
(SONRA söz durdu; düşündü ve ekledi. Bundan gayrı benim bir
hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet ile var olsun. Zira ben, sadece bir hüsn-ü nazarım.
Kim neyi isterse bende onu görür. Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)
Konuşmak;
duygu ve düşünceleri anlatmak... Genel olarak bu minvâlde bilinen bir eylem.
Kelimenin, kelâmın gücü… Dilin kıvraklığı… Eskilerin “nâtıka” dedikleri… Kimi
durumlar için “Beyan esastır” cümlesi… Aslında çoğu şey “ifade edebilmek” için değil mi? “Etmek ile edebilmek” arasına girenleri saymakla bitiremeyiz. Zira
birçoğumuz çoğunlukla “etmek”
kısmında kalıyoruz. Burada “etmek” de
ikiye ayrılıyor: Birincisi, çâresiz bir kabule sürüklenerek orada yaşayanlar…
Bir diğeri de, bunu hayat felsefesine dönüştürenler… Belki bunu kendine hak
görenler…
Kimimiz
de “edebilmek” uğruna odağı kaybetmekten
kurtulamıyor. Kurtulabilenler belki de hedef için namzet olacaklar. Burada, itidâlden
kopmadan hedefi arzulayanları da unutmayalım. Ne ki akıbet o kadar kolay
olmuyor. Ne ki gerçeği müstakil düşünmekten çok mücadele belirliyor. Bilinçli
veya bilinç dışında gelişen faktörler… Birden fazla değişkeni kontrol etmenin
zorluğu… Bir yönüyle kendini köşede yalnız hissetmeler…
Ne
için geldik? Ne yapıyoruz? Nereye doğru gidiyoruz? Evet… Bir yanda duruma göre
daraltan sorular üçgeni; bir yanda imbikten geçme endişesi… Bir yanda incitmeme
ve incinmeme gayreti; bir yanda engine akma çabası; öbür yanda bir avuç suda
kurulan tuzaklar… Tuzağı arınmış alanda kabul edenler...
Oysa…
Oysa bütün hengâmenin ortasında… Daralan bütün cephelerden uzakta… Aslı astarı
üç kelime edip gidecektik! O dahi susmaya teşneliğimizi ifade edecekti. Onun
için ve o istikamette olacaktı. Susmaya teşneliğin bile susarak olduğunu
bilemezdik. Öyle veya böyle, vakit hükmünü icra edecek. Biz idrak etmesek de o
ilerleyecekti. İlerlediğinden mütevellit, sıranın bize geleceğine inanacaktık.
Sıra geldiğinde bir adım öne çıkacaktık. Kendimizi ifâdeye matuf birkaç kelime
edecektik. Yarım konuşmalarımızın tam olamayacağını tekrar hatırlayacaktık. Doğrudur.
Ancak öyle olsa da, önemli olan, bir adım atmaktı. “Önemli bir adım” daha sonra gelecekti. Ne mümkün! Kâbili ne
mümkün! Ayağı takılanlar bütün ayaklara düşmanlık edecekti. Bu bitmeyecek,
döngü hep var olacaktı. Kılıflara kaftan gibi sarılmalar her vakit sürecekti.
Başka bütün parantezler kılıf sayılacaktı. Bütün mahfazalar sorgu nedeni kabul
edilecekti. Öyle de oldu. Öyle de olacak.
Şimdi
de öyle oluyor… “Parantezimizin içinde ne var?” diye soruyorlar. “Heybenizde ne
var?” gibi bir soru bu. Bulaşmışsa nasip kabına o da… Yahut saklınızda,
sakladığınız yerde ne var? Bu sorunun dimağa gelmesi bile garabet. Elbette bunu
diyemiyoruz. “Bu sorunuz, efendiler, bu sorunuz bile çokça harâmîlik belirtisi değil
mi?” diyemiyoruz. Doğrusu bir servetimiz de yok ya… -Olmasa da- altınların yerini söylesek, servetimiz gidecek.
Söylemesek başımız gidecek. Böyle bir durum…
Ey
harâmîler! Başımıza vurmanıza gerek yok. Kılıç sesini duyurmanıza da gerek yok.
Değil… Bu böyle de değil! Bunu onlara nasıl desek? Nasıl desek, “Düşünceleriniz…
Düşünceleriniz kılıçtan daha öldürücü”? Nasıl desek, “Bakışlarınız mızraktan
daha keskin” diye? Nasıl desek, “Sizinle karşılaşmak, cenk meydanına düşmekten
beter” diye? Onlara nasıl desek, “Hangi savaş neden çıkar, düşündünüz mü?”
diye. Değil, dünyalar kadar farkında olduğunuz hâlde… Bu kadar farkında olmadan
hareket etmek, nasıl yapılır? Belki de şöyle: Kanınıza karışan bir anlık
düşmanlıkla... Bu nasıl bir azmettirici güç? Demek ki, bilinçli bir hareket
biçmek isteseniz… Bu mu? Düşünceyi ifâdeden koparan bir durum…
Kopmak,
koparmak için belki de her şey. Bir yerde kopukluk fazlaysa, orada eksiklik de
fazladır. Bu böyledir. Bir yerde fazlalık varsa, aslından koparma vardır.
Hangisi varsa da gerçek olan şu: Bir yeri örtmek adına başka yeri parlatmak...
Sürekli olarak saklama endişesi… Elini saklamalar… Sâhi, elleriniz nerede? Bir
soruya cevap gelmezse sorular devam eder.
Saklı
ellerinizde bu kadar koz nasıl yetişir? Bu kadar toz nasıl birikir? Saklı
olmakla tanış olmak nasıl uyuşur? Öyle ya, tanışıklığınızı nereye koyalım? Bu
kadar zıtlığı nereye sığdıralım? Siz tarif edin bir kez! Tanışamamak, evet,
tanışamamaktan kaynaklanan bir düşmanlık bu. Tanış olmak bütün engellerden
arınmayı gerektirir. Ama bu kolay değil. Gel ki, bunun zorluğuna sığınmak da
insaflıca değil. Tanış olmak, tarihe yazabilme cesâreti kazandırır. Tanışamamak,
tarihe karışmak için meşruiyet ister. Muhatabının elinde döner dolaşır. Sâhici
bir meşruiyet bulamaz. Olmayan tanışıklığı elleriyle her gün boğar. Gün geçer,
ay geçer, yıl geçer… Kendi ayağına takılmaktan bir kez vazgeçemez.
Vazgeçemedikleri,
onun kimliğine dönüşür. İnsanın kendine ihâneti de tam da burada başlar.
Nerede? Anlam yerine mânâsızlığa bulaştığı yerde… Neye atıf yapacağını
bilemediği yerde… Soruyla cevabın karıştığı yerde... Esas yerine detay, detay
yerine esas... (Yahut... Netleşmek adına
sise boğmak... Sisten kurtaracakken ışığa boğmak... Işığı gösterirken karanlığa
boğmak... İyiye gömlekler giydirip “iyi gibi”ye boğmak... Yüz kere yıkadığını “yeni
gibi”ye boğmak. Arzu ettiğini yüceliğe
boğmak… Arzu etmediğini köhneliğe ve garabete boğmak… Eline yüzüne bulaşmış her
şeyden elini yıkamak… “Yıkamak” derken bile iyice toza boğmak...)
Başa
dönecek olursak…
Etmek
ve edebilmek arasındaki mücadele bir yana… Vazgeçemediklerimiz ile
vazgeçilemeyenler arasındaki mücadele... Evet, daha sâhici bir çetinlik var
burada! Ve takılmadan geçmek zor. Sınıfı geçmek zor. Oysa yakasını
bırakmadığımız hayat, bir dengelenmeye kurulu. Ancak o çağırdıkça biz onu
yolundan çeviriyoruz. O bizi dengeye çağırıyor, biz onu biriktirdiklerimizin
içine. O bizi ahenge dâvet ediyor, biz onu curcunanın içine. Netîce mi?
Vazgeçemediğimiz her neyse mücadelenin kıymeti de buna bağlı… Evet, varsa
mücadeleyi ayağa kaldıracak, işte burada!
(Sonra söz durdu;
düşündü ve ekledi. Bundan gayrı benim bir hükmüm yoktur. Var ise de muhabbet
ile var olsun. Zira ben bir hüsn-ü nazarım. Kim neyi isterse bende onu görür.
Kim nasıl bakarsa bende onu görür.)