DÜNÜ, bugünü ve yarını
ile -görece tanımlamalarla yaşatılmaya çalışılsa da- çok kullanılan kavramlar
olarak süreklilik veya sürdürülebilirlik,
“zaman” kavramı ile birbirine yakın bir çizgide yarışmanın zorluğunu hisseder
her dem. O nedenle zamanın olağan akışına uymak yerine onu belirli periyotlarla
değerlendirme yoluna gitmeye çalışır.
Canlı
olmayan, somut verilere dayanan, gözlemlenebilen konularda bu durum kolaylıkla değerlendirilip
sonuca gidilebilirken -iç ve dış dünyasını oluşturan bütün unsurlar ile bir
canlı olarak- insanı ve onu doğrudan ilgilendiren konuları değerlendirmek o
kadar kolay değildir.
“Değerlendirme”
kavramını somut olarak ortaya koyan ise, nihaî olarak -ister bağlamından
bağımsız, ister bağlamıyla arasındaki organik bağ ile birlikte ele alınsın- anlamaktır. Ancak insanın türküsünü yerinden ve dosdoğru anlamak için
öncelikle onu gerçek yerinde ziyaret etmek gerekir. Durum böyle görünse de insanın
kapısını aşındırmak veya telefonu mütemadiyen aranmakla da varılacak şey değildir
bu elbette. Ziyaret etmek ile vaktini beraber geçirip geçirgenliği olmayan bir
toprakta komşuluk veya mihmandarlık yapmak arasında ziyadesiyle fark vardır
zira.
Doğru
adres, ona doğru zaman ve mekânda doğruca yaklaşmakla edinilecek bir şey belki
de. İnsanı insana kavuşturan adresi veya haritayı bulmak, sistemli bir yolu
izlemekle vaki olacak bir durum da değildir bu noktada. Milimetrik bir sapmanın
bile gidilecek yolu ne çok değiştirdiğini hesap ettiğimizde, sonuç daha da
vahim bir yere gidecektir. O hâlde insana ve onun kalbine giden yolda hangi
hassas terazi kullanılmalı?
Öncelikle
bunun tespitini insan, kendi terazisinde tartarak yapmalı. Öyle ya, vardığımız
yer gerçekten gitmek isteğimiz yer mi? Buna cevap verebiliyor muyuz peki?
Cevabını bulmayan
her şey, kadim bir hikâyeye dönüşür.
Cevabını
bulmayan her şey fileye takılan ama öylece unutulan balık gibidir. Can çekişir.
Hasta yatağında yatar. Hatta ölür. Ama yine de başka bir sûrette çıkar
karşımıza. “Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür”, doğru, ama muhataplar unutsa
bile her cevap yerini aramaya devam eder. Arayıştan geriye ne kalır? Gizli bir
taşın altına bırakılan bir mektup…
Ne
söyler mektup? “Bu mektubu akşam alırsan
akşam gel, sabah alırsan sabah gel!”
“Gel”
kelâmı hangi yolculuğun, hangi diyarın çağrısını duyurur? Bilinmez. Hem ile dem arasında bir yerde hemdemine fısıldar sadece tılsımını o.
Hemdem mi, hemzaman
mı, hemzebân mı?
İster
surete, ister mânâya ilişkin olsun, dikkate değer en önemli şeylerden biri de, nüanslar
arasındaki farkın hissedilmesidir. Zira her ağaç, ayrıntı gibi görünen en özel
gayretini meyvesi için saklar. Diğer ifadeyle lezzet, nüanslar içinde filizlenir.
Anlamı bulmak da öncelikle hissetmekle başlar. Akıl hem kendi rotasını, hem
gidilecek rotayı sonra bulur. Bazı cevapların istemsizce, sonradan dilimize
veya aklımıza gelmesi de bunun önemli göstergesidir. Hâl ve his karşısında
aklın takip yetisi -bir paragrafın yerleri değiştirilmiş cümleleri gibi- nizam
vaktini bekler.
Bir ahenk anlamı,
bir anlam bir ahengi ne zaman ve nerede pişirir?
Kum
da topraktandır, kil de. Oysa biri dağınık dünyamızı sembolize edebilirken,
biri söğüt altındaki çeşmeden içilen su kabını… Tam ifadeyle, biri zerrelere
ayrılarak bütünken, biri her zerresiyle pişerek bir bütündür. Biri güneşte
kavrularak dağılırken, biri ateşte pişerek demlenir. Biri soğuğu gördüğünde
çatlarken, biri ısıyı sızdırarak en önce kendini ferahlatır. Birinden en fazla
kumdan kale yapılabilirken, birinden pişirilerek toprak kaplar yapılır. Bir
anlam ahengini, bir ahenk de anlamını bulduğunda ise, en az bir yüzünü ateşe
kurban etmiş sayılır. Peki, biz neyi kurban edip neyi itlaf ediyoruz? Yolunu
hiç şaşırmayan tepkilerimiz vardı bir zaman. Şimdi neredeler?
Tepkilerimiz
konunun neresinde yolunu kaybediyor?
Bir
yolculuktayız. Burada hemfikiriz. Bu kadar kaybetmişlik veya kaybolmuşluk
arasında en çok mutabık olduğumuz konulardan biri, yolculuk. Ama bu, dile
yaslanan bir şey, mânâya değil. Zira en kısa yolculukta bile yolcular arasında
bir hukuk doğar ve yolcular bu hukuku gözeterek, bazen içten, bazen kendi
içinde tutarlı ve akla dayanan süreçler geliştirirken, bu tabloda herkes araçta
kimse yokmuş gibi davranmaya zorluyor kendisini. Araç bir yerlere gidiyor ve
her şey normal gibi görünüyor. Lâkin biz, yolcular olarak yolumuzu kaybetmeyi
bedel vererek araca binmiş gibi davranıyoruz. O yüzden şoförün yaptığı bâriz ve
önemli hatalara değil de hata sayılmayacak şeylere tepki veriyoruz. Böyle bir
hâl üzereyiz.
Yine
başka bir yere gitti konu, diyoruz hep, “Aslında ben şöyle de diyecektim”
cümleleri... Tepkilerimiz neden gecikiyor? Anlam nerede kayıyor?
Anlam kayması mı,
zaman kayması mı?
Hassas
teraziden geçirilmeyen insan ve onun kalbi, o kalpten zuhur eden ve cevabını
bulmayan sorular, hemdem yerine hemzamanı içselleştirmek, kendini hayata karşı
bile demleyemeyenin, mayanın özü olana üstünlüğünün kabul görmesi, birbirine hemdem
olan ahenk ile mânâ arasındaki gerginliğin arttırılması ve nice sayılamayan
husus, anlamın zamandan, zamanın anlamdan kayarak birer seyyare gibi fezada
yörüngesini arar hâle geldiği mecrada yaşatıyor bizi. Birbirini tamamlaması lâzım gelen her şey, hasret yörüngesinde başı dönmeden
eşitsizliğe doğru bir devinimi takip ediyor.
Hâl bu iken, nihaî
durumun analizi nasıl bir temsil ile izah edelim?
Bir yangının içinde olan insanın yangından kurtarılma işi geciktirilir mi? Elbette hayır! Birinci travma: Yanan, o insanın evidir ya, canıdır. Görmezden gelinir mi? Gelinmez efendim! İkinci travma: Yanan bir can iken, akla eşya gelir mi? Gelmez efendim! Üçüncü travma: Yangına körükle gidilir mi? Gidilmez efendim! Dördüncü travma: Öyle de, “Yangın başka mahallede” denilir mi? Denilmez efendim! Beşinci travma: Yangının ortasındaki insana yangın konulu anket yapılır mı? Yapılmaz efendim! Kaçıncı oldu? Çok oldu efendim, çok oldu. İlmeği kaçıralı çok oldu! Söküp düzeltmek yerine ona da bir çare buluruz gerçi. Olursa, bunun adı “çare” olur mu? Takılmayalım buna şimdi, örmek yerine bir örnek gösteririz. “Örtmek” deriz meselâ. Mâhir değil miyiz, konunun ve üslûbun ne önemi var(!)?