YAŞADIĞIMIZ dünyada, antik
dünyadan süzülen kültür birikiminin devamı ve bu birikimin tek noktada
toplandığı kabul edilebilecek olan eserlerle karşı karşıyayız.
Yunan’ın
devâsa tiyatrolarında Dionysos’tan bu yana yapılan gösterimler, yüzyıllardır
sahneleri süsleyen oyunculuklar, dekor, raflarda duran metinler ve üzerine
konuşulan her cümle bize bir şeyleri anlamak ve anlatmak için orada duruyor.
Bağbozumu
şenlikleri, antik dünyanın göbeğinde bugünün sahnesine ev sahipliği yapıp bir
başlangıca gebe kalırken, günümüz dünyası bu geleneği inşâ ettiği tiyatro
binalarında anlam yolunda çaba sarf eden bir bölük izleyici ile birlikte devam
ettiriyor.
Hamlet,
bahsedilen yapıtlardan yalnızca biri ve elbet içlerinde en çok konuşulanlardan.
Döneminin sahnelerini ve günün plâtformlarını replikleriyle süslemeye devam
ediyor Shakespeare. Kahramanlarının ağzından dünden bugüne mesajlar veriyor, geçmişi
aşıp bugüne ulaşıyor sesi. Kostümleriyle, diyaloglarıyla, o günün şartlarından
süzülen gelenek ve kültür çıkınıyla gelip oturuyor yaşadığımız hayata.
Elizabeth
döneminde kaleme alınan Hamlet, olay örgüsü içerisinde mitoloji, din, hayâl ve
gerçeklik üzerine pek çok fikre ev sahipliği yaparken, bunlar içerisinde ustaca
eritilmiş “ölüm” teması, yapıtın belkemiğini oluşturuyor. Kurgu baştanbaşa
ihanet, intihar, düello ve adanmışlık üzerine kurulu ve tüm bunların ana ekseni,
elbette aynı olguya dayandırılıyor: Ölüm.
Bu
noktada başkahraman, bahsedilen temanın ilk vakasının, tam da hayatının kırılma
noktasında, o hayâleti gördükten sonra yaşanacağından henüz habersizdir.
Oyunun
ilk perdesi, Hamlet’in babasının hayâletini görmesiyle açılır ve eserin bundan
sonraki kısımları bu sahne üzerine temellendirilir. İhanet haberi kahramanın
bundan sonraki hayatında olacak her şeyi etkileyecek ve prensin tüm yaşamına
yapmacık bir cinnet eşlik edecektir. Bu noktada öncelikle “hayâlet” fikrinin
irdelenmesi gerekmektedir.
Edebiyatta
hayâletlerin dünyaya yeniden geliş sebeplerinden biri, intikam duygusu taşıyor
olmalarıdır. Eser bu noktada, eski kralın son girdiği savaşta kuşandığı zırhı
ve miğferiyle oğlu Hamlet’e göründüğünden bahseder okuyucu ve izleyiciye.
Olanların gerçeklik payı taşıyıp taşımadığıysa başkahraman tarafından eser
sonuna dek sorgulanır durumdadır. Öyle ki Hamlet, ikinci sahnede dahi “Ah
sevgili Horatio, bin pounduna bahse girerim ki hayâlet haklı. Sence de öyle
değil mi?” derken bu fikre kendi ağzından kanıt oluşturmaktadır.
Shakespeare’nin
eserlerini kaleme aldığı dönemde, tiyatro sahnelerinin altında eserlerde yer
alan cin, peri, hayâlet gibi hayâlî varlıkların oyuna hızlıca dâhil olmalarını
sağlayacak dehlizlerin bulunduğu, bilinen bir gerçekliktir. Bu noktada hem
dönem, hem tema bağlamında düşünülecek olursa hayâlet fikri, eserde
azımsanamayacak ölçüde önemlidir ve eseri ondan bağımsız düşünmek olanaksızdır.
Bir ölünün sözleriyle başlayan zincir, Hamlet’in intihar düşüncesi etrafında
şekillenerek devam eder.
Yas…
Bu
düşüncenin en yoğun yaşandığı sahnede seyircinin de şâhit olduğu çığlıklar, ana
karakterden yükselmektedir. O artık babasının ölümünden duyduğu üzüntünün
yanında amcasının bu kedere karşı gösterdiği tepkinin de esiridir. Bu tepki
ölümün normal karşılanması ve aksi takdirde fazla üzülmenin Tanrı’ya karşı suç
oluşturacağı yönünde şekillenir.
Ölüm
rasyonel bir olgudur ve insan bunu kabullenmelidir. Hamlet’in duyduğu keder,
erkekçe olmadığı kadar suçtur da ona göre. Bu noktada ölüme kayıp sahibinin
gösterdiği tepki ve tuttuğu yas, psikolojinin irdeleyebileceği bir durum olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ancak tüm bunların yanında, amcanın ana kahramana
verdiği tepkinin toplumuzda çok da uzak olmadığımız bir soruna dikkat çektiğini
ve o günden bu yana benzeşimler gösterdiğini eklemek gerekir. Yaşadığımız
toplumda da kaybedilene karşı duyulan keder ve yas devamlı olarak bir başkası
tarafından denetlenmeye çalışılır ve oranı sorgulanır. Hattâ “Sen de mi Ya Rasûlullah?”
sorusu şaşkınlık ve sorgulama arası bir noktaya oturtulabilir kanaatimce.
Bu
denetimin keder sahibi olanın gamını arttırmaktan başka bir etkisinin
olmayacağı ve iyi niyetle dahi olsa tutulan yasın bölünmemesi gerektiği,
anlatılan düsturlardandır. “Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat Rabbimizi
gücendirecek bir şey söylemeyiz” hadîs-i şerifi uyarınca, yas sahibinin alacağı
tavrın sınırları da böylece belirlenmiştir.
Hamlet,
bahsedilen sahnenin devamında tüm bu yaşananlar karşısında duyumsadığı hisleri
“intihar” düşüncesinde birleştirir. Aynı perdede yükselir sesi: “Keşke Tanrı
intiharlara karşı bir yasa koymamış olsaydı. Tanrım, Tanrım! Yaşam ne kadar
yorucu, tatsız ve anlamsız benim için. Lânet olsun!”
İntihar
düşüncesi ve bu eylemin Hıristiyanlık dini bakımından sonuçlarına eserde geniş
ölçüde yer verilmiştir. Hamlet’in bu dönülemez eylemsel düşünceyi savmasında en
önemli etmen dindir. O, dinine bağlı bir karakterdir. Öyle ki, bir başka
repliği yüzyıllardır tartışılan pek çok konuyu tek cümlede yankılamaktadır:
“Kötü fallar umurumda değil benim. Serçenin ölmesinde bile bildiği vardır
kaderin. Şimdi olacak şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün
mesele hazır olmakta!”
Ana
karakter üzerinden örülmeye başlanan intihar-ölüm-Hıristiyanlık üçgeni,
Ophelia’nın ölümüyle zirveye taşınır. Ophelia, bundan sonra tüm dünyaca
“deliliğin eşiğindeki kadın” olarak tanınacak ve tüm kederiyle birlikte sulara
gömülen bedeni, yağlı boya tablolarda yaşayacaktır. Onun intihar mı ettiği,
yoksa göle mi düştüğü konusu hiçbir zaman açıklığa kavuşturulmaz metinde. Mezar
kazıcılar ellerinde kazma kürek çalışırken, diğer yandan bu olay üzerine
tartışırlar devamlı.
Hıristiyanlık
dini, kendi kutsal kitabında intihar eden dört kişiden bahsederken, onların kötü
ve ahlâksız kimseler olduğunu da ekler mutlaka. İntihar, Hıristiyanlık açısından
Îsâ’nın yaşam felsefesine uymayan bir ölüm şeklidir. Yeni Ahit’te intihar
hakkında açık bir yasak olmamasına rağmen, Hıristiyan din adamları Yahudilikte
olduğu gibi Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Öldürmeyeceksin” emri çerçevesinde bu
eylemi suç olarak görüp yasaklamışlardır.*[i]
Bu
eylemi suç sayan dinin üyeleri, intihar eden kişilere cenaze töreni geleneğini
uygulamamışlar ve onları kilise mezarlığı dışındaki yerlere gömmüşlerdir. Bu
bir anlamda demek oluyordu ki, “Birey hayattan koptuktan sonra dahi sosyal
statüsü devam etmektedir”. Hayat ve ölümün sosyal statü anlamında Ophelia’nın
bedeninde toplanması, mezar kazıcıların diyaloglarına da yansımıştır elbet:
“Gerçeği bilmek ister misin? Eğer bu kadın zengin olmasaydı, Hıristiyan
töreniyle gömülmezdi.”
Tüm
bunların yanında Hamlet, bir mânâda yok olmanın dehşetine vurgu yaptığı son
sahneyle esere vuruş yapmaktadır. Eline aldığı bir kafatasına gözleri fal taşı
gibi açılarak bakmaktaysa da alaycı dilini hiç esirgemez. Ölümü her daim tiye
alır ve bundan gocunmaz o.
Seyirci
bu sahnede, içinde hissettiği rahatsızlığı görmezden gelmeye çalışırken,
Hamlet’in elinde tuttuğu kafatasını bir an önce ait olduğu yere bırakmasını ve
salonun eşlik ettiği kahkahaların kısa sürmesini diler içten içe. Çünkü insanın
durduğu noktanın, olayların seyrine karşı yapılan yorumu etkilediğinin
farkındadır. İşte tam burada, ölüm temasının bu kadar coşkuyla işlendiği bir
esere yalnızca komedi sıfatıyla bakmak, komedinin kendisi olacaktır.
İnsan,
bulunduğu konumda meydana gelen kayıplara, yaşanan kedere, toplumsal ve
bireysel oluşlara verdiği tepkiye başka bir toplumun ve dinin gözüyle
bakabildiğinde, olan ve olması gerekeni daha iyi irdeliyor ve anlıyor olacaktır
kanaatimce. Din ve kültürün, hayatın her alanında bizimle olduğu ve her daim
yaşamımızı ve davranışlarımızı baştanbaşa şekillendiği fikri tam da bu anlarda
karşımıza diker ve bu soyut kavramlarla düşünüp hissettiğimizi böylece anlarız
biz de.
Hamlet’i
ve metinde verilen tüm bu ölümcül düşüncenin arkasında yatanı kendi inancımızla
yoğurur, anlamlandırır ve öyle şekillendiririz dünyamızda.
Hayâlet,
zor bir hayatın eşiğindeki Hamlet, yaşamını bir göl kıyısında kaybeden zavallı
Ophelia ve diğer kötü huylu düşünceler… Şimdi tüm bu kimseleri yeniden ele alır
ve bu düşünceyi yeniden irdelerken, metnin bir hayâlet ile açılan perdesinin bir
düello ile sona erdiğini ve hayatın “iki ölüm” arasına sıkışmış olduğunu
eklemeden geçemem. Hamlet, bu sıkışmışlıktan sağ çıkamadı.
Biz
fânîlere…