Harâmî ile konuşmalar (1)

Yakasını bırakmadığımız hayat, bir dengelenmeye kurulu. Ancak o çağırdıkça biz onu yolundan çeviriyoruz. O bizi dengeye çağırıyor, biz onu biriktirdiklerimizin içine. O bizi ahenge dâvet ediyor, biz onu curcunanın içine. Netîce mi? Vazgeçemediğimiz her neyse mücadelenin kıymeti de buna bağlı… Evet, varsa mücadeleyi ayağa kaldıracak, işte burada!

(SONRA söz durdu; düşündü ve ekledi. Bundan gayrı benim bir hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet ile var olsun. Zira ben, sadece bir hüsn-ü nazarım. Kim neyi isterse bende onu görür. Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)

Konuşmak; duygu ve düşünceleri anlatmak... Genel olarak bu minvâlde bilinen bir eylem. Kelimenin, kelâmın gücü… Dilin kıvraklığı… Eskilerin “nâtıka” dedikleri… Kimi durumlar için “Beyan esastır” cümlesi… Aslında çoğu şey “ifade edebilmek” için değil mi? “Etmek ile edebilmek” arasına girenleri saymakla bitiremeyiz. Zira birçoğumuz çoğunlukla “etmek” kısmında kalıyoruz. Burada “etmek” de ikiye ayrılıyor: Birincisi, çâresiz bir kabule sürüklenerek orada yaşayanlar… Bir diğeri de, bunu hayat felsefesine dönüştürenler… Belki bunu kendine hak görenler…

Kimimiz de “edebilmek” uğruna odağı kaybetmekten kurtulamıyor. Kurtulabilenler belki de hedef için namzet olacaklar. Burada, itidâlden kopmadan hedefi arzulayanları da unutmayalım. Ne ki akıbet o kadar kolay olmuyor. Ne ki gerçeği müstakil düşünmekten çok mücadele belirliyor. Bilinçli veya bilinç dışında gelişen faktörler… Birden fazla değişkeni kontrol etmenin zorluğu… Bir yönüyle kendini köşede yalnız hissetmeler…

Ne için geldik? Ne yapıyoruz? Nereye doğru gidiyoruz? Evet… Bir yanda duruma göre daraltan sorular üçgeni; bir yanda imbikten geçme endişesi… Bir yanda incitmeme ve incinmeme gayreti; bir yanda engine akma çabası; öbür yanda bir avuç suda kurulan tuzaklar… Tuzağı arınmış alanda kabul edenler...

Oysa… Oysa bütün hengâmenin ortasında… Daralan bütün cephelerden uzakta… Aslı astarı üç kelime edip gidecektik! O dahi susmaya teşneliğimizi ifade edecekti. Onun için ve o istikamette olacaktı. Susmaya teşneliğin bile susarak olduğunu bilemezdik. Öyle veya böyle, vakit hükmünü icra edecek. Biz idrak etmesek de o ilerleyecekti. İlerlediğinden mütevellit, sıranın bize geleceğine inanacaktık. Sıra geldiğinde bir adım öne çıkacaktık. Kendimizi ifâdeye matuf birkaç kelime edecektik. Yarım konuşmalarımızın tam olamayacağını tekrar hatırlayacaktık. Doğrudur. Ancak öyle olsa da, önemli olan, bir adım atmaktı. “Önemli bir adım” daha sonra gelecekti. Ne mümkün! Kâbili ne mümkün! Ayağı takılanlar bütün ayaklara düşmanlık edecekti. Bu bitmeyecek, döngü hep var olacaktı. Kılıflara kaftan gibi sarılmalar her vakit sürecekti. Başka bütün parantezler kılıf sayılacaktı. Bütün mahfazalar sorgu nedeni kabul edilecekti. Öyle de oldu. Öyle de olacak.

Şimdi de öyle oluyor… “Parantezimizin içinde ne var?” diye soruyorlar. “Heybenizde ne var?” gibi bir soru bu. Bulaşmışsa nasip kabına o da… Yahut saklınızda, sakladığınız yerde ne var? Bu sorunun dimağa gelmesi bile garabet. Elbette bunu diyemiyoruz. “Bu sorunuz, efendiler, bu sorunuz bile çokça harâmîlik belirtisi değil mi?” diyemiyoruz. Doğrusu bir servetimiz de yok ya… -Olmasa da- altınların yerini söylesek, servetimiz gidecek. Söylemesek başımız gidecek. Böyle bir durum…

Ey harâmîler! Başımıza vurmanıza gerek yok. Kılıç sesini duyurmanıza da gerek yok. Değil… Bu böyle de değil! Bunu onlara nasıl desek? Nasıl desek, “Düşünceleriniz… Düşünceleriniz kılıçtan daha öldürücü”? Nasıl desek, “Bakışlarınız mızraktan daha keskin” diye? Nasıl desek, “Sizinle karşılaşmak, cenk meydanına düşmekten beter” diye? Onlara nasıl desek, “Hangi savaş neden çıkar, düşündünüz mü?” diye. Değil, dünyalar kadar farkında olduğunuz hâlde… Bu kadar farkında olmadan hareket etmek, nasıl yapılır? Belki de şöyle: Kanınıza karışan bir anlık düşmanlıkla... Bu nasıl bir azmettirici güç? Demek ki, bilinçli bir hareket biçmek isteseniz… Bu mu? Düşünceyi ifâdeden koparan bir durum…

Kopmak, koparmak için belki de her şey. Bir yerde kopukluk fazlaysa, orada eksiklik de fazladır. Bu böyledir. Bir yerde fazlalık varsa, aslından koparma vardır. Hangisi varsa da gerçek olan şu: Bir yeri örtmek adına başka yeri parlatmak... Sürekli olarak saklama endişesi… Elini saklamalar… Sâhi, elleriniz nerede? Bir soruya cevap gelmezse sorular devam eder.

Saklı ellerinizde bu kadar koz nasıl yetişir? Bu kadar toz nasıl birikir? Saklı olmakla tanış olmak nasıl uyuşur? Öyle ya, tanışıklığınızı nereye koyalım? Bu kadar zıtlığı nereye sığdıralım? Siz tarif edin bir kez! Tanışamamak, evet, tanışamamaktan kaynaklanan bir düşmanlık bu. Tanış olmak bütün engellerden arınmayı gerektirir. Ama bu kolay değil. Gel ki, bunun zorluğuna sığınmak da insaflıca değil. Tanış olmak, tarihe yazabilme cesâreti kazandırır. Tanışamamak, tarihe karışmak için meşruiyet ister. Muhatabının elinde döner dolaşır. Sâhici bir meşruiyet bulamaz. Olmayan tanışıklığı elleriyle her gün boğar. Gün geçer, ay geçer, yıl geçer… Kendi ayağına takılmaktan bir kez vazgeçemez.

Vazgeçemedikleri, onun kimliğine dönüşür. İnsanın kendine ihâneti de tam da burada başlar. Nerede? Anlam yerine mânâsızlığa bulaştığı yerde… Neye atıf yapacağını bilemediği yerde… Soruyla cevabın karıştığı yerde... Esas yerine detay, detay yerine esas... (Yahut... Netleşmek adına sise boğmak... Sisten kurtaracakken ışığa boğmak... Işığı gösterirken karanlığa boğmak... İyiye gömlekler giydirip “iyi gibi”ye boğmak... Yüz kere yıkadığını “yeni gibi”ye boğmak.   Arzu ettiğini yüceliğe boğmak… Arzu etmediğini köhneliğe ve garabete boğmak… Eline yüzüne bulaşmış her şeyden elini yıkamak… “Yıkamak” derken bile iyice toza boğmak...)

Başa dönecek olursak…

Etmek ve edebilmek arasındaki mücadele bir yana… Vazgeçemediklerimiz ile vazgeçilemeyenler arasındaki mücadele... Evet, daha sâhici bir çetinlik var burada! Ve takılmadan geçmek zor. Sınıfı geçmek zor. Oysa yakasını bırakmadığımız hayat, bir dengelenmeye kurulu. Ancak o çağırdıkça biz onu yolundan çeviriyoruz. O bizi dengeye çağırıyor, biz onu biriktirdiklerimizin içine. O bizi ahenge dâvet ediyor, biz onu curcunanın içine. Netîce mi? Vazgeçemediğimiz her neyse mücadelenin kıymeti de buna bağlı… Evet, varsa mücadeleyi ayağa kaldıracak, işte burada!

(Sonra söz durdu; düşündü ve ekledi. Bundan gayrı benim bir hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet ile var olsun. Zira ben bir hüsn-ü nazarım. Kim neyi isterse bende onu görür. Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)