Hangi ahde vefâ?

Vefâsız olanlar da oluyor elbet; yapılan her tür iyiliğe vefâlı tavır sergilemektense, arkasını dönüp üzerine basarak bulur hazzı vefâsız olan. İnsan bu ya, her zaman karşılık bulamayabiliyor. Emeklerden, iyiliklerden, beklenenlerden kurtulmanın yolu, vefâsızlık oluyor.

VEFÂ… Sözlük anlamı olarak “sevgi, dostluk ve bağlılıkta sadakat göstermek, sözünde durmak” olarak ifade edilir. Farklıdır açıklamanın şu noktası: “Sözünü tutmak” değil, “sözünde durmak”...  İnsanlar arası etkileşimlerde, insanın mahlûkat ile olan münasebetinde ve insanın Yaratan ile olan bağında nedir vefâ ve nasıl olmalı, olunmalıdır?

Vefâ hissiyatını kaleme almadan önce, çevreme soruyorum “Vefâ hakkında ne söylenebilir?” diye. Bu derin hissiyatın açıklamasında insanlar arası sadakat duygusunun yok oluşundan daha öteye geçemiyor verilen cevaplar. Sanki hepimiz daha dünyaya gelmeden Bezm-i Elest’te verdiğimiz sözü unutmuş gibiyiz hâlbuki.

Kime karşı nasıl vefâ sahibi olmalıyız?

Bu sorunsalın cevabını sadece topluma atfetmeden önce şüphesiz insan, önce kendisini yoktan var eden ve iman nimetini bizlere lutfeden, dünya hayatında iken kendisine sayısız nimet verip mahlûkatı insana hizmet için yaratan Allah’a vefâ sahibi olmalıdır. Çünkü vefânın en mühim seviyesi, Cenâb-ı Hakk’ın ruhları yaratıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu vakit “Elbette Ya Rab” diye cevap verdiğimiz “Kâlû: Belâ”daki ahde vefâdır. Ahde vefâ, “Allah’a karşı ezelde verilen söze sadakatle bağlı olmak” demektir.

Rabbimiz ile ezelden yapmış olduğumuz bu ahde karşı vefânın en özel hâlini Hazreti İbrahim’de görüyoruz. “Hangi ahde vefâ?” dediğimiz zaman gözlerimiz dolarak gönlümüzden ilk kopan ve dilimize düşmesi gereken bir İbrahim vefâsı lâzım yüreklerimize. Hazreti İbrahim’in, insanlıktan sapmış toplulukların içindeyken nasıl Rabbine yöneldiği ve yöneldikten sonra hükümdar tarafından ateşe atılırken dahi sergilediği tevekkül ve teslimiyet, bizlere ahde vefânın en güzel örneğidir. 

Yine Hazreti İbrahim’in “imtihanların en ağırı” olarak evlâdıyla sınanmasıdır Rabbine olan vefâsı. İlerleyen yaşına rağmen duâlarının karşılığında Hazreti İsmail’in olması ve duâsında Rabbine, “Evlâdım olursa Sana kurban edeceğim” diye söz vermesi ve “sözünde durmak” dediğimiz vefânın yerine getirilmesi idi İbrahimî tavır. Gözlerinden yaşlar akarken, yüreği parçalanmasına rağmen, evlâdını dahi Rabbine verdiği söz için keskin bıçakların altına yatırabilmekti Hazreti İbrahim’in vefâsı.

Biz müminler de bilmeliyiz “Rabbe karşı ahde vefâ” denilince Hazreti İbrahim’in sadakat, vefâ ve emre itaat etmedeki inceliğini ve başına gelen her musibette teslimiyet ve tevekkül sahibi olmanın önemini. Ve yine bilmeliyiz ki, Hazreti İbrahim demek, “ateş karşısında sabretmek ve Allah’a sığınmak, teslimiyet, vefâ, sabır, aşk, iman ve tevhid” demektir.

Rabbimize yönelik ahde vefâdan daha sonra kademe kademe büyüklere, anne babaya, hısım akrabaya ve tüm insanlığa vefâya yönelmeli ve bunu gönlümüze yerleştirmeliyiz. Ayrıca insan tüm mahlûkata aynı duygularla yaklaşmalıdır ki Allah’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı, yine Allah’a olan vefâdır.

Sosyal hayatımızda “vefâ”, üzerimizde hakları olanlara karşı muhabbet ve fedakârlık ile davranabilme gayretidir. Çünkü insan hayatı bin bir hak ile devam eder. Daha dünyaya gelmeden başlayan bu haklar, öyle olur ki öldükten sonra dahi devam eder. Hadîs-i şerîfle uyarılmışızdır bu anlamda: “Vefâ, imandandır.”

Evlilikte eşlerin birbirine olan vefâsının en güzel örneği, kuşkusuz Efendimiz Hazreti Muhammed’dir. Efendimizin, vefâtından sonra bile Hazreti Hatice’nin akrabasına hürmette bulunduğunu ve alâka gösterdiğini görünce, bu durumu Hazreti Aişe sorar: “Ya Resulallah, çok alâka gösterdiniz, sebebi neydi?” Efendimiz cevap verir: “O hayatta iken bize çok gelirdi. Ya Aişe! Vefâ, imandandır.”

“Vefâ, kendini bilmektir. Dönüp bakmaktır. Unutmamaktır” diyor İbrahim Tenekeci. Asıl mesele şudur: Gündelik ilişkilerimizde biraz öteye gittikten sonra, dönüp arkamızda bize yardımcı olanları görebiliyor muyuz, yoksa geldiğimiz yeri meşrulaştırma çabası içinde kendimizce haklı sebepler uydurarak kendimizi mi kandırıyoruz? İnsan ilişkilerinde esas olan budur!

İnsan hayatı, merdiven basamakları gibi iniş çıkışlarla dolu. Gün gelir, bazı durumlara katlanıp devam etmek gerekirken şikâyet ettiğimiz olur. Bu noktada bilmeliyiz ki, tahammül edebilmek, bize asıl değeri katacak erdemdir. Hüseyin Kazım Kadri’nin, “Dostlarınızdan bir vefâsızlık görürseniz, onları sakın kırmayın. Üslûp ile geri çekilin” şeklindeki tavsiyesi, bize nasıl bir tavır takınmamız gerektiğinin efsanevî bir ölçüsüdür.

Sosyal medya üzerinde okuduğum bir söz, aynen şöyle idi: “Ağacın altında, gölgede dinlenen ihtiyar bir amca, kalkarken ağaçtan helâllik istedi. Elindeki suyu ağaca döküp gitti.” Sahi, neydi bu vefâ? Senelerce eğitim görmüş insanlarda bu amcadan eksik olan neydi? En önemlisi de, kimse neden bunun eksikliğini hissetmiyor? Bu konuda sorulacak sorular hayli uzayıp gidebilecekken, verilebilecek tek bir cevap var: “İnsanoğlu yeryüzünde ahdi kadardır!”

Özetle insanoğlu, vefâ yokuşunu çıkarken ne olursa olsun iyiliği dokunan her şeye vefâlı olmalıdır. “Eşyayı dahi incitme!” diyen bir medeniyetin mensuplarıyız. Bu anlamda geçmişe vefâ, insana vefâ ve üzerinde yaşadığımız toprağa vefâ duygusunu gönlümüze işlemeliyiz. Bu anlamda bize düşen, ezelde bize verilmiş olan ve bizim de Rabbimize vermiş olduğumuz ahde vefâlı olmaktır. İnanın, insan kendi yüreğinde bu ahdi hissetmeye çalıştıkça Peygamberine de, ailesine de, arkadaşına da, vatanına ve milletine de aynı sadakatle bağlı olabiliyor.

Vefâ duygusu var ki, insan hayatta yaptıklarının karşılığını değilse de vefâlı olmayı bekliyor. Vefâsız olanlar da oluyor elbet; yapılan her tür iyiliğe vefâlı tavır sergilemektense, arkasını dönüp üzerine basarak bulur hazzı vefâsız olan. İnsan bu ya, her zaman karşılık bulamayabiliyor. Emeklerden, iyiliklerden, beklenenlerden kurtulmanın yolu, vefâsızlık oluyor.

Duâmız şu ki, Yaratan, verilen bir bardak suya dahi vefâlı olan ve vefâsı olanlarla karşılaştırsın bizleri. (Âmin.)