Hamd, Dîn Gününün Sahibi içindir

Madem bütün âlemleri, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan O’dur, hepsini terbiye eden ve hepsini nizama sokan O’dur ve Rah¬mân ve Rahîm olarak hepsine sayısız nimetler veren ve rahmetini onlar¬dan esirgemeyen O’dur, o hâlde hesap gününün maliki, sahibi de elbette O olacaktır.

KÂİNATTAKİ her şeyin sahibi ve sanii Cenab-ı Hakk’tır. Zaman, Yüce Mevlâ’mızın yarattığı göreceli bir süreçtir. Zamana kudsiyyet atfeden de Kendisidir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de Kadir Gecesi için “bin aydan daha hayırlı bir gece” denilmiş. Kur’ân’ın bu mübârek gecede indiğini yine Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Zamanın oluşumu ve tasnifi de Yaratıcının takdiri ile oluşmuş ve şekillenmiş. Gün, ay, yıl bir yanda; saat, dakika, saniye ve salise de zaman ölçüleri olarak diğer tarafta durmakta. Dünyanın kendi etrafında bir kez dönmesiyle oluşan “gün” ifadesine Kur’ân’da birçok ayette değinilmiş.

Cenab-ı Hakk öyle büyük bir kudret ve azamete sahiptir ki Kendi yarattığı kâinatın bir düzen ve yörünge içinde akıp giderken bu gidişi sonlandıracağı günün de sahibidir. O öyle bir gündür ki, o günde zaman duracak, “kâinat” denen bu mekân dahi bu sondan etkilenecek. Ölümün bile öleceği bir günde herkes bir hesaba çekilecek.   

Bu yazımızda, ilk olarak Fatiha Sûresi’nde karşımıza çıkan “Malik-i Yevmi’d-Dîn” yani “Dîn Gününün Sahibi” kavramını tefsirlere müracaat ederek izah etmeye çalışacağız.

Dîn Günü

“Yevm” yani “gün”, tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Bu kelime, kıyametin başlangıcı ile Cennet ve Cehennemliklerin her birisinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için istiare yoluyla kullanılmıştır. “Gün” kelimesi, onun kısa bir anı hakkında da kullanılabilir.[i]

“Dîn” kelimesi, Arap dilinde “ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, âdet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat” mânâlarına gelir. Doğrudan doğruya kıyamet mânâsı yoktur. Bundan dolayı “Yevmi’d-Dîn”, ceza günü her işin karşılığı verilip bitirileceği son gün, başka bir ifadeyle gelecekte mükâfat ve cezanın paylaşılacağı vakit demektir ki İslâm hukuk dilinde buna “Yevm-i Âhir” (Son Gün) de denilir. Ve bu kelime de kaza (dâvâları kanuna göre hükme bağlamak ve çözüme kavuşturmak) ve hükmetmek mânâsını içine almaktadır.[ii]

Kurtubî, “dîn” kelimesinin farklı anlamlarını şu şekilde sıralamış ve örnekleştrimiştir: “(1.) Din, amellere verilen karşılık ve ameller dolayısıyla hesaba çekmek demektir. İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Cureyc, Katade ve başkaları böyle söylemiştir. (2.) ‘Dîn’in yargı ve hüküm anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı zamanda İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. (3.) Dîn, aynı zamanda itaat anlamına da gelir. (4.) Dîn, âdet ve durum hakkında da kullanılır.”[iii]


Kur’ân-ı Kerim, Cennet’e girenlerin oraya girmelerinin, Cehennem’e girenlerin de oraya girmelerinin kendi amellerinin bir sonucu olduğunu özenle vurgular. Din sadece âhiret mutluluğunu elde etmeyi sağlamaz, dünyada da insanları mutlu eder.

Dîn günü, hak ile bâtılın, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, müminle kâfirin, Müslümanla müşrikin, müminle münafığın birbirinden ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak Cennet’e uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak Cehennem’e akıp dolacakları gün demektir. Dîn günü, kıyamet günü demektir. Dîn günü Allah katında bir gündür ki bizim dünyamızdaki günlere benzemez. Bir gündür o, ama farklıdır. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözüyle de ifade edildiği gibi, dünyanın tüm ömrü bir gün, âhiret hayatı da bir gün olarak ifade edilmiştir.[iv]

İnfitar Sûresi’nde Rabbimiz bu dîn gününü şöyle anlatır: “Dîn gününün ne olduğunu sen nereden bilirsin? Evet, ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız Allah’ındır.” (İnfitar, 17-19)

O gün onlar açığa çıkarlar, her şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp atılırlar. Hâlbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu, bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini, sumen altı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini, tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş hiç de öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli ve aşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir.[v]

O gün onlar, her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Faili meçhul hiçbir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa çıktıkları o gün Allah buyuracak ki, “Mülk kimin bugün? Malikiyet kimin bugün? Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik kimin bugün? Söz hakkı kimin bugün?” Cevap verecek kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan bir tek canlı kalmamış. Cevap verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki, “Bugün mülk, bugün hâkimiyet, bugün egemenlik, bugün söz hakkı Kahhâr olan, tek olan Allah’ındır”.[vi]

O gün, hüküm günüdür. O gün, ceza günüdür. O gün, adalet günüdür. O gün, adaletin ve hakkın ikâme edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yani o gün hiç kimseye, hiçbir varlığa en küçük bir adaletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi gibi bir adaletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamamak yani bir kısım haklarının zayi olması gibi bir adaletsizlik, ne de kişinin hak etmediği hâlde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.[vii]

“Yevmi’d-dîn”, bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah’ın terazisinden geçerek en son gerçek şeklini bulduğu ve her şeyin birbirlerinden tamamen ayrıldığı kesin olarak bilinen son andır. Bundan sonrası artık ya ümidin son noktası olan sonsuz mutluluk ve en büyük memnuniyet (Cennet) veya ümitsizliğin son noktası olan sonsuz, en büyük zarardır (Cehennem’e girmek) ve bugün, kıyamet gününün son anıdır. Ve bu şekilde “yevmi’d-dîn”, kıyamete işarettir. Fakat bunun kıyamet günü olması, dolaylı yoldan elde edilen bir mânâ sonucudur. Yoksa dîn, kıyamet demek değildir. Kıyamet gününün, kıyamet yani ölmüşlerin dirilmesi demek olan ba’s (yeniden dirilme), haşr ü cem’ (derleyip toplama), vakfe yani tavakkuf ve intizar (durma ve bekleme), sual (sorguya çekme), hesap ve mizan (amellerin tartılması), sırat ve nihayet bütün amellerin iyiye iyi mükâfatının, kötüye kötü cezasının dağıtılması ile ceza gibi durumları ve menzilleri içermektedir -ki diğerleri bu son ceza döneminin ilk unsurları ve başlangıçları olduğundan- burada “yevmi’d-dîn” nazmı ile bu maksat açıkça belirtilerek teşvik ve uyarma ile desteklenmiştir. Bundan dolayı “yevmi’d-dîn” yerinde “kıyamet günü”, “sorgulama günü” veya “hesap günü” denilmesi hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sözün gelişini bozar ve daha fazla korkutma ve dehşet mânâsını ifade eder.[viii]

“Malik-i Yevmi’d-Dîn” sözünün anlamı, “diriliş ve ceza gününün sahibi” demektir. Bunun izahı şudur: Kötülük yapanla iyilik yapanın, itaatkârla asînin, uyanla uymayanın birbirinden ayırt edilmesi gerekir.

“Malik-i Yevmi’d-Dîn” sözünün anlamı, “diriliş ve ceza gününün sahibi” demektir. Bunun izahı şudur: Kötülük yapanla iyilik yapanın, itaatkârla asînin, uyanla uymayanın birbirinden ayırt edilmesi gerekir.

Bilinen mânâya gelince… Din, akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden bir İlâhî nizamdır. Hak Din’in yeri, akıl sahipleridir. Bundan dolayı cansızlar, bitkiler, hayvanlar, deliler, akılsızlar, çocuklar, bunamışlar gibi özürlüler, din açısından sorumluluk sahibi değildir. Dinin şartı akıl ve istektir. Bundan dolayıdır ki, dinde ilim meselesinden başka, bir de “irade” meselesi vardır. Gerçekten bilgili ve akıllı olmak, dindar olmak için yeterli değildir. Dindar olmak için dini bilmek ve sevmek lâzımdır. Bundan dolayı ilim ve irade, akıl ve seçim hürriyeti bizzat dinin yalnız kendisinde bulunan bir rükün değilse de dindarlık ve dine bağlı olmanın rüknüdürler.[ix]

“Dîn günü”, ahirette hesap verme günüdür. Ahirete ve orada hesap vermeye iman etmek, dünya hayatına da derin etkileri olan bir inançtır. Kişinin bu dünya hayatında yaptıklarının ahirette hesabını vereceğine iman etmesi kadar davranışları üzerinde etkisi olan başka bir şey yoktur. Kişi bu inançla ancak süfli arzularının baskısından kurtulabilir.

Burada bir noktaya değinmek gerekir: Allah’a hesap verme anlayışı, korkutan ve cezalandıran bir Allah’a iman etme şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü hesap sonucunda ceza görmek söz konusu olduğu gibi, büyük mükâfatlara kavuşmak da söz konusudur. Dünya hayatı bir imtihandır ve bu dünya hayatında kişi ne ekmişse, âhirette onu biçecektir. Sahih din anlayışında Allah sevgisi ile Allah’tan korkma dengelenmiştir. Mümin, büyük bir sevgi ile Allah’ı sever, ancak azabından da korkar ve bu azaptan korunmaya çalışır. Bu dengeyi yakalamayanlar sahih bir inanca kavuşamazlar. Cennet’e girmek de, Cehennem’e girmek de kişinin elindedir. Cennet de kişinin işlediklerinin bir sonucudur.

Kur’ân-ı Kerim, Cennet’e girenlerin oraya girmelerinin, Cehennem’e girenlerin de oraya girmelerinin kendi amellerinin bir sonucu olduğunu özenle vurgular. Din sadece âhiret mutluluğunu elde etmeyi sağlamaz, dünyada da insanları mutlu eder. Dünyanın mümin kişi için bir zindan olduğu anlayışı yaygındır. Eğer bununla mümin kişinin âhirette elde edeceği mükâfat ve nimetler yanında dünya hayatında karşılaştığı mükâfat ve nimetlerin çok sönük kaldığı anlatılmak isteniyorsa, doğrudur. Ama mümin kişinin inanmayanlara nazaran dünyada hep sıkıntı çekeceği anlatılmak isteniyorsa, doğru değildir. Bilakis din, dünyada da mutluluk nedenidir.

Her şeyden önce inançlı kişi, içinde huzur ve mutluluk duyar. İnanan toplumda adalet vardır. Haksızlıklar asgarî düzeye indirilmiştir. İnanan toplumun fertleri birbirlerini sever ve birbirlerinin yardımına koşarlar. Karşılaşılan zorluk ve problemlere karşı elbirliği ederek karşı koyarlar.[x]

Bayraktar Bayraklı’ya göre “din” kavramı, “deyn” kelimesinden türemiş olup “borç almak, borçlanmak, minnettar olmak, bir hissin tesiri altında olmak, boyun eğmek, hüküm vermek” gibi mânâlarının yanı sıra “takdir-i İlâhî ve kıyametteki mahkeme” anlamlarına da gelir ve aynı zamanda Allah’ın bir sıfatıdır. İddia etmek, itiraf etmek, imanı ikrar etmek anlamlarında din, “takva” demektir. Ayrıca “sahip olmak, itaat etmek, ceza veya mükâfat vermek, din edinmek, millet, âdet, sîret, durum, ibadet, hukuk, saltanat, idare, yağan yağmur, tevhid” mânâları da vardır.

“Bir hissin tesiri altında kalmak” anlamıyla insanın psikolojik yapısıyla; “borçlanmak” anlamıyla ekonomik hayatla; “iman etmek” mânâsıyla Allah ile; “yağan yağmur” anlamıyla da tabiat kanunlarıyla ilgili olan din kavramı, “âdet ve durum” mânâsıyla da toplumsal hayatı ilgilendirmektedir.

“Din” kavramının anlamları

Din kavramının Kur’ân’daki mânâlarını şu şekilde sıralayabiliriz:[xi]

1. Fıtrat: Buna “yaratılış kanunu” da diyebiliriz. Bu anlamıyla Rum Sûresi 30’uncu ayette yer almaktadır. Yüce Allah bu ayetle önemli ve evrensel bir eğitim ilkesini ortaya koymaktadır. İnsanları eğitirken onların yaratılış kanununa dikkat etmek zorundayız. “Yüzünü çevir” ifadesi, “Dikkat et!” demektir. Allah’ın insanları yarattığı tabiat kanunu denen dine dikkat etmenin değişmeyen bir eğitim ilkesi olduğunu yine ayet söylemektedir. Bu ayette din kavramı, fıtrat anlamında kullanılmıştır.[xii]

2. Borç: Bakara Sûresi’nin 282’nci ayetinde din, borç ve borçlanmak mânâsında geçmektedir. Borçlanmayı kayıt altına alma inkılabını yapan Kur’ân, borcu din, dini de borç yapmıştır. Borçlanmak, iktisadî hayatın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Borç vermek hayırlı bir iştir. Borç almak da kaçınılmaz bir kanunun sorumluluğunu yüklenmektir. Borcunu ödemek o kadar önemlidir ki din ile aynı mânâyı paylaşmaktadır. Borcunu ödemek, bir hakkın ödenmesi demektir. Dinin bir mânâsı da Allah’a olan borcu ödemenin kurallarıdır. Allah’a olan borcu ödemekle kula olan borcu ödemek aynı derecede önem kazandığı için din kavramıyla ifade edilmektedirler. Kul hakkı da bir borçtur. Yüce Allah dine tabiat kanunu ve borç mânâları vermekle kul hakkını dini ile aynı derecede değerli tutmaktadır. Kul hakkını çiğnemek hem günah, hem de ayıptır. Onun için kul hakkı, dinin ana unsurunu teşkil etmekte ve dine bizzat adını vermektedir. Kul hakkına riayet etmeyen, dine de riayet etmemiş olur.[xiii]


Dinin gayesi, Allah’a itaat edenle isyan eden arasındaki bu hesabın görüleceğini duyurarak insanı itaat yoluna davet etmek olunca, hesabın görüleceği bugüne “Dîn Günü” denilmesindeki incelik kolayca anlaşılır. Dîn Günü, bildiğimiz 12 veya 24 saatlik bir gün değil, fakat süresini ancak Allah’ın bildiği bir zaman uzunluğudur ve “ba’su ba’del-mevt” dediği­miz “öldükten sonra dirilme” ile başlayan kıyamet gününün bir bölümü­dür.

3. Hukuk: Din kavramı hukuk, âdet mânâsıyla Yûsuf Sûresi 76’ncı ayette yer almaktadır. Ayette geçen din kavramı kanun ve hukuk mânâlarını ifade etmektedir. Her inanç birtakım hukuk kuralları içerir. Yüce Allah din göndermekle insanlara nasıl kanun yapılacağını öğretmiştir.[xiv]

4. Ceza ve Mükâfat: Din kavramı Kur’ân’da karşılık (ceza ve mükâfat) anlamında pek çok ayette geçmektedir. Fatiha Sûresi’nde geçen din kavramı, ceza ve mükâfatı ifade etmektedir. İyi ve kötü davranışların değerlendirileceği ve hükme bağlanacağı güne bu ad verilmektedir. Sorgulama ve hesap günü demektir. Dünyada haksızlığa uğrayan ve hakkını alamayanların ve yanlış davrananların karşılıklarının verileceği zamana “Dîn Günü” ismini veren Allah, bu ifadesiyle insanları yanlış davranışlardan caydırmayı istemektedir. Bunu bir misâlle daha iyi anlatabiliriz: Cehennem’in varlık sebebi, insanları günah ve yanlış davranıştan caydırmaktır. Buna rağmen caymayanlara Cehennem’in ateşi gösterilir. İlâhî hukukun uygulandığı o güne “ceza ve mükâfat günü” denmektedir. Bu, din kavramıyla “gün” kelimesinin bir araya gelmesi ile oluşan bir ifadedir.[xv]

5. Yol: Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “millet” kavramına İslâm âlimleri din mânâsını vermişlerdir. Millet kelimesi aslında “yol” demektir. Dirim anlamlarından biri de yoldur. Demek ki millet ile din, “yol” anlamında bir araya gelmektedir. Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki, ‘Dosdoğru yol, Allah’ın yoludur’.” (Bakara, 120)[xvi]

6. Hüküm (emir): “İş” mânâsına da gelen “emr”, bu mânâsıyla dini ifade etmektedir. Zaten dinin kendisi bir iş, amel, eylem ve hüküm demektir. Kur’ân’da emir ile ilgili yüzlerce ayet vardır. Bu emirler dinin kendisini oluşturmaktadırlar. Hüküm mânâsına gelen emr, aynı zamanda din anlamında kullanılmaktadır. Burada emr, “din” anlamına gelmektedir. Din, bir hükümler demetidir. Kullananın mutluluğa ulaşması için Allah’ın göndermiş olduğu emir ve yasakların bütünü, dini meydana getirmektedir. Hükmü olmayan bir fikirler topluluğuna din denemez.[xvii]

7. İslâm: Dinin bir mânâsı da “boyun eğmek, hükmü altına girmek, teslim olmaktır”. İslâm ile din bu anlamda buluşmakta, başka bir ifadeyle aynı mânâyı paylaşmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, “Allah katında hak din İslâm’dır” diyerek, din ile İslâm’ı birleştirmiş ve dinin adını “İslâm” koymuştur. Demek ki, dinimizin adı “barış, güven, teslimiyet ve rahmettir”. Bunlara inanmayan ve bunları hayatına geçirmeyen insan, doğru dinden bahsedemez.

Dîn günü, hesap günüdür

Dîn günü, âhiretteki hesap günüdür. Bu gün mutlaka gelecek ve insanlar Rablarının huzurunda mutlaka hesaba çekileceklerdir. Yaratılışın gayesi bunu gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ, insanı yaratmış, akıl ve irade vererek ve en güzel şekilde terbiye ederek onu diğer varlıklardan ayırıp yüceltmiş, sonra da ona birtakım görevler yükleyerek kendisinden Rab olarak tanınmasını istemiştir.

İşte Rab olması, âlemlerin malik ve sahibi bulunması, her çeşit nimeti vermesi, ödüllendirme ve cezalandırma gününün her şeyinin maliki olması gibi sıfatları Kendisinde toplayan ve her şeyden yüce ve münezzeh olan Ulu Allah hakkında tüm bu sıfatlar gerçekleşmiş olan Zât için “Hamd Allah’a mahsustur” ifadesinin zikredilmiş olması, gerçekten ve ancak nitelik ve özellikleri bu olan bir varlığa hamd, övgü ve şükür tahsis olunabilir, bir başkasına ise asla! Çünkü bu sıfatlar ya da nitelikler hamd olunmaya, övgüye ve senaya en değer olan Zâtın Allah olduğunun da delil ve kanıtıdırlar.[xviii]

Mevdudî bu kelimeyi şöyle tefsir etmektedir: “Allah’ın Rahmân (Esirgeyen) ve Rahîm (Bağışlayan) olduğu söylendikten sonra hemen O’nun Dîn (Hesap) Günü’nün Sahibi olduğu belirtiliyor. Bu şekilde esirgeyicilik ve bağışlayıcılık özellikleri hiç kimsenin, O’nun kıyamet gününde gelmiş ve geçmiş bütün insanları toplayacağı ve herkesten yaptıklarının hesabını soracağı gerçeğini unutmasına neden olmayacaktır. Bu nedenle bir Müslüman, Allah’ın sadece merhametli değil, aynı zamanda adil olduğu gerçeğini de hiçbir zaman unutmamalıdır. Bununla birlikte Allah, dilediğini bağışlama ve dilediğini cezalandırma yetkisine sahiptir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. Bu nedenle akıbetimizi iyi veya kötü kılma yetkisinin O’nun elinde olduğu konusunda kesin bir inanca sahip olmalıyız.”[xix]

Dîn gününe inanmak

Dîn gününe (ceza gününe) inanmak, Kur’ân’ın önemli bir iman ilkesidir. İslâm dini, dîn gününe inanmayı şart koşmaktadır. O güne inanmayanlar, yine o günde pişman olacaklar ve bu inançsızlıklarını orada itiraf edeceklerdir. Çünkü ceza gününde hesap verip inkârlarının karşılığını göreceklerdir.[xx]

Seyyid Kutub, tefsirinde konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “Dîn gününe inanmak, İslâm’ın inanç sisteminin önemli ilkelerinden biridir. Bu ilke, insanların bakışlarını dünya hayatının ardından bir âhiret âleminin varlığına çevirmesi dolayısıyla büyük bir değere sahiptir. Bu inanç sayesinde insanlar dünya hayatının zorlayıcı şartlarına bağımlı hâle gelmekten kurtulurlar. Böyle olunca, bu zorlayıcı şartların üzerine çıkarak onlara egemen olurlar. Yine bu inanç sayesinde emeklerinin ve çalışmalarının karşılığını sadece günleri sayılı kısa ömürleri içinde ve sınırları belirli yeryüzü alanında görme endişesinin tutsağı olmazlar. O zaman da Allah’a güven, iyiliğe inanç, hakka ısrarlı bağlılık, gönül rahatlığı, hoşgörü ve kararlılık içinde Allah rızası için çalışma, Allah’ın gerek dünyada ve gerekse âhirette vermeyi takdir edeceği karşılığı, bu ikisi arasında ayrım gözetmeyen bir hoşnutlukla karşılama imkânına kavuşurlar. Bundan dolayı bu ilke, arzu ve ihtirasların tutsağı olmakla, insanlığa yaraşır bir insanca özgürlük arasında tercih noktasıdır. Diğer bir deyişle âhirete iman, beşerî ideolojilerin, değer yargılarının kölesi olmuş ve cahiliye sisteminin sapık ve çarpık insan tabiatı ile Allah’ın kulları için arzuladığı mükemmel insan tipi arasındaki yol ayrımını oluşturur. Bu ilke insanların düşüncesinde yer etmedikçe, insanlar emek ve çalışmalarının karşılığını yalnızca dünyada değil, âhirette de göreceklerine kesin olarak inanmadıkça, ömrü sınırlı olan fertler, uğrunda çalışılması, emek harcanması gereken başka bir hayatın varlığından kesinlikle emin olmadıkça ve o hayatta karşılığını alacağına güvenerek hakkın ve iyinin zaferi için fedakârlıkta bulunmadıkça, ideal İlâhî nizama uygun bir insanlık hayatı gerçekleşemez. Âhirete inananlar ile onu inkâr edenler ne düşünce, ne ahlâk, ne davranış, ne de pratik uygulamalar bakımından bir olamazlar. Bu iki tür insan ne dünyadaki işleri, ne de âhirette görecekleri karşılık bakımından ortak noktaları bulunmayan, taban tabana zıt, iki ayrı sınıfı teşkil ederler. İşte yol ayrımı derken kastettiğimiz budur.”[xxi]

Sonuç

Fatiha Sûresi’nde günde en az kırk defa kendisini “Dîn gününün maliki, otoritesi, söz sahibi” olarak zikretmemizi, bunu sürekli hafızamızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu günün bizim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız gerektiğini, hayatımızı bu inanca bina ederek yaşamamız gerektiğini anlatıyor. Öyleyse dîn gününü hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmadan yaşayacağız. Bugünün imanını hep taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın arasında tutacak ve hayatımızı buna göre yaşayacağız.[xxii]

Dinin gayesi, Allah’a itaat edenle isyan eden arasındaki bu hesabın görüleceğini duyurarak insanı itaat yoluna davet etmek olunca, hesabın görüleceği bugüne “Dîn Günü” denilmesindeki incelik kolayca anlaşılır. Dîn Günü, bildiğimiz 12 veya 24 saatlik bir gün değil, fakat süresini ancak Allah’ın bildiği bir zaman uzunluğudur ve “ba’su ba’del-mevt” dediği­miz “öldükten sonra dirilme” ile başlayan kıyamet gününün bir bölümü­dür. Bu sebepten, “hesap/ceza günü” de denilen “Dîn Günü” sözünde kıyamete bir işaret varsa da, bu söz, kıyamet günü mânâsına gelmez. İşte Dîn Günü’nün yegâne maliki, sahibi Allah Teâlâ’dır. Madem bütün âlemleri, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan O’dur, hepsini terbiye eden ve hepsini nizama sokan O’dur ve Rah­mân ve Rahîm olarak hepsine sayısız nimetler veren ve rahmetini onlar­dan esirgemeyen O’dur, o hâlde hesap gününün maliki, sahibi de elbette O olacaktır. Ve elbette kullarını hesaba çekerek iyileriyle kötülerini birbirinden ayıracak, iyilerini mükâfatlandırıp kötülerini cezalandıracak olan da O’dur. İster bazı kıraatlara göre “sahip” mânâsına gelen “Mâlik” olsun, ister diğer bazılarında okunduğu gibi hükümdar mânâsına gelen «Melik» olsun, hesap günü, bütün kulları hakkında hüküm verecek olan yalnız Allah Teâlâ’dır.[xxiii]

İşte tüm bunlar gösteriyor ki, hamd, böyle bir günü yaratıp mutlak haksızlıkların gün yüzüne çıkacağı, zalimlerin cezalarını bulacağı, mazlumların yüzlerinin güleceği Dîn Günü’nün Sahibinedir.



[i] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/377

[ii] Elmalı Tefsiri

[iii] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/379

[iv] Basairul Kur’an

[v] Basair-ul Kur’an

[vi] Basair-ul Kur’an

[vii] Basair-ul Kur’an

[viii] Elmalı Tefsiri

[ix] Elmalı Tefsiri

[x] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 47-50

[xi] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/134

[xii] B. Bayraklı, 1/134-135

[xiii] B. Bayraklı, 1/135-136

[xiv] B. Bayraklı, 1/136

[xv] B. Bayraklı, 1/136-138

[xvi] B. Bayraklı, 1/138-139

[xvii] B. Bayraklı, 1/139

[xviii] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/125-127

[xix] Mevdudi, Tefhimül Kur’an

[xx] B. Bayraklı, 1/136-138

[xxi] Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fi Zilal-il Kur’an

[xxii] Basair-ul Kur’an

[xxiii] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/19-21