
HAYATIN süreğenliğini
etkileyen olay ve olgular ile inkıtaa uğratılsak da rutin dediğimiz gündelik
havasını soluyarak yaşamaya bir nevi mecburmuşuz gibi hissetmekten veya hayatı
bir rutin veya rutinler üzerinden sorgulayıp değerlendirmekten kendimizi
alıkoyamıyoruz. Bununla birlikte, hayata ve kendimize dair tanımlamaktan ziyade tanımlanmış, adı konulmuşlar üzerinden bahsettiğimiz
değerler, tanımlar ve konumlar,
vaktin bizi sıkıştırdığı köşede can havliyle sığındığımız bir limana
dönüşüveriyorlar.
Oysa
sığındığımızı zannettiğimiz alanların kendi eksenimizin etrafını işgal ederek hayata bağlantı noktamızın
başlangıç noktası olan “varoluşumuzun” özünü/gözünü kapattığını çoğunlukla göremeyiz.
Bu noktada göremediğimiz her alanda kaybedilen zaman bizi sulh ile kucaklayan/fetheden değerlerin -bizdeki- gücünü
zayıflattığı gibi, bizi işgal eden
unsurların sayısını da -kimi zaman teoride de olsa- çoğaltabilir.
Fiziksel
olarak nefes aldığımız her an, bizi meydana getiren değerlerin -normal
sınırlarda görünse de- mercek altına alınmaksızın işgal ile fetih/sulh arasında
hangi konumda olduğumuzu göstermesi mümkün değildir.
Merceği
nasıl ve nereye tutmalıyız?
Perdeleyici
her unsur, merceğin öze inmesini ve yaraya dokunmasını doğal olarak
engelleyecektir. Çoğu konuda sahip olduğumuz bakış açılarımızın varlığı,
temelde hayatın bizden istedikleriyle bizim hayattan istediklerimiz arasında
kesişen noktaların birikerek oluşturduğu kaosu/perdeleri ifade etmektedir.
Bedensel
ve ruhsal varlığımızı oluşturan işgal veya fethedilmiş cepheler, bizim hayattan
ne isteyeceğimizi de -doğrudan olmasa da- belirleyen iki ana yapıdır. Yara
belli ve işgal edilmiş alanlar olduğuna göre, -bu alandaki- isteklerimizi doğru
yönetebilmek, tutacağımız merceğin üslûbunu da “doğru”dan yana belirleyecektir.
Derde
derman
Neyi
isteyip neyi istemeyeceğimizi bilmek, kendini tanıma ve bilme yolunda bizi
tedavi edecek çok önemli bir ilaçtır. Ancak çoğu kere havanda dövdüğümüz
suların bir enerji kaybından başka bir rolü olmadığını, istediklerimizin aslımızı
azalttığını, istemediklerimizin -bir yönüyle- bizi çoğalttığını görmekte pek
hünerli olmadığımızı geç idrak ederiz.
“Fakîr-i
pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.” (Padişah gibi fakirim, muhteşem bir
köle/dilenciyim.) (Fuzûlî)
Gönül
bir fanusa benzer. O fanusun içine konan ne ise onu korur; onun için, onun
ateşinden/ateşiyle yanar. O aşk öyle zuhur bulur ki, Fuzûlî’nin yukarıdaki mısraına
muhatap olur. Bir padişah olan Sultan Mahmud ile onun hem sevdiği hanım, hem de
kölesi olan Ayaz arasında geçen hikâye ile bunu daha da somutlaştırabiliriz.
Sultan
Mahmud, günlerden bir gün Ayaz’ına, “Ey gönül aydınlatan!” dedi, “Aydan balığa
kadar bütün dünyada benden üstün padişah olarak kimi tanır, kimi bilirsin?”.
Ayaz
dedi ki, “Ey Cihan Padişahı, ülkede senden yüz derece üstün padişah benim!
Böyle bir ülke hükmüm altında olduktan sonra, yeryüzü saltanatına minnet mi
ederim?”.
Padişah
o nazenine, “Peki, bu söze ne delilin var?” dedi.
Ayaz,
“Padişahım!” dedi, “Ne diye sorarsın? Zaten bu sırrı bilirsin. Padişahlık
senin, ama senin padişahın da gönlün! Ama gönlün de bu kölenin buyruğu altında
ya, işte bu padişahlık yeter bana! Sen padişahsın; bugüne bugün senin padişahın
gönlün. Fakat gönlüne hükmeden padişah da benim. Ben daima padişahın padişahıyım,
bu yüzden saltanatıma felekler bile haset etmededir. Senin saltanatın, mutlak
bir saltanat; ama Ayaz’ının saltanatı da haklı bir saltanat!
Aslın
gönüldür. Gönlün yoksa söyle bana, ülkeyi ne yapacaksın, ne işe yarayacak?”.
Gönül,
mütemadiyen içinde yer eden muradına teşne olsa da onun bu yöndeki istidadının
sınırları bundan beridir. Zira gönül her ne aşk ile yansa da hakikî/ilâhî
aşkta, aşkın bir ahvâl ve tarifi mümkün olmayan bir hüviyet ile tecelliye
mazhar olur. Hayatta neyi istediğini ve neyi istemediğini bilmenin en mücessem
örneklerinden biri de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethidir. Efendimiz’in
(sav) methine mazhar olan ve O’na olan aşkıyla İstanbul’u fetheden Fatih Sultan
Mehmed Han, “İstemem” adlı şiirinde
asıl arzusunu –“Avni” mahlasıyla- şerhe ihtiyaç duyulmayacak bir sarihlikte
Efendimiz’e (sav) şöyle arz ediyor:
“Sen
kokmayan gülü neyleyim,/ Neyleyim sensiz baharı?/ Sen doğmayan günü neyleyim,/ Neyleyim
sensiz ben dünyayı?/ Senin tenine değmeden gelen yağmuru istemem,/ Meltemi
istemem./ Seni parlayacaksa parlasın yıldızlar,/ Sana yanmayan yıldızı
semalarda istemem./ Bülbüller söyleyecekse seni söylesin,/ Senden okumayan
bülbül olsa dinlemem./ Özlemim Sen olacaksan, yansın yüreğim;/ Sılası Sen
olmayan gurbeti istemem, vatanı istemem./ Bir ateş yakacaksa beni kalbimden,/ Senin
aşkının ateşi yaksın,/ Senden gayrı başka bir aşkla kül olursa kalbim,/ Bu
kalbi istemem, ateşi istemem, koru istemem./ Seni göremediğim vahalar
bedevilerin olsun,/ Ben Senin çölünü isterim, suyu istemem./ Sana çıkacaksa
durmaz yürürüm,/ Sonu Sen çıkmayan yönü istemem, yolu istemem./ Ben gönüllü bir
köleyim, kulağımda küpem./ Kalbini fethedecekse geçerim bin Sina’yı birden./ Yoksa
neyime?/ Bu fethi istemem, Mısır’ı istemem, cihanı istemem./ Ben Sultan Fatih’im,
önündeyim İstanbul’un./ Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için./ Yoksa Gül
Yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul’u istemem./ Ben bir garip
Yûnus’um, yazdığım Sensin, yandığım Sen./ Senden gayrı bir aşka ben kalemi
istemem, kağıdı istemem./ Ben Senin ümmetinim, Sensin benim Efendim./ Senden
gayrı, Senden başka Efendi istemem, Sevgili istemem, istemem…”
Her
bir veçhesi Efendimiz’e (sav) olan hissiyat, hasret ve aşk ile dolu olan ve
aslın aşk ve rıza olduğu -İstanbul dahi olsa gayrının hiç hükmünde görüldüğü-
bu şiirden sonra son bir söze gerek olmasa da, Fuzûlî’nin yukarıdaki dizesine bir
kez daha gönül vererek kelâmı
nihayete erdirmiş olalım: “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.”
(Padişah
gibi fakirim, muhteşem bir köle/dilenciyim.)
Peki, hangisine talibiz; padişahlık mı, gedalık mı?