BİRTAKIM örgütler, gizli emellerine süslü kılıflar bularak
dünyayı kendi hedefleri doğrultusunda şekillendirmeye çalışıyorlar.
Devletlerin, millî menfaatleri için yaptığı ve yapacağı bu tarz çalışmaların
-insanî değerleri yok saymamak şartıyla- kabul edilebilir olduğunu, benzer
çalışmaları ne kadar fazla ve doğru yaparsak o kadar kolay yükseleceğimizi
düşünüyorum.
Ancak öyle kurumlar var ki, kendi devletlerini bile
tahakküm altına almış, emperyalizmin hâkimiyetini dünyanın her noktasına
yaymaya çalışan para baronları tarafından yönetiliyor. Bu baronların dini var
mezhebi yok, devleti var milliyeti yok, tarihi var kültürü yok, beyni var kalbi
yok.
Dedik ya, gizli emellerine süslü kılıflar buluyorlar; ya
küreselleşerek geri kalmış ülkelerin de dünyaya entegre olmasını istiyor
görünüp sömürü düzenini yaygınlaştırma gayretiyle çalışıyorlar ya da eğitimi
güçlendirmek bahanesiyle devletlerin eğitim sistemini kültürlerinden kopartıp,
burs vererek yetiştirdikleri öğrencileri ülkelerine göndererek kendi emellerine
hizmet eden noktalara getiriyorlar.
Türkiye’de de tesadüfle açıklanamayacak kariyerler var
bununla ilgili. Uluslararası çapta büyük sükse yapan bursları alan ve dünya
siyâsetine yön vermek amacı güden kurumlarda eğitilmiş kişiler, Türk siyâseti
ve sermayesi için önemli noktalara geliyor.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
Eisenhower, yıllarca Ekonomi ve de Dışişleri Bakanlığı yapan Ali Babacan’ın Fulbright,
eski Başbakan Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ın da Rockefeller bursu almış olmalarını
bu yüzden çok anlamlı buluyorum.
Dünya çapında bir milyondan fazla mezunu olduğunu ve
bunların içinde üç yüzden fazla devlet ve hükûmet başkanı bulunduğunu açıklayan
ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun 11’inci
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü de yetiştirdikleri listesinde göstermesi, aynı
derecede anlamlı.
Tabiî unutulmaması gereken çok özel bir oluşum daha
var ki, o da ekonomi, medya ve siyâset alanındaki katılımcıları ile dikkat
çeken Bilderberg toplantıları. Bugüne kadar kimler katılmadı ki bu toplantılara?
Dikkatinizi çekebilecek bazı isimleri hatırlayalım şimdi: Siyâsî kimlikleriyle Süleyman
Demirel, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Ali Babacan, Kemal Derviş, Hikmet Çetin,
Faik Öztrak, Zeynep Damla Gürel ve Tayyibe Gülek; gazeteci kimlikleriyle Cengiz
Çandar, Enis Berberoğlu, Fehmi Koru ve Sami Kohen; sermaye grubundan Mustafa
Koç, Ferit Şahenk, Muhtar Kent, Ümit Boyner, Arzuhan Doğan Yalçındağ ve daha
niceleri…
Türkiye’nin yaşadığı son 20 yıl göstermiştir ki, dış
desteklerle eğitim almış, dış mihrakların dümen suyuna girmiş yukarıdaki
isimlerin neredeyse hiçbiri vatan-millet aşkıyla izah edilebilecek projelerin
altında imzası olan kişiler değillerdir.
Yukarıda ismini zikrettiğim kuruluşlar, birçok ülkede
olduğu gibi Türkiye’de de siyâsetin dizaynında önemli rol oynamışlardır. Burada
gelebilecek bir eleştiriye de şimdiden cevap vermek isterim: Recep Tayyip
Erdoğan da aynı dış güçler tarafından seçilmiş, yükseltilmiş, medya ve sermaye
desteği ile onun liderliğindeki AK Parti’nin kurulması ve seçim kazanması
sağlanmıştır. Ancak, Erdoğan’ın o mâkâma gelmesini sağlayanlar, bizzat Erdoğan
tarafından kandırılmış ve elde ettiği gücü devleti, millet ve ümmeti uğruna
kullanmayı tercih ettiği için ondan kurtulmanın yolları denenmiştir defalarca.
Şimdi soru şu: Türkiye’yi boyunduruğa almak için
uğraşanları kandıran Erdoğan mı makbuldür, yoksa Türkiye’yi kurtarmaya çalışan
Erdoğan’ı kandıranlar mı? Sorunun güncel özneleri malûmunuzdur; Abdullah Gül ve
Ali Babacan…
Geçen hafta, hiçbir insanî, siyâsî ve etik değerle
açıklanamayacak bir itirafla gündeme geldi Ali Babacan. Normal şartlarda
yalancılıkla ve ihanetle suçlanacağını bildiği için gizlemesi gereken bir
olayı, bir canlı yayında, öyle zannediyorum ki siyâsî tecrübesizliğine kurban
olarak ağzından kaçırdı.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı için imza verdiği
dönemde, Abdullah Gül’ün muhalefetin çatı adayı olmasının görüşüldüğü masada
olduğunu ve bunun için çalıştığını söyledi.
Kim bu Ali Babacan?
Benden sadece 29 gün küçük olduğu için, zamanında daha
sempatik bulduğum, eğitim hayatının herkesin gözlerini kamaştırdığı, İzmir
İktisat Kongresi kapsamında canlı dinleme şansı da bulduğum, Türkiye’nin
geleceği için önemli, pırıl pırıl bir siyâsetçi profili var hafızamda. Keşke o
şekilde kalabilseydi…
Ancak onu siyâsete sokan Abdullah Gül’ün Erdoğan’a ve
dâvâya ihanetinin ardından birtakım şüpheler oluşmuştu aklımda. Kendisini kimse
tanımazken, henüz 2002 seçimleri bile yapılmadan, Gül’ün gazeteci Ahmet Takan’ı
arayarak, “İngiltere’ye gönderdim. Roadshowlarda yetiştirdim. Seçimden sonra
Ekonomiden Sorumlu Bakanımız olacak. Ve ileride yıldızı çok parlayacak. Çok
genç!” diyerek tanıttığı Babacan’ın bir proje olması ihtimâlini ise çok
sonra değerlendirmeye başladım ne yazık ki.
Ancak kısacık ama parlak kariyeriyle benim gibi o
kadar çok kişinin gözünü boyamıştı ki uzun süre kimse toz konduramadı
kendisine. Erdoğan’ın onu partide tutma çabalarının ise ya projenin
ilerlemesini önlemek ya da gerçekten başarılı olması beklenen bir siyâsetçinin
millî menfaatler içinde çalışmasını sağlayabilmekten ibaret olduğunu
düşünüyorum. Bizim yeni yeni keşfettiğimiz gerçek Babacan’dan Erdoğan çok daha
önce haberdardı ve ekonomiyi de, dışişlerini de ceza olsun, belki de akıllansın
diye almıştı elinden…
Sonuç olarak, Fulbright bursuyla ABD güdümüne,
Bilderberg toplantıları ile küresel baronların emrine giren, Kraliçe’nin Şövalyesi
tarafından Ekonomi ve de Dışişleri Bakanlıkları seviyesinde siyâsete sokulan
Ali Babacan, kendisine Türkiye’yi büyütme fırsatı veren lideri yerine,
Türkiye’yi etkisizleştirme görevi veren ağababalarının oyununu oynayıp
partisine ve dâvâsına, hatta bize göre devleti ve milletine ihanet eden bir
isim olarak geçecek siyâset tarihine.
O gün o ihaneti itiraf etmek istediğini düşünmüyorum. Bugüne kadar kurmaya çalıştığı tuzaklar ayağına dolanmıştır. Zira Enfâl Sûresi’nin 30’uncu ayetinde müjdelendiği gibi, “Allâh, tuzak kuranların en hayırlısıdır”.