Harâmîyle konuşmalar (2)

Hayat billur akan bir su gibidir. Bizim onun içine dâhil olduğumuz, ondan istifade ettiğimiz süreçte suyun özüne yabancılaşan da, su gibi sızan da, su için sızlayan da muhakkak biziz.

BİR bakış, görmeden de olsa insanı etkiler mi? Etkiler. Hattâ daha ziyade etkiler. Zaten düşmanlık da daha ziyade buradadır. O, sûretâ değildir. Dostluğun özü elbette başkadır. Ancak “sûretâ” dediğimiz, dostluğu perdelemekten başkası değildir. Biz, burada çokça yanılırız. O kritik hatayı da tam olarak burada yaparız: Gerçekte var olanla öyle görünen... O nedenle hayâl kırıklıklarımız da burada yoğunlaşır. Düşmanlık, harâmîce bakış, arka plânda çalışır. Gizli olan çoğu şey gibi... Önde görünen bir pencere... Dahası, ana pencereyi kaplayan diğer pencereler... Perdeler... Arka plânda sessiz bir mekanizmanın varlığı... Evet, böyledir. Meşru olmayan çoğu şey önce gizlenir. Sonra kaftanların altında esaret saklar gibi saklar. Düşmanlık duygusu böyledir. Sarıp sarmalar kendini. Pamuklara sardırır. En çok aklı kullanır. Ona âşık olurcasına bağlanır. Doğrusu, tutulur. Akla yaslansa da çokça akıl tutulması yaşayabilir.

Oysa kalp öyle değildir. Kendisini dayatmaz. Yavaşça kapısını çalmak yeterlidir. Kendisini duymak isteyene kendi dilince seslenmesini bilir. İyiliğin kalp ile ilişkisi de öyledir. İkisi de çağırmadan “Buradayım” der. Oysa akıl, kendini aklamak için karmaşıklığa boğar. Sesleneni bile duymak istemez. Kendi iradesini dayatır. Kendine sığınanı girdabına çeker. Çıkmak içinse yeni girdaplara davet eder. Amaç huzur bulmak değildir, hegemonyasında çaresiz bir köleliğe duçar etmektir. Harâmîlik de böyledir işte ey harâmî! Yönetmeye çalışırken yönetilmek böyledir. Bu sözde amaç, yönetmeye özendirmek değilken...Beğenmediği kölelikle malulken, köleliği bilememek böyledir. Kölelik sana çok uzak ey harâmî! Hemen korkma, zıtlık sizi yaklaştırsa da bu sefer öyle değil!

“Her şey zıddıyla kaimdir”, el-hak, doğrudur. Ancak zıtlıkların varlığından haberdar olmak yetmez. Hayatın içinde bunu yerli yerince kavramak gerekir. Doğruya yerinde sarılmak ve onu korumak gerekir. Değeri değersizleştirmek yahut değersizi değerlileştirmek... Kabul edelim ki bu konuda pek mahiriz. Ey harâmî, bunu da en iyi sen bilirsin! Bilirsin ki istismar, zıtlığın orta yerinde. Yahut şöyle değil mi, “Merhametin keyfiyetini -aklen- en iyi merhametsizler bilir”? Bilir ki, sürekli merhamet, ehlinin sınırlarını zorlar. Bilir ki, en çok merhamete ve ehline güvenilir. Bilir ki, en çok bu noktayla mücadele eder. Bilir ki o, merhametin sınırından kolaylıkla çıkmaz. Aynı durum tersi için de geçerlidir: “Dürüst düşman, hain dosttan iyidir.”

Meselenin özeti burada gizli galiba. Aynı kefeye koymamak, aynı kefeye konulmamak… Gel ki, senin için bütün kefeler değişebilir ama... Ne dersin ey harâmî, kefeyi tutan sizden mi, bizden mi? Üzgünüm, sanırım burası biraz yıpranmış bölge...

Doğrusu şu: Hayata dair hemen hemen bütün kefeler malul… Yanlışla doğru bir kapta pişirilmekten yorgun… Bir doğruyu bin yaşayanla yanlışı yanlışla tamamlayan... Evet, aynı kefede! Harâmîden elimizi yumak oldukça zor bu yüzden. Biz bu kadar elimizi açık ettikçe, biz bu kadar bulanık suyla el yıkadıkça, biz netleşmekten kalben ve fikren uzaklaştıkça, netleşmeye çalışanlara omuz vermekten kaçtıkça, düştüğümüz yere düşeceklerden elimizi sakındıkça, biz düzlüğe çıkarken merdiveni yok ettikçe... Zor. Oldukça zor! Hayatın kalabalığını ayıklamak elbette kolay değil. Tabloya sahici bir şekilde bakalım: Hepimiz aynı kaynaktan su içmeye gelenleriz. Ne ki herkesin niyeti kalbinde saklı, ne ki herkesin niyeti gölgesinden bile saklı…

“Tablo” dedik, biraz açalım. Önce büyük resme göz gezdirelim…  

Gördüğümüz-duyduğumuz, tanıdık veya yabancı her insan... Aralıksız ve hücum edercesine ona, suya koşuyordu. Yalın ayak, soluklu, soluksuz, elinde bakracıyla... Farklı yönlerden aynı noktaya, aynı kaynağa… Tekilin diğer tekilden ve çoğuldan, çoğulun diğer çoğul ve tekilden -görünürde- etkilenmeden, onlar hiç yokmuşçasına yahut birbiriyle mücadele içinde koştuğunu görseniz, ne düşünürsünüz? Mutlaka susuz insanın çok olduğunu... Yahut suyun az, insanın fazla olduğunu düşünürsünüz.

El-hak, tablo doğru. Koşanlar doğru. Susuzluk doğru. İçmek fikri sahici. İçmeyince hayatî fonksiyonların zayıflayacağı fikri sahici... Bir adım ötesinde hayatını kaybedecek olma fikri... Suya gidenlerin ahvalinden mütevellit, hepsi doğru. (Bu arada su deyip geçmeyelim. Tarihte su savaşları her dönemde olagelmiştir.)

İkinci ve görece daha küçük resme bakıyoruz. Belki merceği daha yakına tutuyoruz…  

Sudan istifade etmek isteyenlerin tablosunda, kim kaba su dolduruyor? Kim suyu içmeye çalışıyor? Suyun kaynağına yakınlığın hesaplanamayacağı bir kalabalıkta kim suyu bulandırıyor? Kim muhafaza ediyor? Önceliğin ve sonralığın kaybolduğu yerde... Bir yanda bulandıran karakter, öbür yanda sadece kanmak isteyen, suyu üfleyerek içenle bulanık suyla beslenen... Bunları bilen varsa, kim görmezden geliyor? “Ayıkla pirincin taşını” değil de nedir bu?

Tablo bu, ama... “Bu, bizim gerçeğimiz” demeye takat kalmıyor. Dünyanın bütün kekeme bakışları ansızın beni buluyor. Harâmînin o bilindik bakışlarını bile unutuyorum. Ne denir ki? Ey harâmî, senden öte harâmîlik değil midir bu? Öyle de olsa... Hangi saldırı neye ve kime ait? Bunu kimse bilemez. Ancak ömür bu kadar kısayken, en güzel şey, çözüme yaklaştıracak izi sürmek... Zira hayat billur akan bir su gibidir. Bizim onun içine dâhil olduğumuz, ondan istifade ettiğimiz süreçte suyun özüne yabancılaşan da, su gibi sızan da, su için sızlayan da muhakkak biziz.

Harâmîlik, insan tabiatına yabancı olana aitse, insana düşen sızlanmak mı, yabancılaşmak mı? Cevap sorunun içinde olsa da şu kesin olan galiba: Yabancılaşmak, sızlanmaya en büyük engel. Burada, yabancılaşmanın bizi nereye götürdüğü ki önemli olan da bu! Sızıyı tanımlamak ise zor. Zira sızan şey, çoğunlukla kendini ele vermez. Kayar gider. Ya da sızar gider. Amacı gitmek olmadan önce ona müdahale etmeli! Daha doğru ifadeyle, vakit yitmeden sızlanmanın vaktini iyi bilmeli! Sızlanmayı nasıl yaşamak gerektiğini de...

(Sonra söz durdu, düşündü ve ekledi: “Bundan gayrı benim bir hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet ile var olsun. Zira ben, sadece bir hüsn-ü nazarım. Kim neyi isterse bende onu görür. Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)