TOPRAĞIN ateşi yok ettiğini hatırladığınızda, ufkunuzda
kocaman bir plazma ekran belirir, kendinizi bulursunuz; hayatın bütün küresel
boyutlarında ve onların izdüşümlerinde…
Bir noktanın her anlamdaki tanımını niçin tam olarak
yapamadığınızı, akılla yapılan itirazı yine aklın yorumuyla açıklarsınız. Artık
biliyorsunuz ilk cümlelerinizin tepkiyle niçin karşılaştığını ve eylemlerinizin
de... Böylece Resûllerin kutlu yürüyüşlerindeki ilk reddedilişlerini daha kolay
anlar ve itirazın yaratılışta varlığını bilmenin huzuruyla açtığınız sayfayı
okumaya devam edersiniz.
Bilmenin mantıksal düşünüşte sonsuz bir sürgün
olduğunu, onun gönlünden sürülenin sürüneceğini, kandırmaların da kandırmaca
olduğunu başınızla tasdik ettiğinizde, yüreğinize düşen katreler görürsünüz
gözlerinizle. Sadece akılla değil kalple inanmanın da ne kadar ulvi olduğunu,
sağlıklı bir yaşam için her türlü beslenmenin önemini zaten bilirsiniz. Ve bir
de üç boyuttan yoksun beslenmenin tahmin edemeyeceğiniz acısını…
İnsan bazen nedenli özlemlerinin nedensiz hırslar oluşturduğunu
düşünür. Bazen de ölümsüzlük hırsına bürünebilir. Öyle hâller yaşar ki,
yüreğinin cehennem ateşini kendine has yöntemleriyle soğutabilir. Bazen de o
harın içinde suskunluk abidesi olarak gören ve bilenleri hayrete düşürür. Siz o
şartlar altında günahkâr ruhları düşündünüz mü? Ya da bedenleri yok eden
acıları tekrar tekrar nasıl yaşadıklarını? Ve birlikte yok olmak nedir, bunu düşündünüz
mü hiç? İsyanınızın tüm bunlara karşı koyup, bu yok oluşlara asla
dayanamayacağını haykırmaya cesaretiniz oldu mu? Gerekirse bu uğurda bütün
kanunları çiğneyip mutlak bir sona direnmenin bir akıl yoksunluğu ama “hardal”
bir yüreğin özgün direnişi olabileceğini hayâl edebildiniz mi? Yoksa siz de “Akıl
var, mantık var” mı dediniz? Hep doğrucu Kâzım olup jargonlar mı ürettiniz akıl
boyutundan? Sonuçta “insan”ız ya…
Var
oluşundan itibaren doğru ile yanlış arasında gidip gelen ve bu ikisi arasında
seçim yapan, bu seçimi yaparken İlâhî ve evrensel kanun ve prensiplere çok
itibar etmeden kararlar veren, kimi zaman da kendi aklına güvenip doğruyu
yanlıştan ayırt edebilmek adına zihninin yasalarıyla hareket etmekten
kaçınmayan da yine bir insan… Yine aynı insan, çevresindeki varlıkları aklı
sayesinde kavrayarak, kavradıklarıyla hükümler oluşturan ve bu hükümlerle de
akıl yürütendir. Ama bu akıl yürütmelerin çoğu, onu doğruya ulaştıramamıştır.
İnsan tam da bu hususlarda gönül sesine kulak vererek yanlışa düşmekten
korunmak için belli kıstaslar dâhilinde hissiyatına güvenmek istemiştir.
Bazıları
da akıllarına güvenmeyi tercih ederek akıl yürütmeyi akıllılık saymışlardır.
Kimilerine göre akıl yürütülebilirdir ama gönül, yürütülemezliğe sahip “hardal”
kadar bir kuştur.
Bu ruh ve düşünce atmosferinde kütüphanenizin özel rafından bir kitap çekmeden gözlerinizi kapatıp ve yine gözlerinizi açmadan kitabı açıp, “Bugün şansıma hangi sayfa açılacak ve ben ne okuyacağım?” diye korktunuz mu? Belki isyankâr bir ruh, belki de sevgiyi bulamamış bir yürek öyküsü olacaktır okuyacağınız. Bu çok rahatsız eder miydi sizi? İsyanın âlâsını yapan, yüreğine hükmedip, midesinin doyumuyla fark edilmişliği bilip, sonra da yüreklerin doyumu için akıtılan gözyaşlarını fark etmenin anlamı ne kadar olur ki, düşündünüz mü hiç?
Tartan da aynı, tartılan da
Hep kalakalırsınız bu üçlü karşısında: Akıl, kalp ve
mide… Bunların açlığını ve doyumunu düşünürsünüz. Akla akılla ilk ihtirazı;
mantıksal yanlışlığı da… Her
insan kendince aklını bilimselleştirebilir, hatta sistemleştirebilir. Ancak
aklın akılla çürütülebilir bir gerçek olduğunun realitesinden kaçınan da
insandır. Akıl kendi varlığını her şey saymanın acizliğinden kendini
kurtarabilmelidir. Unutulmamalıdır ki, dünyaya gelişte kalbin görevi tanımlı,
ama beynin görevi tanımlı değildir. Bizden çok önce var olan elementlerin bir
disiplin dâhilinde, fizik ve kimya biliminin doğuşundan çok önce süregelen
fizikî davranışları da hatırlanmalıdır ki insanın gönül ikliminin aklın
şekillenmesindeki etkisi daha iyi anlaşılabilsin. Aksi takdirde aklın gönül
üzerindeki hâkimiyetine inanmak zorunda kalırız. Her ne kadar akıl tüm olayları sistemli bir şekilde
tasnif edip ve bir ilim olarak düşünce ekseninde ele alsa da gönül açlığında bu
sistemlerin yetersiz enerjiden kaynaklanan şekilde çok verimli olacakları iddia
edilemez. Zira “tutarlı düşünme” denilen mantıklı düşünmenin birtakım temel
ilkeleri vardır: Bunlar aklın özdeşliği, çelişmezliği ve imkânsızlığı olup,
gönül ikliminden beslenirler. Bunların uyumlu olmaları sağlıklı düşünce için
zorunluluktur.
Bu
ilkeler yardımıyla zihin, önceden bilinen ve kalpten gelen sinyaller doğrultusunda
hükümler arasında bağ kurarak yeni bilgiler elde eder ve varsayımlar oluşturur.
İşte bu, gönül terazisinin aklı tartmasıdır! Mantık boyutunda terazi de akıldır,
tartılan da…
Bu gibi mantıksal analizlerin yapıldığı bilgi
hazinesini, daha siz hâlden hâle dönüşürken bir reddedilişle karşılaşmanın
bilgi noksanlığı ile değil de bilginin kutsiyetiyle kuşanılmamış olduğuna
bağlarsınız. Tok gibi görünen bir beynin açlığından onu Yaratana sığınırken
kalbinizin üzerine aklınızla eğilirsiniz. Doğrulduğunuzda, size düşman ama dost
çehreli biriyle uzun bir birliktelik yaşayacağınızı hiç bilemezsiniz. Bir
başkadır teslimiyet, bunu da bilginin bilgeliğinde görürsünüz. Aynı öğretilerle
beslenenlerin nasıl da daha başlangıçta farklı olduklarına, olduğunuz yerden
müsaade edersiniz. Sizin canınız olan ruh ile bilginin renklerinin
gökkuşağından yüreğinizin bir gülümsemeye ev sahipliği yapacağını
hissettiğinizde acılarla tanışırsınız yeniden. Yeniden, mutlak bir bilgi ile
yola çıkarsınız; akıl ile karşı koymanın dönüşsüz bir sürgün, yüreksiz bilgilerin
de hamallık olduğunu çok iyi anlarsınız!
Beyin tokluğunda bilgi açlığının nasıl bir zindan
olduğunu, ama bilginin sorgulanmasıyla nasıl nezih bir huzurun oluşturulduğunu
iyi bilirsiniz. Bilemezsininiz sürgüne gönderilenin düşmanca görünen ama sizi
gerçek huzura kavuşturacak kendince kötü niyetini.
Güzelliklerden ayrılmayı istemeyen yüreğiniz için
bilmediğiniz mide açlığınızı yok ettiğinizde, gerçek kimliğe bürünüp acı dolu
yüreklerinizle kendi çölünüze ulaşırsınız. Bu çöl, çöl; bu çöl tenha; bu çöl susuz;
bu çöl insan… Değil mi ki ondan bir ruhla aniden kalbinize döndünüz, işte o an,
gerçek kurtuluşa erdiniz! Yüreklerinizin zaferini elleriniz, gözleriniz,
tenleriniz kutlarken, çöl en zarif bir sesliliğe bürünür, en soğuk sular sizi
yaymak için ötekilerden yola çıkar…
Küresellikten bir an uzak dünyanın teknoloji çanları
“çın çın” öttüğünde, elinizdeki kitaptan hayli okuduğunuzu fark edip “Alo!”
dediğinizde, sizi ansızın arayana beyin açlığının, yürek açlığının, mide
açlığının önemini farkında olmadan uzun uzun anlatırsınız. Artık dostunuz da
bilmekte beynin açlığının ve mantıksal karşı koymanın sonucunu… Yürek açlığını
ve onun önemsenmesi gereken bir yoksunluk değeri olduğunu… Sağlıklı yaşam için
mide doyumunu… Yürekleriyle yaşayanların cesaretlerini… Beyinleriyle
yaşayanların kurnazlıklarını… Mideleriyle yaşayanların oburluklarını da…
Ayrıca ulaştığınız bilgiyle, sevginin kalpte saklanan
özel bir nimet olduğunu, zaman zaman kan basıncınızdaki değişimlere dayanamayarak
kendinizi sokağa atar atmaz elinizde tuttuğunuz bir yaban gülünün değerini
nasıl da düşünemediğinizi düşünürsünüz.
Bu düşünce ve duygu atmosferinden olacak ki, “ağzı duâlı
bilirkişi” unvanını dahi alırsınız. Ama kimse sizin, hayatın sayılarını toplayıp
çıkarıp, çarpıp bölerken dört işlemi zihinden yapamadığınızı bilemeyecek asla.
Çünkü sevgiyle bakan kalbinizde sevgi rakamları çoğaltmakta, nefret
rakamlarıysa azaltmakta; bunu sadece siz bilmektesiniz. Belki bir gün sizi
anlayan biri de bunu sezinleyebilir, bunu bilemezsiniz. Siz bileceksiniz üç
açlığın hangi tokluklar ile hayatınızı gülşene ya da zindana çevireceğini. Ama
her nedense hep gönül açlığının riskini taşımaya aday olacaksınız.
Bütün bu açlık serüveninde her şeye rağmen sevgiyi
mükemmel yapanın, “sadece kusursuz ve dengeli bir sevgili değil, hayatı sevgiye
adanmış, yüreği ile efsane oluşturanlara saygı ile kalplerinin ayarı kaçmış
insanların bilgilerini kontrol edemeyen cambazlar, kötü arzularını ve
ihtiraslarını bir yaşam şekli olarak seçen insanlara bıkmaz tükenmez
tahammülleridir” diye düşünebilirsiniz.
İnsanın bu üç açlığının kronolojik bir ilişkisinden de
söz edilebilir. Zira duygusal açlık fazla yeme hazzı oluştururken, ruh açlığı
fazla konuşma ihtiyacı hissettirebilir. Açlık hissi fiziksel olarak başladığı gibi,
çoğu zaman duygusal olarak da başlayabilir. Eğer can sıkıntısı, stres, yorgunluk,
gerginlik, öfke, yalnızlık ve depresyona karşılık yemek yeniyorsa, duygusal boşluğu
doldurmak için yenildiğini unutmamak gerekir. Fiziksel açlığın bir anda
başlamadığı, yavaş yavaş açlık hissi oluştuğu, ancak duygusal açlıkta açlık
hissinin bir anda ortaya çıktığı bilinmektedir. Duygusal açlığı bir anda bastırmanız
gerektiğini hissedersiniz, ancak fiziksel açlığınız bekleyebilir. Yazmak, resim
yapmak, müzik dinlemek, sevdiklerinizle iletişim veya kendinizce gezmek,
duygusal açlıklarınızı gideren hususlardan bazılarıdır. Kedinizle oynayabilir,
farklı eylemsellikler yapabilir, bir anının kollarında uyuyabilirsiniz.
Mevsimsel fotoğraflar çekebilir veya sevdiklerinize gidebilirsiniz. Bir film
izleyebilir veya yemek yapabilirsiniz. Arkadaşlarınızı arayıp plân da yapabilirsiniz.
Bunlar basit ve duygusal açlığınızı yenmeniz için eğlenceli yollardır. Her
zaman, her anlamda sağlıklı ve dengeli olabilme çabasında olunmalıdır. Çoğu
zaman zihninizi dağıtmak duygusal açlığı yenmenizde yardımcı olabilir. Veya
insan kendini iyi tanıyorsa, bu açlığını daha kolay bastırabilir ve onun yolunu
mideden geçirmeyeceği gibi nerede duracağını da bilir. Duygusal tokluğun ruhun
ve zihnin ebedî bir feneri olduğu hakikati göz ardı edilmemelidir asla.
Terazisinin ayarı tam yapılan beyin, kalp ve mide,
hayatın vazgeçilmez cazibesi olurlar. Özellikle beyin açlığında, yüreğin medcezirinde,
midenin gurultularında; üzerlerine gelen iştah kabartıcı durumlarda hazımsızlık
yapmadan, bu üçlünün kararlılıkla dengede tutulmasının hayata doyumsuz bir haz
katacağını da unutmamak gerekir.