
BİR bakış, görmeden
de olsa insanı etkiler mi? Etkiler. Hattâ daha ziyade etkiler. Zaten düşmanlık da
daha ziyade buradadır. O, sûretâ değildir. Dostluğun özü elbette başkadır.
Ancak “sûretâ” dediğimiz, dostluğu perdelemekten başkası değildir. Biz, burada
çokça yanılırız. O kritik hatayı da tam olarak burada yaparız: Gerçekte var
olanla öyle görünen... O nedenle hayâl kırıklıklarımız da burada yoğunlaşır.
Düşmanlık, harâmîce bakış, arka plânda çalışır. Gizli olan çoğu şey gibi... Önde
görünen bir pencere... Dahası, ana pencereyi kaplayan diğer pencereler... Perdeler...
Arka plânda sessiz bir mekanizmanın varlığı... Evet, böyledir. Meşru olmayan
çoğu şey önce gizlenir. Sonra kaftanların altında esaret saklar gibi saklar.
Düşmanlık duygusu böyledir. Sarıp sarmalar kendini. Pamuklara sardırır. En çok
aklı kullanır. Ona âşık olurcasına bağlanır. Doğrusu, tutulur. Akla yaslansa da
çokça akıl tutulması yaşayabilir.
Oysa
kalp öyle değildir. Kendisini dayatmaz. Yavaşça kapısını çalmak yeterlidir.
Kendisini duymak isteyene kendi dilince seslenmesini bilir. İyiliğin kalp ile
ilişkisi de öyledir. İkisi de çağırmadan “Buradayım”
der. Oysa akıl, kendini aklamak için karmaşıklığa boğar. Sesleneni bile duymak
istemez. Kendi iradesini dayatır. Kendine sığınanı girdabına çeker. Çıkmak
içinse yeni girdaplara davet eder. Amaç huzur bulmak değildir, hegemonyasında
çaresiz bir köleliğe duçar etmektir. Harâmîlik de böyledir işte ey harâmî!
Yönetmeye çalışırken yönetilmek böyledir. Bu sözde amaç, yönetmeye özendirmek değilken...Beğenmediği
kölelikle malulken, köleliği bilememek böyledir. Kölelik sana çok uzak ey harâmî!
Hemen korkma, zıtlık sizi yaklaştırsa da bu sefer öyle değil!
“Her şey zıddıyla
kaimdir”,
el-hak, doğrudur. Ancak zıtlıkların varlığından haberdar olmak yetmez. Hayatın
içinde bunu yerli yerince kavramak gerekir. Doğruya yerinde sarılmak ve onu korumak
gerekir. Değeri değersizleştirmek yahut değersizi değerlileştirmek... Kabul
edelim ki bu konuda pek mahiriz. Ey harâmî, bunu da en iyi sen bilirsin! Bilirsin
ki istismar, zıtlığın orta yerinde. Yahut şöyle değil mi, “Merhametin
keyfiyetini -aklen- en iyi
merhametsizler bilir”? Bilir ki, sürekli merhamet, ehlinin sınırlarını zorlar.
Bilir ki, en çok merhamete ve ehline güvenilir. Bilir ki, en çok bu noktayla
mücadele eder. Bilir ki o, merhametin sınırından kolaylıkla çıkmaz. Aynı durum
tersi için de geçerlidir: “Dürüst düşman,
hain dosttan iyidir.”
Meselenin
özeti burada gizli galiba. Aynı kefeye koymamak, aynı kefeye konulmamak… Gel ki,
senin için bütün kefeler değişebilir ama... Ne dersin ey harâmî, kefeyi tutan
sizden mi, bizden mi? Üzgünüm, sanırım burası biraz yıpranmış bölge...
Doğrusu
şu: Hayata dair hemen hemen bütün kefeler malul… Yanlışla doğru bir kapta
pişirilmekten yorgun… Bir doğruyu bin yaşayanla yanlışı yanlışla tamamlayan... Evet,
aynı kefede! Harâmîden elimizi yumak oldukça zor bu yüzden. Biz bu kadar
elimizi açık ettikçe, biz bu kadar bulanık suyla el yıkadıkça, biz netleşmekten
kalben ve fikren uzaklaştıkça, netleşmeye çalışanlara omuz vermekten kaçtıkça,
düştüğümüz yere düşeceklerden elimizi sakındıkça, biz düzlüğe çıkarken
merdiveni yok ettikçe... Zor. Oldukça zor! Hayatın kalabalığını ayıklamak elbette
kolay değil. Tabloya sahici bir şekilde
bakalım: Hepimiz aynı kaynaktan su içmeye gelenleriz. Ne ki herkesin niyeti
kalbinde saklı, ne ki herkesin niyeti gölgesinden bile saklı…
“Tablo”
dedik, biraz açalım. Önce büyük resme göz gezdirelim…
Gördüğümüz-duyduğumuz,
tanıdık veya yabancı her insan... Aralıksız ve hücum edercesine ona, suya
koşuyordu. Yalın ayak, soluklu, soluksuz, elinde bakracıyla... Farklı yönlerden
aynı noktaya, aynı kaynağa… Tekilin diğer tekilden ve çoğuldan, çoğulun diğer
çoğul ve tekilden -görünürde-
etkilenmeden, onlar hiç yokmuşçasına yahut birbiriyle mücadele içinde koştuğunu
görseniz, ne düşünürsünüz? Mutlaka susuz insanın çok olduğunu... Yahut suyun az,
insanın fazla olduğunu düşünürsünüz.
El-hak,
tablo doğru. Koşanlar doğru. Susuzluk doğru. İçmek fikri sahici. İçmeyince
hayatî fonksiyonların zayıflayacağı fikri sahici... Bir adım ötesinde hayatını
kaybedecek olma fikri... Suya gidenlerin ahvalinden mütevellit, hepsi doğru. (Bu arada su deyip geçmeyelim. Tarihte su
savaşları her dönemde olagelmiştir.)
İkinci
ve görece daha küçük resme bakıyoruz. Belki merceği daha yakına tutuyoruz…
Sudan
istifade etmek isteyenlerin tablosunda, kim kaba su dolduruyor? Kim suyu içmeye
çalışıyor? Suyun kaynağına yakınlığın hesaplanamayacağı bir kalabalıkta kim
suyu bulandırıyor? Kim muhafaza ediyor? Önceliğin ve sonralığın kaybolduğu
yerde... Bir yanda bulandıran karakter, öbür yanda sadece kanmak isteyen, suyu
üfleyerek içenle bulanık suyla beslenen... Bunları bilen varsa, kim görmezden
geliyor? “Ayıkla pirincin taşını” değil de nedir bu?
Tablo
bu, ama... “Bu, bizim gerçeğimiz” demeye takat kalmıyor. Dünyanın bütün kekeme
bakışları ansızın beni buluyor. Harâmînin o bilindik bakışlarını bile
unutuyorum. Ne denir ki? Ey harâmî, senden öte harâmîlik değil midir bu? Öyle de
olsa... Hangi saldırı neye ve kime ait? Bunu kimse bilemez. Ancak ömür bu kadar
kısayken, en güzel şey, çözüme yaklaştıracak izi sürmek... Zira hayat billur akan bir su gibidir. Bizim onun içine dâhil olduğumuz,
ondan istifade ettiğimiz süreçte suyun özüne yabancılaşan da, su gibi sızan da,
su için sızlayan da muhakkak biziz.
Harâmîlik,
insan tabiatına yabancı olana aitse, insana düşen sızlanmak mı, yabancılaşmak
mı? Cevap sorunun içinde olsa da şu kesin olan galiba: Yabancılaşmak,
sızlanmaya en büyük engel. Burada, yabancılaşmanın bizi nereye götürdüğü ki
önemli olan da bu! Sızıyı tanımlamak ise zor. Zira sızan şey, çoğunlukla
kendini ele vermez. Kayar gider. Ya da sızar gider. Amacı gitmek olmadan önce ona
müdahale etmeli! Daha doğru ifadeyle, vakit
yitmeden sızlanmanın vaktini iyi bilmeli! Sızlanmayı nasıl yaşamak gerektiğini
de...
(Sonra söz durdu,
düşündü ve ekledi: “Bundan gayrı benim bir hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet
ile var olsun. Zira ben, sadece bir hüsn-ü nazarım. Kim neyi isterse bende onu
görür. Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)