Ruh sağlığı ve Narsisizm
SÜRÜKLENEN evliliklerin yarattığı dönüşümler, çivisi
yerinden oynamış bir dünyaya mahkûm etti hepimizi. Eşlerin bir ocağı tüttürüp
sıcağında büyüttükleri evlâtlar ve onlarla gelişen dünya, şimdilerde mihenk
taşını yitirmiş bir ölçüsüzlükte savruluyor.
Narsist bireylerin
kurduğu evlilikler, birkaç zaman sonra nesnesiz bir saldırganlığa dönüşüyor.
Daha net bir anlatımla; suçlama, sorgulama, memnuniyetsizlik ve artan talepler
ile evliliğin anlamı, kişinin öz benliğini tatmin edeceği bir beslenme
alanından öteye geçemez oluyor.
Açlık ve doyum eşiğinin
bu denli yüksek oluşu, Narsisizm değildir de nedir?
Bir insan, önce
paydaşı olduğu minimal alandan başlayarak, gitgide büyüyen bir çevresel yayılma
ile her mecliste kendi açlığını giderecek beklentiler içinde. Fakat bu açlık,
kişinin kendi içinde meydana getirdiği yankılanmadan başkası değil. Ne bir ülke,
ne de bir coğrafya ile sınırlı bu dinamikler. Yalnızca bugünün çılgın üretim kalabalığı
içinde kaybolmuş bir dünya insanı modelinden bahsediyorum.
Bu dünya insanı
modeli, kütlesel bir hazînenin farkında… Her yer teknolojinin ve üretimin var
ettiği alternatiflerle dolu. Bunlar, tıpkı bir çocuğun oyuncaklar ve envaiçeşit
renkle donatılmış bir odaya bırakıldığında, gözlerinin fal taşı gibi açılmasına
benzer bir uyanışı tetikliyor. Eskinin sorumluluk ve kanaat sahibi insanları,
bugün bu odanın içine bırakılmış bir çocuk edâsıyla, yalnızca sahip olmak telâşına
hizmet ediyorlar. Bu taşkın tutkuları aile içine taşıdığımızda, o renkleri ve
şatafatı bulamayan herkes, Narsist bir açlık duygusuyla saldırganlaşıyor.
Ve sonuç:
Sürüklene sürüklene bir yerlerde bırakılan evlilikler, geride mayın tarlasına
bırakılmış evlâtlar ve bu dağılmanın nihâî mertebesi “kaos”!
Ne kadar talep
yüklemesi yaparsa bir insan kendine, doyumsuz bir ruh hâline de hazır olsun. Bu
doyumsuzluk, almak ve elde etmekle de giderilmiyor ayrıca… Bahsettiğim bu dünya
insanı modeli, doyumsuzluğu kendine son derece hak görüyor. Çünkü kendini,
milyarlarca insan içinde mutluluğu en çok hak eden olarak kabul etmiş bir kere.
Bu özüne meftun bireylerin evliliklerinde nasıl bir dayanışma ve anlayış
döngüsünden bahsedebiliriz ki? Oysa bir aile kurmak demek, tüm nimetleri ve
neşeleriyle birlikte sorumluluk, üzüntü, sıkıntı, zorluk gibi negatif yaşam
biçimlerini de kabullenmek demek. Bu sadece evlilik için de geçerli değil hem.
Yaşamak, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bir geçiş sürecidir. Kusursuz
mutluluk, kusursuz zevk, bitimsiz neşe, sektesiz muhabbet dünyanın kendine ait
değil zaten. Fakat ne tuhaftır ki, bugün herkesin aradığı bu!
Aramakla
bulunamayacak bir kusursuzluk ve taleplerin kesintisiz karşılanmasına duyulan
arzu, evliliği daracık bir zindan sıfatına eriştirdi maalesef.
Gaflet, ilimsizlik, sorgusuz kabul
Hasta aileleri
meydana getiren şey, yalnızca bahsettiğim Narsist ve doyumsuz birey tipolojisine
bağlı değil elbette. Bugün her ailede, değişen başlıklarla birlikte, pek çok
değer yargısının esâmesinin bile okunmadığı bir gerçek. Temelsiz binaların güven
vermeyen kompozisyonu gibidir değer yargıları olmadan kurulan evlilikler. Her
an “Yıkıldı yıkılacak!” endişesinde geçirilen yıllar, büyük yorgunlukların
sebebidir. Sırf bu endişe bile insanların kalplerini birbirinden soğutacak
kadar teslim alır kişiyi…
Bize teknoloji
gibi nimeti, hayatı kolaylaştıracak üretimlerin ana malzemesi olarak sundular.
Bu gerçekten öyle ya da öyle olmalı. Fakat kolaylıkla birlikte üzerimize sinen
bu atâleti nasıl ekarte edeceğimizi de söyleyen yok.
Her şeyin kolay
ulaşılır olmasıyla insanın emek verme rüyası da son buldu. İşine, aşına emek
vermeyen bir insan, zamanla eşini ve hattâ çocuklarını bile külfet olarak
görmeye başlıyor. Diğer her şeyin kolaya indirgenmiş olması, insanı otomatik
olarak aile ve çocuklar konusunda da daha zahmetsiz bir arayışa itiyor. Tüm bu
bilimsel gelişmelerin ve teknolojiyle var edilen imkânların, insanları böyle
bir bunalıma sürüklemiş olması kimin suçu?
Bu çok da kolay
bir cevaba bağlanmıyor maalesef. Sadece bir fark ediş gerekiyor sanırım. Ne
hâlde olduğumuzu, nasıl bir gaflet içine düştüğümüzü ve bütün imkânları
sorgusuz sindirdiğimizi fark ederek başlangıç yapmak mümkün.
Aileyi sadece aile
içi iletişim ve tavır parametreleri ayakta tutmaz elbette. Sevgide ve ilgide
emek vermek ne kadar gerekliyse, birtakım değerleri ailenin yapıtaşı olarak
kullanıma sunmak da elzem. İnançları, Âdetleri, gelenekleri yaşatmak ve aile
bağlarını kuvvetlendirmek, bunların ilk ayağı olabilir. İnanç dışı tüm alanlarda
bir eliminasyondan da bahsetmek olası. Geçmişi unutmamak, bir kenara atmamak;
sadece bugünün değişkenlerine uydurarak yeni bir model üretmek akıllıca
olacaktır.
Fakat her şeyin
başı “Bismillah”…
Allah’ın adını
anmadan başlanan işlerin şerri, elbette evlilikleri, yuvaları ve çocukları
bozacak kadar büyük bir yokluk. İnsan, karı-koca iletişiminde Yaradan’ın
belirlediği ölçüde bir ritim tutturmazsa, kişinin benlik duygusuyla var ettiği
sınırlar, karşı tarafa zulüm olarak yansır. Bir erkeğin ailesine tavrındaki
kıstas Allah’ın kanunları değilse, kendi duygu-durumuna danışıyor demektir.
Burada da insanî bir adâlet sağlamak uzak bir ihtimâl.
Aynı şekilde,
kadının eşine ve evlâtlarına yaklaşımında seçtiği yolda ve takındığı üslâpta da
Yaradan’ın emrettiği üzere davranması ile kendi inişli-çıkışlı ruh hâline göre
hareket etmesi arasında çok büyük bir ayrım olacaktır.
İman-itikat ve
bunlara uygun tatbikat konusunda bilgi sahibi olmakla bir ailenin temeli sağlam
atılmış olur. Sonra dinin emrettiği üzere akılcı ve öğrenmeye, araştırmaya
dayalı bir yaşam şekli, birbirini anlamaya giden bir ferahlığı da beraberinde
getirir.
İlimsizlik öyle
bir boşluk yaratır ki o boşlukta nice evler, ocaklar, aileler ve çocuklar
kaybolup gitmiştir. İman ve ilim, birbirinin devamıdır. İnanç insanı ilim
sahibi olmaya zorlayan bir duyguya bürüdüğünde, kişinin öğrenme alanları sadece
din ya da pozitif ilimler olmaktan çıkar ve insanı, eşini, çocuğunu anlamaya
kadar uzanır. Bunun aksinde ise bilgisiz insanın önce kendinde yeşerttiği
yetersizlik duygusu ile öfke tomurcuklanır. Öfke tatminsizliği, tatminsizlik de
yine geçimsizliği ve şiddeti peydah eder.
Şiddetin de çeşit
çeşit hâli var elbette. İmansız bilgi sahipleri ile bilgisiz iman sahipleri,
hiçbir sûrette ne aile içinde, ne de toplumda temsil ettikleri segmentlerde
saygı, sevgi ve hak terazisini dengede tutabilirler. İllâki açıklıklar,
gedikler, fazlalıklar ve eksiklikler o mecranın anlamında bozulmalara yol
açacaktır.
Kul hakkı
Evet, hâlâ hasta
ailelerden, bozulmuş fıtrattan ve bunların sonucunda sürüklenen evliliklerden
bahsediyorum…
“Kul hakkı”
dediğimiz şey, bir katkı maddesidir. İnsanın kimyasını bozar, insan insanı ve
toplumu bozar. Karı-koca arasındaki hak ve hukukun göz ardı edilmesi de kul
hakkının en derin yaralar açtığı bozuklukların başında geliyor. Bu katkı
maddeli kâr sağlama eylemi, sadece iş ortamlarında ya da maddî alışverişlerde
değil ki… Modern insanın bencil ve kendine tutkun hâli, anne-babasından,
eşinden ve ne yazık ki çocuklarından bile kâr elde etmeye kadar giden bir hak
ihlâline varıyor.
Bu kâr, çok farklı
hususlarda ele alınabilir. “Rahatlık, memnuniyet, eğlence ve özel yaşam alanı”
adı altında ev içine kurulan kişisel evler…
Bu kişisel evler,
bir çatı altında aile mensuplarının birbirlerinden ayrı kurdukları hayâl
dünyaları ya da uygulama alanları olarak düşünülebilir. Elbette herkes bir
bireydir ve kendine ait yönelimleri olacaktır, fakat diğer aile mensubunun
beklenti ve haklarını çiğneme noktasına giden bir kişisel yaşam alanı, o evde
hak dengesinin şaştığının alâmeti.
Böyle böyle,
saygının kaçınılmaz azalışı başlayacak ve bir seviye sonrasında insanların
içlerinde sebebi belirlenemeyen öfke birikimleri meydana gelecek. Böyle
ailelerin de nereye savrulacağı belli olmayan evlâtları…
Her şey bir denge,
ölçü ve biraz gayret ile istenen vasata eriştirilebilir oysa. Evlât veya
anne-baba yahut da eş olmanın tatlarına talepkâr bir insanın önce kendiyle bir
iç anlaşmaya varması gerekiyor. Tüm bu benliğine iyi gelecek kavramların bir
diğer yüzünde “sorumluluk ve emek” gibi kavramlar da var. Bunları kabul
etmeden, sadece nimetlerine talip olunan hiçbir olgu, insana fayda getirmez.
İster aile içinde,
ister dış toplumda, bir başkasının maddî-mânevî haklarına saygı göstermemekle o
kişi ve mâkâmların sürekliliği sağlanamaz. Her şey bir sebep-sonuç ilişkisine
bağlı. Çok net!
Böyle yaparsan
böyle olur. Biraz vicdan, biraz akıl ve biraz gayret lâzım yalnızca…
Evliliğin meyveleri çocuklar
“Kul hakkı” konusu
içinde konuşulacak konulardan biri de aslında çocuk meselesi…
Anne-babaların
evlâtlarına olan sorumlulukları oldukça ağır. Çünkü çok hakikî bir kul hakkıdır
ki, bir insana yanlış tesirlerde bulunarak bir neslin ruh durumunu bozmak
mümkün.
Çocuk için, “Evliliğin
meyvesi, neşesi” denir. Elbette bu bir itiraz alanı değil. Fakat yine altını
çizdiğim şey, bir meyvenin tadı ve renginden önce, onun yetiştirilmesi, sulanması,
aşılanması ve gereken ek besinlerin takviye edilmesi... Ancak bu eylemlerin
sonucunda şöyle güzel, tatlı ve tam kıvamında bir meyve elde edebiliriz, değil
mi?
Yeni bir akım
olarak “özgüvenli çocuk yetiştirmek” oldukça yaygın.
Bu özgüven nasıl
bir şeyse, her istediğini alan, her aklına geleni söyleyen ve her ortamda kendi
kurallarını yürürlüğe sokan çocuk tiplemesi ile doldu dünya. Çocuğun saygı
sınırlarında ve edep çizgisinde bulunması, artık ayıplanır ya da çocuğu eksik
gösterir bir anlama dönüştü.
Anne-babasıyla
istediği şekilde çatışabilen, okulda öğretmenlerini beğenmeyen, misafir
karşısında kendine çekidüzen vermeyen çocuklar için iki teşhis koyuyorlar
artık: Hiperaktif ya da özgüvenli… Aslında çocuk saygısız ve edepsiz!
Bir zamanlar
ayıplanan bu sıfatlar, bugün alkışlanan ve başka adlandırmalarla reklâmı
yapılan yeni dünya insanına ait yanılgılardan biri. Çocukların da suçu yok
elbette. Her çocuk edep ve saygı sınırlarını aşacaktır. Bizler de aşmıştık
muhtemelen. Fakat bu aşırı gitme hâlinde biz, babamızın çatılan kaşını ya da
annemizin düşen yüzünü görüp anlardık ki, bu, bir daha tekrar edilmemesi
gerekenler arasında. Şimdiki anne-babalar çocuklarının bu özgüven patlaması
hâlinden öyle hoşnutlar ki bir büyüğüne yaptığı saygısızlığa kızmak ya da
çocuğa bunun yanlış olduğunu anlatmak şöyle dursun, bir dahaki sefer için
cesaretlendiren bir takdirle karşılıyorlar. Olan, bir çocuğa oluyor, bir çocuk
daha ekleniyor ve derken koca bir nesil Narsist, şımarık, saygısız ve tatminsiz
insanlarla teşkilâtlanıyor. Ve pek tabiî bu, mutsuz insan yığınlarının
bocaladığı evliliklerle…
Konforsuz yaşam
Bütün bu kompozisyonun
bizi eriştirdiği nokta, “konforsuz yaşam”. Bu, en hafif şekliyle böyle! Bunun
daha ilerisinde zulüm, şiddet, yalnızlık, keder ve birtakım menfi duygular var.
Hep yapılması
gerekenlerden bahsettim. Sorumluluk, inanç, emek, çaba, saygı, adâlet duygusu,
hakka riayet ve daha nice değer yargısı, yalnızca ailemizi mutlu etmek için
gerekenler listesi değil hâlbuki. İnsanın kendi için taş üstüne taş dizerek
bina edeceği bir konfor ve rahatlık alanı, tam da bir başkası için yaptıklarında
gizli.
Eşini mutlu eden,
lâtif bir karşılık görür. Çocuğuna emek veren, evlâdından hayır bulur. Bunlar elbette
değişmez mottolar değil. Herkesin sıkıntı ve dert kümesi dâhilinde, emek
verdiği hâlde olmayan birtakım aykırılıklar olacaktır. Fakat günün sonunda,
olan ve olmayan her şey için vicdana söylenebilecek bir haklı cümlenin, insanın
hayatına güçlü bir anlam ve motivasyon sağlayacağı inancındayım. Hani öyledir
ya, sen doğru olanı yap, bekle! Olanlara sevinirsin, bu beklenendir. Olmayanlar
için de kendini suçlamayacak kadar sebebin olur. Öz saygını korur ve başa gelen
sıkıntıyla daha güçlü mücadele edebilirsin.
Ve bütün bu
imtihanın sonunda, Yaradan’ın huzurunda da bir şeyleri doğru yapmış ya da en
azından çabalamış olmanın verdiği bir kazancın olur, fenâ mı?