Hangisine talibiz? Padişahlık mı, gedalık mı?

Gönül, mütemadiyen içinde yer eden muradına teşne olsa da onun bu yöndeki istidadının sınırları bundan beridir. Zira gönül her ne aşk ile yansa da hakikî/ilâhî aşkta, aşkın bir ahvâl ve tarifi mümkün olmayan bir hüviyet ile tecelliye mazhar olur. Hayatta neyi istediğini ve neyi istemediğini bilmenin en mücessem örneklerinden biri de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethidir.

HAYATIN süreğenliğini etkileyen olay ve olgular ile inkıtaa uğratılsak da rutin dediğimiz gündelik havasını soluyarak yaşamaya bir nevi mecburmuşuz gibi hissetmekten veya hayatı bir rutin veya rutinler üzerinden sorgulayıp değerlendirmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Bununla birlikte, hayata ve kendimize dair tanımlamaktan ziyade tanımlanmış, adı konulmuşlar üzerinden bahsettiğimiz değerler, tanımlar ve konumlar, vaktin bizi sıkıştırdığı köşede can havliyle sığındığımız bir limana dönüşüveriyorlar.

Oysa sığındığımızı zannettiğimiz alanların kendi eksenimizin etrafını işgal ederek hayata bağlantı noktamızın başlangıç noktası olan “varoluşumuzun” özünü/gözünü kapattığını çoğunlukla göremeyiz. Bu noktada göremediğimiz her alanda kaybedilen zaman bizi sulh ile kucaklayan/fetheden değerlerin -bizdeki- gücünü zayıflattığı gibi, bizi işgal eden unsurların sayısını da -kimi zaman teoride de olsa- çoğaltabilir.

Fiziksel olarak nefes aldığımız her an, bizi meydana getiren değerlerin -normal sınırlarda görünse de- mercek altına alınmaksızın işgal ile fetih/sulh arasında hangi konumda olduğumuzu göstermesi mümkün değildir.

Merceği nasıl ve nereye tutmalıyız?  

Perdeleyici her unsur, merceğin öze inmesini ve yaraya dokunmasını doğal olarak engelleyecektir. Çoğu konuda sahip olduğumuz bakış açılarımızın varlığı, temelde hayatın bizden istedikleriyle bizim hayattan istediklerimiz arasında kesişen noktaların birikerek oluşturduğu kaosu/perdeleri ifade etmektedir.

 

Bedensel ve ruhsal varlığımızı oluşturan işgal veya fethedilmiş cepheler, bizim hayattan ne isteyeceğimizi de -doğrudan olmasa da- belirleyen iki ana yapıdır. Yara belli ve işgal edilmiş alanlar olduğuna göre, -bu alandaki- isteklerimizi doğru yönetebilmek, tutacağımız merceğin üslûbunu da “doğru”dan yana belirleyecektir.

Derde derman

Neyi isteyip neyi istemeyeceğimizi bilmek, kendini tanıma ve bilme yolunda bizi tedavi edecek çok önemli bir ilaçtır. Ancak çoğu kere havanda dövdüğümüz suların bir enerji kaybından başka bir rolü olmadığını, istediklerimizin aslımızı azalttığını, istemediklerimizin -bir yönüyle- bizi çoğalttığını görmekte pek hünerli olmadığımızı geç idrak ederiz.

“Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.” (Padişah gibi fakirim, muhteşem bir köle/dilenciyim.) (Fuzûlî)

Gönül bir fanusa benzer. O fanusun içine konan ne ise onu korur; onun için, onun ateşinden/ateşiyle yanar. O aşk öyle zuhur bulur ki, Fuzûlî’nin yukarıdaki mısraına muhatap olur. Bir padişah olan Sultan Mahmud ile onun hem sevdiği hanım, hem de kölesi olan Ayaz arasında geçen hikâye ile bunu daha da somutlaştırabiliriz.

Sultan Mahmud, günlerden bir gün Ayaz’ına, “Ey gönül aydınlatan!” dedi, “Aydan balığa kadar bütün dünyada benden üstün padişah olarak kimi tanır, kimi bilirsin?”.

Ayaz dedi ki, “Ey Cihan Padişahı, ülkede senden yüz derece üstün padişah benim! Böyle bir ülke hükmüm altında olduktan sonra, yeryüzü saltanatına minnet mi ederim?”.

Padişah o nazenine, “Peki, bu söze ne delilin var?” dedi.

Ayaz, “Padişahım!” dedi, “Ne diye sorarsın? Zaten bu sırrı bilirsin. Padişahlık senin, ama senin padişahın da gönlün! Ama gönlün de bu kölenin buyruğu altında ya, işte bu padişahlık yeter bana! Sen padişahsın; bugüne bugün senin padişahın gönlün. Fakat gönlüne hükmeden padişah da benim. Ben daima padişahın padişahıyım, bu yüzden saltanatıma felekler bile haset etmededir. Senin saltanatın, mutlak bir saltanat; ama Ayaz’ının saltanatı da haklı bir saltanat!

Aslın gönüldür. Gönlün yoksa söyle bana, ülkeyi ne yapacaksın, ne işe yarayacak?”.

Gönül, mütemadiyen içinde yer eden muradına teşne olsa da onun bu yöndeki istidadının sınırları bundan beridir. Zira gönül her ne aşk ile yansa da hakikî/ilâhî aşkta, aşkın bir ahvâl ve tarifi mümkün olmayan bir hüviyet ile tecelliye mazhar olur. Hayatta neyi istediğini ve neyi istemediğini bilmenin en mücessem örneklerinden biri de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethidir. Efendimiz’in (sav) methine mazhar olan ve O’na olan aşkıyla İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han, “İstemem” adlı şiirinde asıl arzusunu –“Avni” mahlasıyla- şerhe ihtiyaç duyulmayacak bir sarihlikte Efendimiz’e (sav) şöyle arz ediyor:

“Sen kokmayan gülü neyleyim,/ Neyleyim sensiz baharı?/ Sen doğmayan günü neyleyim,/ Neyleyim sensiz ben dünyayı?/ Senin tenine değmeden gelen yağmuru istemem,/ Meltemi istemem./ Seni parlayacaksa parlasın yıldızlar,/ Sana yanmayan yıldızı semalarda istemem./ Bülbüller söyleyecekse seni söylesin,/ Senden okumayan bülbül olsa dinlemem./ Özlemim Sen olacaksan, yansın yüreğim;/ Sılası Sen olmayan gurbeti istemem, vatanı istemem./ Bir ateş yakacaksa beni kalbimden,/ Senin aşkının ateşi yaksın,/ Senden gayrı başka bir aşkla kül olursa kalbim,/ Bu kalbi istemem, ateşi istemem, koru istemem./ Seni göremediğim vahalar bedevilerin olsun,/ Ben Senin çölünü isterim, suyu istemem./ Sana çıkacaksa durmaz yürürüm,/ Sonu Sen çıkmayan yönü istemem, yolu istemem./ Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem./ Kalbini fethedecekse geçerim bin Sina’yı birden./ Yoksa neyime?/ Bu fethi istemem, Mısır’ı istemem, cihanı istemem./ Ben Sultan Fatih’im, önündeyim İstanbul’un./ Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için./ Yoksa Gül Yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul’u istemem./ Ben bir garip Yûnus’um, yazdığım Sensin, yandığım Sen./ Senden gayrı bir aşka ben kalemi istemem, kağıdı istemem./ Ben Senin ümmetinim, Sensin benim Efendim./ Senden gayrı, Senden başka Efendi istemem, Sevgili istemem, istemem…”

Her bir veçhesi Efendimiz’e (sav) olan hissiyat, hasret ve aşk ile dolu olan ve aslın aşk ve rıza olduğu -İstanbul dahi olsa gayrının hiç hükmünde görüldüğü- bu şiirden sonra son bir söze gerek olmasa da, Fuzûlî’nin yukarıdaki dizesine bir kez daha gönül vererek kelâmı nihayete erdirmiş olalım: “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.”

(Padişah gibi fakirim, muhteşem bir köle/dilenciyim.)

Peki, hangisine talibiz; padişahlık mı, gedalık mı?