Han Duvarları’nın öyküsü

“Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,/ Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!” (Faruk Nafiz Çamlıbel)

GELMESİNİ beklediğim hâlde ansızın gelmişti tayin haberi. İstanbul olmadığını öğrendiğimde, an sızlamıştı. Hayâllerimde yoktu Anadolu’ya gidip bir köyde öğretmenlik yapmak.

Haberi almasıyla gözlerinde garip bir duygu var oldu annemin. İlk defa ayrı kalacak, ayrılacaktık. Çok değil, bir ay sonra yola çıkmam, başında ip atladığım ve ortasında müzik dinlediğim, sonunda da kitap okuduğum sokağa ve hatıralarıma vedâ etmem gerekiyordu.

İstemeye istemeye kapattım bagajı. Annemin “Lâzım olur, bunu da al” dediği şeylerle dolu olan son koliyi de koymuştum. Kimsenin benimle gelmesini istemiyordum. Tek başıma yola koyuldum, kulağımda Faruk Nafiz’in “İlk sevgiliye benzer ilk acı, ilk ayrılık” mısraı yankılandı.

Yol uzadıkça uzadı, gittikçe gitti. Her yerin sarı oluşu çarptı gözüme. “Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaç sarı” diye devam etti Faruk Nafiz. Sonbahar erken mi geliyordu Anadolu’ya, yoksa hep sonbahar mıydı mevsim burada? Yahut içimizde var olan ayrılık hüznü müydü gözümüzü sarıya boyayan? Biraz daha ilerleyince yeryüzüne kazık misâli saplanan Anadolu’nun koruyucuları, dağları gördüm.

“Zincirlenen yüksek Toros dağları” göze çarpıyordu. İlk başta fark edilen heybeti, dik duruşu, “Ben varım ve buradayım” diye haykırıyordu âdeta Anadolu insanı gibi. Yamaçları tırmandım bir bir, sonra dümdüz bir ovaya geldim. Bitmiyordu düzlük, uzadıkça uzuyor, gittikçe gidiyordu. “Yol, hep yol, daima yol”… Bir ben vardım koca ovada, bir de demin ardımda bıraktığım “bir atlı, iki yaya”… Yaklaşıyordum köye, yaklaştıkça artıyordu içimdeki gurbet sızısı. “Gidiyordum gurbeti gönlüme duya duya”…

Biraz daha yol alınca bulutların ardından sızdı güneş ışığı; bir şeyi işaret ediyor, sanki görmemi istiyordu. Arabamı gösterdiği yere doğru sürmeye başladım. Heyecanlandırmıştı bu beni. Birden acısını hissettiğim gurbeti kaldırılmıştı gönlümden. Kuşlar girdi huzmeden içeri. Daima gurbette olan, aidiyet duygusuna mazhar olmamış, olamamış, olma ihtiyacında bulunmamış kuşlar… Bu hislerin sadece insana ait olduğu geldi bu sefer de aklıma. Kuşlar zaten bunu hissedemezlerdi ki…

Düşüncelerim hemen bir antitez üretti. “Askerler” dedi, “Onlar da oradan oraya gitmiyorlar mı?”. Kuşların göçlerini mevsimler belirlerken, onlarınkini ülkelerine, vatanlarına duydukları sevgi belirliyordu.

Kayseri’ye gelmiştim. Şehir merkezine gidip oradan köye çıkacaktım. Gidemedim. Yollar beni düşünceye sevk etmişti. “Yol, hep yol, daima yol”… Bir kervansaray ilişti gözüme; şehre girecek cesareti bulamayınca kendimde, geceyi orada geçirmek üzere niyet ettim. Arabamı park edip içeri girdim. Kapıyı araladım. Önce karanlığa açılıyor sandım. Sonra içeride belli belirsiz yanan ışığı fark ettim. Boş odalardan birinin anahtarını alıp çıktım yukarı. Evimden ve sevdiklerimden uzakta, gurbet kucağında bir gece, bir oda…

Beni bekleyen beyaz ve temiz çarşaflara attım kendimi. Yine gözlerim sarıya boyandı, uyku girmedi bir türlü. Gece lâmbasının loş ışığı ile aydınlanan odada gözüm duvara takıldı. “Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken/ Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı/ Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı”…

“Garibim, nâmıma ‘Kerem’ diyorlar/ Aslı’mı el almış, ‘Haram’ diyorlar/ Hastayım, derdime ‘verem’ diyorlar/ Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben…”    

Arabada duygularımdan fırsat bulup yakalayamadığım farkındalık, bu loş odada beni yakalamıştı. “Han Duvarları”nda yakalamıştı hem de... Şeyhoğlu Satılmış, gerçeği vurmuştu yüzüme Faruk Nafiz’e yaptığı gibi. Ülkemin ne acılarla bu topraklara sahip olduğunu, nelerden vazgeçtiğini, kaç yıl gurbette kaldıklarını, onlar uzaktayken Aslıların Keremlere yâr olmadığını yüzüme vurmuştu. O an fark ettim aidiyetin ne olduğunu. Öğretmen olarak çıktığım yolda ülkem, vatanım benimdi. Torosların zirvesi, Ankara ovası, her yere sinmiş aidiyet kokusu vardı.

Sarıya boyandığından uyku tutmayan gözlerimi bu sefer gerçeklerin ışığı uyutmuyordu. Sabahı bekleyemedim, yola çıktım. Anahtarı teslim ederken sordum Şeyhoğlu Satılmış’ı şair gibi. Aynı cevabı aldım: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”

“Yaşaran gözlerimde her şey artık değişmişti”, “gurbet” kavramı zihnimden çıkmıştı.