DÜNYADA en çok kullanılan kelimeler, aslında sözlüklerde de en
çok aranan kelimelerdir. Anlamı bir yerde bulunamadığından mı? Elbette değil. Mânâya
gidilemediğinden…
Bir insan gürûhu düşünün; ritim ve ahenk duygusunu,
mânânın hâllerini, hayatın kendiliğini kelimelerle raks etmek ile takas etmiş… Bedava
değil ya, o nedenle de kıymetli(!)… O yüzden başı da dönmüyor hiç. Dünyaya
meydan okuyuşu da bundan… Hem öyle ya, nasıl olsa meydan geniş, kime ne!
Çıktığı yolculuğu uzundur kelimelerin; yolda doğar, yolda
yaşar, yolda ölürler âdeta. Kaderleri ağırdır. Öyle ki, kendilerine çok
seslenilmekten kaynaklı olarak nereye bakacaklarını bilemez hâle gelirler.
İnsanın elinde bazen bir araç, bazen bir amaç olarak oradan oraya sürüklenerek
hayatlarına devam ederler.
Bir başka cephesiyle insanın, en çok sevdiği kelime ve
sıfatları en çok sevdikleri için kullandığını görürüz. Bu açıdan merak
edilenler ile sevilenler arasında doğru bir ilişki hep vardır. Öyle de efendim,
sevgi zaten bildirmiyor mu mânâyı? Sevgi zaten tanıtmıyor mu kendini? “Sevgi
zaten” diye başlayan bir dizi soru, hemen elini yakamıza götürebilir. Götürse
yeridir. Zira sevgi her kapıyı açar. Sevginin hususî bir yeri vardır, doğrudur.
Çünkü insan kelimeleri ya biriyle paylaşmak için kullanır ya da kelimelerle
dostluk kurmak için. Paylaştığı veya paylaşamadığı şeyin temelinde de sevgi ile
sevgisizlik yatar.
Kısaca bahsettiğimiz üzere, kelimelerle ilişkimiz de
meselelere bakışımız gibi girift bir kaynaktan beslense de -mevcut durumda konu
her neyse- aslında bize yön tayin edecek ipuçları da yine kelimelerin içinde
saklıdır. Hayatın içine doğru biraz daha yaklaştığımızda ise kelimelerin
arkasında iki önemli kavram karşılar bizi: Rahatlık
ve rahatsızlık…
İnsan bu dünyada -farkında olsun ya da olmasın- bir rahatlığın
veya rahatsızlığın odağında verir mücadelesini. Ancak buradaki rahatlığın da,
rahatsızlığın da kendince veya derdince
olduğunun hemen altını çizmek gerekir. Bir diğer ifadeyle, rahatlığın
getireceği rahatsızlık olabileceği gibi, rahatsızlığın getireceği bir rahatlık
da pekâlâ mümkün olabilir mi? Elbette olabilir. Sadece bir kişinin bile farklı
konu ve zamanlarda, farklı konumlarda olabileceğini söyleyebiliriz. Ancak bu
çerçevede asıl dikkat çekilecek husus şudur ki; ne sahici bir rahatlık, okunuşundaki kolaylık kadar
erişmesi zahmetsizdir, ne de sahici rahatsızlık,
bir bedenin yorulması kadar endişeden arîdir.
Rahatlığı asıl rahatsız olduğu konularda arayan, bulan ve
yaşayan için bu dünyadan anlaşılmadan gidilecek şeylerden biri, rahatsız
olamayan ile rahatsız olmayanın hâlidir. Aynı şekilde rahatlığı, her bakımdan rahatlığın
kendinde ve tek boyutlu hâlinde arayan, bulan ve yaşayan için ise kısa ömürde
anlaşılmadan gidilecek şeylerden biri, rahatlığı kolay ve ulaşılabilir
görmeyenin hâlidir. Rahatsız ol(a)mayan ile rahatlığa kolay ulaşanın hâli, bu
açıdan çekilmeyecek perdeyi çekmek ile çekilecek perdeyi çekmemek durumlarına
benzer. Ki kişi, bunlardan birini her yaptığında kendisiyle aynası arasına bir
perde daha çeker.
“Perde” deyince, akla o güzel söz de elbette gelebilir:
"Kusurları örtmede gece gibi ol!"
İnsan rahatsız göründüğü ama rahatsız olamadığı
hususlarda evet, bir gece vakti özelliği taşıyor. Lâkin gece olmaktan asırlarca
uzakta... Zira karanlık/karanlıkta olmak ile gece olmak arasında gündüz kadar
bir fark vardır. Bizim çoğunlukla “ayakta kalabilmek”, “hayata tutunabilmek”
diye tanımlayıp çiçeklere bürülediğimiz şey, bir kale boyu yerin altından
okuduğumuz hariçten bir gazel olabilir. Denizdeki konumunu bilemeden karaya
yakılan türkü gibi... Evet…
Denizdi... İçinde yaşayamadık. Ne yaptık? Gönüllü gönüllü
geçip gittik. Geçmeyi kurtuluş sandık. Ana yurdu terk ettik. Kendi elimizle baş
başa iken yolun bir yerinde ansızın susadık. Parıldayan her şeyi suya vardık
zannettik. Eskidendir, buradan bir su geçermiş bildik. Eskidendir, buradan bir
yol geçermiş. Geçmeye alışkındık çünkü sadece. Yaşamaya değil. Ayak diriyorduk
ama ille de geçmek için. O yüzden yine bir topraktan geçmek için yeltendik ve
batağa saplandık.
"Mum dibine ışık vermez" cümlesi evvelâ buydu.
O yüzden kendimizi göremedik. İnsan, özündeki su ve toprağı en iyi bildiğini
zannetti. Lâkin kendini bilmeye hep uzak yollar aradı. Daha yolun başında
kervanın izini kaybetti. Nihayet haramiler şehrinde esir oldu.
O hâlde buyurun, esir şehirden kurtulmak niyetiyle kadim
eserlerimizden olan Bostan’dan bir alıntı ile sözü bir nebze rahat ile nihayete
erdirmiş olalım:
“Akıllıysan şayet, her bir şeyin özünü, anlamını kavramaya çalış! Çünkü suret
fani; mânâ kalıcıdır. İlmi, cömertliği, takvası olmayan kişi, mânâdan mahrum,
kuru bir surete benzer. Sağlığında halkını rahat yatıran kimse, öldükten sonra
toprak altında rahat yatar. Ahiret azığını şimdiden toplamaya gayret et! Zira
ölümünden sonra yakınların hırsa kapılıp ruhuna hiçbir iyilikte
bulunmayacaktır. Altını, nimeti bugün dağıt! Yarın onlar senin olmayacaktır.
Acı çekmek istemiyorsan, acı çekenleri hatırdan çıkarma! Hazine elindeyken
sahiplerine ver, yarın anahtarları senden çıkacaktır. Azığını kendin hazırla!
Son nefesini verdikten sonra eşinden, çocuğundan şefkat bekleme. Öte âleme
azığını kendi götüren, bu dünyada devlet topunu çelmiş demektir.
Hiç kimse kaygılarımı paylaşarak sırtımı kendi tırnaklarım gibi kaşıyamaz.
Servetin neyse avucuna al, ihtiyaç sahipleri arasında bölüştür! Aksi takdirde
yarın elinin tersini ısırırsın. Fakirlerin sırrını sakla, kusurlarını araştırma
ki Yüce Allah da yarın senin kusurlarına perde çeksin. Düşkünü kapından eli boş
çevirme! Allah muhafaza, bir gün sen de kapı kapı gezen bir garip olabilirsin.
Başkasına muhtaç olmaktan korkan büyük insan, muhtaçları darda bırakmaz, onlara
iyilik eder!
Gönlü yaralı kimselerin hatırlarını sor, onları gözet! Kim bilir, yarın bir gün sen de bu duruma düşebilirsin. Darda kalmışların gönüllerini ferahlat ki darda kaldığın zaman gönlün rahata ersin. El kapılarında dilenmediğine göre, kapına gelen dilenciyi kovma!”