Hasanıko ile Pıtto Cıtto

Yaşasın, mutlak ödüle olan inancımız perçinlendi! Murâda kimler erdi? Kereveti hangi haşerat yedi de bitirdi? Önemi yok! Adalet duygumuzun temeli şekillendi. Gördün bak, Hasanıko o kadar da yenik değil… Hasanıko var ya Hasanıko, asla kimsesiz değil!

SÖZLÜ halk edebiyatı eserleri, nesilden nesile aktarılmaları sebebiyle kültür hazînemizin en kıymetli ögelerindendir.

Ninniler, ağıtlar, masallar, destanlar… Her bir ninni, ağıt, masal veya destan, bir yandan kendisini geliştirirken, bir yandan da diğer türleri dönüştürür ve geleceğe birlikte koşmaya devam eder. Âdeta dağın bir noktasından kopup yuvarlanan ve yuvarlandıkça büyüyen kar kümesi gibi...

Böylece asla yok olmamakla birlikte, sözlü halk edebiyatı eserlerinde bir türün içinde diğerlerine ait pek çok enstantane bulabiliriz. Bunların içerisinde bir matruşka var ki, içinden bazen bir atasözü, bazen bir baba nasihati, bazen bir duâ, bazen de bir bebek ninnisi çıkıverir. Hangisi hangisinin içinde, hangisi hangisinin dışında anlayamadan, sana doğru seslenir.

İşbu sesleniş [ya da serzeniş(!)], bilinçaltında bir yerlerde gizlenir. Sonra bir gün kendini bir beşiğin başında aynı ninniyi mırıldanırken buluverirsin…

Yahut daha güncel bir örnek verelim: Plâzadaki bilgisayarının başındayken e-posta kutuna günlerce uğraştığın projene ortak olmak isteyen bir ileti düşer. Böyle zamanlarda yapılacak çok da fazla bir şey olmadığından, dudak tebessüm eder ve beynin kılcal damarlarından hızla yuvarlanan bir atasözü dilinden düşer: “Komşuda pişer, bize de düşer.”

İşte bu gizemli matruşkanın literatürdeki adıdır “masal”!

Pertev Naili Boratav, “Nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan, törelerden bağımsız, tamamıyla hayâl ürünü, gerçeklerle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı” olarak tanımlıyor masalı ve şöyle devam ediyor: “‘Hayâl ürünü’ sözünü sadece olağanüstü şeyler anlamına almamak gerekir. Masal, olağanüstü çeşidinde de anlattığı olayların gerçeğe uyarlık derecesi ne olursa olsun, onların hayâl yaratması oldukları izlenimini veren bir anlatı türüdür. Masalı efsaneden, hikâyeden, destandan ayıran niteliklerin başında bu gelir.”

Yani koca ayaklı devlere, uyuyan prenseslere, 80 günde devr-i âleme rağmen gerçekle bağını asla koparmıyor masal. Ancak hayâlden de uzaklaşmıyor. Özellikle Anadolu masallarında gerçek ile irtibat, Batı literatürüne göre daha fazla. Ve bu, bir tesadüf değil!

Bizim masalımız daha kurnaz, daha eğlenceli ve biraz daha az hayâlperest. Tıpkı insanımız gibi… “Az hayâlperest” ifadesinin altını çizmek isterim. Trajikomik bir azlıktan mı bahsediyoruz? Yoksa tümden gelen bir azlık mı? Şüphesiz ki bunu biraz daha düşenmek icap eder.

Uluslararası Masal Kataloğu’nda dört temel ayrım ve buna bağlı 7 alt başlıkta düzenlenmiş masal türleri:

1- Olağanüstü Masallar: Cin Peri Masalları… Olağanüstü Güçlere Sahip İnsan Masalları… Sihir-Büyü Masalları… Dev Cadı Canavar Masalları…

2-Gerçekçi Masallar: Padişah Sultan Şehzade Prenses Vezir Masalları… Zengin Tüccar Ağa Bey Masalları… Sıradan ve Yoksul İnsan Masalları

3-Hayvan Masalları…

4-Deyimler ve Atasözlerini Konu Alan Masallar…

Masalın Anadolu’su, Anadolu’nun masalı

Bir masal, aynı anda birden fazla sözlü halk edebiyatı ürününü içermekle birlikte, birden fazla masal türünün kapsamına da girebilir. Nitekim Anadolu masallarında bu ikilik çok daha belirgindir ve pastadaki en büyük dilim, “Gerçekçi Masallar”a aittir. Hattâ masal türünün bir diğer özelliği olan yer-zaman-kahraman belirsizliği de Anadolu masallarında, yerini “Bağdat Prensi” diye başlarken mekâna, “Keloğlan” diye başlarken kahramana bırakıyor…

İlginç mi? Bence değil… Çünkü bizim geleneğimiz “olmazları oldurana” teşnedir. Bu sebepledir ki, ana mesajını iletirken bile tevekkül içindedir. Bu konuda Muhsine Selimoğlu Yavuz’un açıklamasına kulak verelim:

Osmanlı toplumunda, kan soyluluğuna dayanan bir aristokrasi ve Batılı anlamda bir burjuvazi yoktu. İkbâl, servet, devlet; oldukça geçici ve kökü hangi zümreden olursa olsun, her işini becerenin erişebileceği mutluluklardı.

Elbette onlara erişebilmek için girişilecek savaş da çetindi. Masallarda erkek olsun, kadın olsun, bu çeşit olumlu kahramanların yani sıfırdan başlayıp akılları ve beceriklilikleri sayesinde keçelerini sudan çıkarmasını, engelleri aşıp muratlarına ermesini başaran tiplerin böylesine keskin çizgilerle canlandırılmış olmasının bir nedeni bu olsa gerek.

Osmanlı vakanüvisleri bize, kulluktan vezirliğe, sadrazamlığa, padişah dâmatlığına, câriyelikten gözdeliğe, kadınefendiliğe yükselmiş birçok ünlü kişiyi haber verirler, ama kitaplarında onların ancak, bu yüce mâkâmlara eriştikten sonraki hayatları anlatılmıştır. Masalda daha önceki mecraları yer alır. Sanki masal, kalıplaşmış birer anlatı biçimi içinde bu kişilerin, resmî tarih kitaplarında, baş tarafı anlatılmayan hayat mecralarını tamamlamak vazîfesini üzerine almıştır.”

Yine de anlatmayı plânladığım masal, bir sadrazama ilişkin değil. Çünkü artık ne kadar emek verirse versin, kapıkulları sadrazam olamıyor, câriyeler prense gelin gitmiyor ve bir televizyon programında çocuklarının babasını bulmak için DNA testi yaptırıyor. Bunun yükselen enflasyon ile ilgisi olabilir mi? Ahlâk ile enflasyon arasında kurulan bağ, ahlâksızlığı temizleyebilir mi? Fark etmez ki… Çünkü masal da artık iki arada bir derede... Ne yok oluyor insan gibi, ne de aynı kalıyor ve her masal, anlatıldığı topluma has bazı biçimsel motiflerle başlıyor:

Bir varmış, bir yokmuş…” Tıpkı iyi günde var olup kötü günde yok olan dostlarımız, varlık zamanında artan, yokluk zamanında suyunu çeken paramız ve hiç yaşamayan dayımız gibi...

Gelelim bizim masalımıza...

***

Hasanıko, Cıtto ve Pıtto

“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Hasanıko, Cıtto ve Pıtto adında üç oğlan kardeş yaşarmış…”

Anadolu masallarından dem vurup karlar kraliçesi Elsa’dan bahsetmemi beklemiyordunuz herhâlde. Bir Anadolu köyünden çıksa çıksa Hasanıko, Pıtto ve Cıtto çıkar. Son zamanlarda bu topraklarda havalı ve sevimli şeyler olmuyor.

“Hasanıko, Cıtto ve Pıtto’nun kötü kalpli üvey bir anneleri varmış. Bu kötü kalpli kadın, günlerden bir gün yatağının altına kızarmış bir yufka ekmek koyup sağa sola dönerek onları çıtırdatmış ve kocasına da, ‘Gördüğün gibi ben çok hastayım, kemiklerimden çıtır çıtır sesler geliyor; ancak senin üç oğlanın kanını içersem iyileşebilirim’ demiş…”

Kızarmış yufka ekmek demişken, nasıl da kokusu geldi ve masal hemen bize ait oluverdi, değil mi? Değil… Zira burada asıl buram buram kokan şey, toplumsal cinsiyetçiliğin yanık kokusudur. Çünkü biz her ne kadar şeytanı suçladığımıza inansak da, kodlarımızın bir yerinde elmanın ağaçtan koparılmasına sebep teşkil eden ana karakter, kadındır. Nitekim bu öğreti bize İsrailiyat kültüründen geçmiştir ve bu ülkede cadı avına hiç çıkılmamış olması, 2019 yılında Türkiye’de 299 defa kadın cinayeti işlendiği gerçeğini gölgeleyemiyor. Üzgünüm… Çok üzgünüm…

Çıkarılan hiçbir kanun, alınan hiçbir önlem, yozlaşmanın karşısında gölge bile edemiyor. Çünkü ataerkinin hâkim olduğu toplumların hemen hemen hepsinde esas olan, erkekler arası ilişkidir. Kadınların toplumsal ilişkiler dizisinde yeri yoktur. O, ancak üzerinde iktidar kullanılan ve egemen olunan kişidir. Dolayısıyla kadın, bireysel gelişim gösteremez ve düzene ayak uydurur. Bunu yaparken erkil olanın iktidarını yücelten de genellikle kadınlar olur. Tam burada Godzila gibi ortaya çıkan cadıların daima dul olması bir tesadüf müdür? Asla değil!

Düzeni bozan ve iktidar olması nâmümkün olan bu kadın figürünün iktidarı kullanmak için yufka çıtırdatan üvey anneye dönüşmesinden daha doğal ne olabilirdi? Hey! Kan kokusu geldi mi?

“Bunları duyan bir serçe, bu sırada damda oynamakta olan üç kardeşin yanlarına gelerek onlara, ‘Üvey anneniz sizin kanınızı içecek’ diye haber vermiş. Bunu duyan çocuklar da hemen oradan kaçarak dağda oturan dayılarına gitmek istemişler. Az gitmişler, uz gitmişler ama dayılarının evini bir türlü bulamamışlar…”

Eğer bir fincan kahve olursak kırk yıl hatırımız olur; ancak bir kahve fincanında fal olursak, kırk bin yıl yanabiliriz. Neden, biliyor musunuz? Çünkü bizde muhabbet, gıybete muteberdir. Yine de gerekli refah seviyesini sağlamadığımızdan mıdır nedir, bize haberleri Hint bülbülü değil de hep serçeler getirir. Hem bizde bülbül bile gariban be! Hâlâ güle âşık, gülün umurunda değil. Dikenler yedi bülbülü…

“Akşam karanlığı inerken, uzakta bacası tüten bir ev görmüşler ve hemen oraya gitmişler. Burası kör bir devin eviymiş. Çok aç olan çocuklar ondan yiyecek istemişler. Dev, onları içeri alıp tandırın yanına oturtarak biraz yiyecek vermiş. Asıl amacı, üç çocuğu da tandırda pişirip yemekmiş…”

Yaptığım ufak bir araştırmayla İran kökenli antik bir dil olan Soğd dilinde “dev” kelimesinin karşılığının “Yek” olduğunu ve Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra da kendileri için “Yek” kelimesini kullandıklarını ve ilgili kelimenin Kutadgu Bilig’de karşılığının “şeytan” olduğunu öğrendim. İyi niyetli masal kahramanlarımızın karşısına çıkan kötü karakterli devlerle siz de günlük hayatınızda karşılaşmıyor musunuz? Ne? Duyamadım, bunu dile getirmekten imtina mı ediyorsunuz? Oysa her yerdeler! Her ilde, ilçede, hattâ evde... Evet evet, evde! Çok acıklı değil mi sizce de? Umarım bir gün o devler temel ihtiyaçlarının ardına gizlenmelerinin dahi kendilerini aklamayacağını öğrenirler de bizi dişlemekten vazgeçerler.

“Karınları doyan çocuklar, tandırın kenarına kıvrılıp yatmışlar…”

Medet dilenen her canlının yapacağı gibi, değil mi? Güvenmek isteyen her can sahibi gibi, güvenli bir alan bulunca oracıkta kıvrılmıyor muyuz? Hele bir insansa bu güveni sağlayan, boynumuzu omzuna düşürmek istemiyor muyuz? Uyku... Temel ihtiyaç olmaktan ziyâde zor zamanlarda sarıldığımız bir depresyon belirtisi artık…

“Biraz sonra yanlarına gelen dev, ‘Kim yattı, kim yatmadı?’ diye sormuş. Hasanıko, ‘Herkes yattı, ben yatmadım’ diye cevap vermiş. Bunu duyan dev, gidip biraz sonra gelerek yine aynı şeyleri sormuş. Hasanıko yatmadığını söyleyince de dışarı çıkıp onun uyumasını beklemeye başlamış…”

Devin kime hizmet ettiğinden az evvel bahsettik. Devin, şartların olgunlaştığına ilişkin bu kontrolü, aslında devle aynı amaca hizmet eden herkesin yapacağı yegâne davranış biçimi değil mi? Nasıl ki her seri katil, şartları olgunlaştırarak en uygun zamanı kolluyorsa, nasıl ki her iyilik gördüğümüz, karşılığını almak için kapımıza gelmeden önce son bir kez sessizliğe gömülüyorsa ve nasıl ki bir belâ gelmeden önce herkes susuyorsa, dev de öyle uzaklaşıyor çocukların yanından...

“Öte yandan devin amacını anlayan Hasanıko, kardeşleri Cıtto ve Pıtto’yu uyandırarak onlara çok alçak bir sesle devin kendilerini yemek istediğini anlatmış. Baş başa veren üç kardeş, deve karşı bir plân hazırlamışlar. Biraz sonra dev bunların uyuyup uyumadıklarına bakmaya gelince, üçü de gözlerini yumup uyur gibi yapmışlar. Bunların uyuduğunu sanıp çok sevinen dev, arkasını dönüp tandırdaki ateşi karıştırmaya başlamış. Tam bu sırada üç kardeş onu ateşe iterek tandırın ağzını kapatmışlar.”

“Yumuşak başlı isem, sanma ki uysal koyunum!”

A, duydunuz mu? Masalın tam da bu kısmında Âkif sesleniyor sanki… Âkif… Âkif, bizim Âkif… Mehmed Âkif… Canım Âkif… “1936’da ölen adamın bin yıllık masalda ne işi var?” deme lütfen. Masalın matruşkalara benzediğini söylemiştim, değil mi? İşte tam da bu noktada masalın birincil iletisini alıyor ve cebimize koyuyoruz: “Zekâ ve önlem, kaba gücü yener.” Koy cebine koy, haydi! Çünkü bu masal hepimizin. Âkif’in, senin, benim... Grimm Kardeşlerin değil ayol!

Sonra da devin bütün malının mülkünün üstüne konup ömürlerinin sonuna kadar rahat yaşamışlar…”

Yaşasın, mutlak ödüle olan inancımız perçinlendi! Murâda kimler erdi? Kereveti hangi haşerat yedi de bitirdi? Önemi yok! Adalet duygumuzun temeli şekillendi. Gördün bak, Hasanıko o kadar da yenik değil… Hasanıko var ya Hasanıko, asla kimsesiz değil!