedenimle ilgili ama ruhum da bedenimdeki ağrı yüzünden sıkıntı yaşıyor. Ruh
ile beden birbirinden ayrılmaz şeyler midir? Allah Allah! Ne kadar çok bilmediğim
şey varmış… Dün ölseydim, bugün bunları düşünmeden boşa geçmiş bir ömrüm
olacaktı.
Ben bir yandan ağrılar, bir yandan da fikir çilesiyle
kıvranırken oğlum içeri geldi ve “Baba, hastalandın mı?” dedi. İki kelimelik
bir soru cümlesinin bir ağrı kesici/hafifletici etki yapacağını nereden
bilebilirdim? Çocuğun merhametle ve mahzun bir şekilde söylediği cümle… Ağrının
hafiflemesiyle birlikte aldığım nefesle “Evet oğlum” diyebildim. Bir çocuğun,
hem de kendi oğlumun merhametine muhtaç olmak, hayatın bir sırrı olsa gerek.
Oğlum beni fazla yormamak için ayrıldı. Sonra 82 yaşındaki annem geldi. Bir şey
sormadı, sadece dönmekten dolayı kaymış olan yorganı düzelterek üstümü örttü. Sadece
yorganım mı örtüldü sanıyorsunuz, adeta yaramı pansuman etti.
Sanki evrenin sırrı “merhamet ve şefkat”. Kim olursa
olsun, ister küçük bir çocuk, ister 82 yaşında bir kadın, merhamet ve şefkati
kim gösterirse, sanki evrenin sırrına ermiş gibi geliyor bana ve suyun akış
yönünü belirliyor.
O sonsuzluğu hissettiren, cehennemden ödünç alınmış
geceler. Her saniyesi nelere tekabül etmiyor ki? Geceler ne kadar sürer
bilinmez ki... Hele böyle geceler… Ama belki de her şeyin fani olduğunu bilip
kıvranılan gecelerin de önünde sonunda biteceğini bilmemizden kaynaklandığı
için o gecelere meydan okuyabiliyoruz. Ağrı ne kadar şiddetli olsa da hangi
değerimden vazgeçebilirim ki? Hem niçin vazgeçeyim?
Merhamet sığınağında her şeyin başı sağlık (mı?)
“Her şeyin başı sağlık” derler, “Acaba?” diye sormaktan
kendimi alamıyorum. Ağrılar içinde hâlâ kıvranırken, bir yaşlı anne
merhametini, bir küçük çocuk şefkatini hissedebiliyorsam, demek ki merhamet
sağlıktan da üstte değil mi?
Çifte kıvranma hallerini yaşarken neleri düşünmedim ki?
Hastalık bir imtihan ise, şimdiye kadar olan tüm imtihanları -Allah muhafaza-
kaybettim. Zira farkında bile değildim. Kimseye kaldırabileceğinden daha fazla
bir yük yüklenmeyeceği gibi bir doğru olduğuna göre, hastalık mastalık benim neden
umurumda olsun? O zaman “kuru fasulyenin fazileti” babından bir de hastalığın
avantajlarını da öğrenebilsem, bu işten acayip kârlı çıkmış olacağım.
Çifte kıvranılmış bir gecenin sabahında hakikaten
dünyamda güneş doğmuş gibi oldu. Hiçbir ağrı sızı kalmadı. Şaşkınlıklar
içindeyim. Kendimi toparlıyorum ve kendimde bir keramet aramaya kalkmadan,
günlük hayatıma kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Her sabah olduğu gibi, o
bayıldığım zaman dilimini yaşamak için, yani çocuklarla kahvaltı yapmak üzere
ayağa fırlıyorum; ancak ayağa fırlamamla kapının kolundan bile tutamadan yere
yığılmam bir oluyor. “Sen misin öyle bir çifte kıvranılmış geceyi bir rüya
kabul edip hiçbir şey olmamış gibi davranan?” diye düşünmekten kendimi tabiî ki
alamadım.
Geçirdiğim ağır hastalık nedeniyle kalbim yorulmuş,
tansiyonum düşmüş, vücudum halsizleşmiş. Eşim beni yerde öyle yığılmış görünce
bizim tüm karizme gitti. Tekrar o tanıdık merhamet ve şefkatle yatağa
götürüldüm. Hastalıktan öğreneceklerim bitmemişti. O günkü randevularım,
planlarım, çalışmalarımın hepsi bir anda durdu. Gerçi çok katı planlar yapan
biri değilim, ama ne olursa olsun, sizi ve sizin hastalığınızı anlayan
dostlarınız varsa, problemlerinizi çözecek, işlerinizi takip edecek kadar
becerikli, samimi iş arkadaşlarınız varsa gam değil, rahat rahat
hastalanabilirsiniz.
Hatta bence zaman zaman hastalanmakta fayda var, zira sizi
arayıp ulaşamadığında, “Sadece o mu hasta? Biz de hastayız!” diyen insanların
da olduğunu öğreniyorsunuz. Onun talip olduğu makama gelmesi, sizin
hastalığınızdan daha önemli. Anlıyorsunuz ki, demek sadece o makam değil, o
zât-ı muhterem de önemli biri değilmiş. Düşünsenize, hasta olmayıp onunla
görüşseydim, kim bilir ne tatlı dillerle konuşacaktık ve bir ömür boyu bu
hakikate eremeyecektim.
Bu satırları yazarken de şunun farkındayım ki, hastalanmayı henüz bilmiyorum. Alışverişi bilenler derler ki, “Ayakkabıyı akşamüstü alacaksın”. Nedenmiş? Akşama kadar yorulur ve ayağın şişermiş de o vaziyette aldığın ayakkabı, ayağı kolay kolay rahatsız etmezmiş. Bunlar ne ki? Kim bilir hangi hazineler parmakların arasından kaçıp gidiyor? Anlaşıldı, “hayat” denen hocamdan daha çok şey öğreneceğim. En iyisi bir an evvel dizlerinin dibine oturayım. Bugünkü dersimiz, herhalde “hastalığa giriş” dersiydi. İleriki derslerde neler öğrenirim, bilemiyorum. Yine bu ileri derslerin işlenmesi esnasında yaşayacağım ağrıların boyutlarını ve kıvranma katsayımı da bilemiyorum. Ama eminim ki benim kaldırabileceğimden daha ağır olmayacak. Aman! Teslim oldum, gidiyorum; bakarsın imtihanı da kazanırız… Neden olmasın?