Halîfeli Cumhuriyet döneminin sonu

Her ne kadar bu anlamda bir sosyal karşılık bulsa da Halîfelik mâkâmının dinî anlamda içinin boşaldığı, bu mâkâma gelen şahısların bu misyonunun içini dolduramadığı da çeşitli tespitlerden anlaşılmaktadır. Bir Fransız büyükelçisinin devletine yazdığı şu cümle çok önemli ve mânidardır: “Başında fes olmadığı zaman Halîfe, ortalama bir Fransız münevverinin yaşayış ve kültürüne, kişiliğine sahiptir.”

KURTULUŞ Savaşı’nın başladığı günlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün saltanata ve Hilâfete sıkı sıkıya bağlı olduğuna dair bilgiler bütün kayıtlarda yerini almaktadır. Nitekim Atatürk, Erzurum’da kendisinin askerlik görevinden alınması üzerine, “Padişah bu kararı baskı altında almıştır. Yüksek saltanat ve Hilâfet mâkâmıyla, soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sâdık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arzeder, bu hususta teminat veririm” (Doğan M, 2019:80) beyanatını vermiştir.

Bu gelişmelerin ardından zaman erince, saltanatın Halîfelikten ayrılması konusu gündeme geldi. 1 Kasım 1922 günü Osmanlı saltanatının kaldırılmasına dair kanun tasarısı Meclis’te tartışılmaya başlandı. TBMM’ye saltanatın ilgası ve Hilâfet mâkâmıyla ayrılması yolunda verilen kanun tasarısı görüşülürken, Mustafa Kemal Paşa bu iradenin açıkça “kılıç hakkı”ndan kaynaklandığını ifade etmişti: “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ‘İlim icabıdır’ diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle ve zorla alınır. Türk milleti bu mütecavizlerin hâdlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatına isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir.”

1 Kasım 1922 günü saltanatın kaldırılmasının ardından 3 Mart 1924 günü Hilâfetin kaldırılması ve hanedanın Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına kadar, ülkemizde yaklaşık 16 ay Halîfeli bir Cumhuriyet dönemi hüküm sürmüştür.

Halîfeli Cumhuriyet dönemi: 1Kasım 1922-3 Mart 1924

Yeni Halîfe, Veliaht Abdülmecit Efendi olmuştu. Halîfeliğin İslâm dünyasında sahip olduğu rûhânî etki uzun süre kendini muhafaza etmişti. Stirling’in tespitine göre, Türk halkının Kurtuluş Savaşı’ndaki fedâkârlık sebeplerinden biri de Hilâfet mâkâmının içinde bulunduğu vaziyet idi. “Köylerden, kasabalardan ve kentlerin kenar mahallelerinden bir araya gelip Yunanlılar ve onları destekleyenlerle savaşan insanlar Frenk, Rum ve kâfirlerle savaştıklarını, Sultan ve Halîfe’yi siyâsî mâkâmlarına yeniden getirmek ve onlara hakları olan özgürlüğü sağlamak için savaştıklarını düşünüyorlardı.” (Stirling, 1984:557)

Nitekim “Mısır’daki meşhur El-Ezher ulemâsı yeni Halîfe’ye 1922 Aralık ayının ilk günlerinde biat etmiş, Halîfe’nin Rusya Çarlığı’nın Müslümanları üstündeki nüfûzu da son günlere kadar süregelmiştir” (Kabaklı, 1989:164).

Kurtuluş Savaşı’nın ardından yürütülen Lozan görüşmeleri sırasında Halîfe’ye sadâkat beyanları sürekli devam etmiştir. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Lozan’da Başmurahhas olarak Türk delegeler heyetiyle beraber ilgili devlet adamlarıyla birçok temaslar yapmıştır. Meclis’teki mebuslar, dönüşte Başmurahhas İsmet Paşa’dan durumu sorarlar: “Eski Evkaf Müsteşarı ve Lozan’da vakıflarla ilgili murahhas Seniuddin Bey, İsmet Paşa’yı üzgün görüyor ve sebebini soruyor. İsmet Paşa, “İngilizler Hilâfeti kaldırmamız için baskı yapıyorlar. Ama bu bizim için mümkün değildir. Kabul edemeyiz’ diyor.” (Kabaklı, 1989:147)

İsmet Paşa, Londra’da neşredilen Muslim Standard Gazetesi Müdürü Abdulkayyum Malik Efendi’yi 17 Kasım’da kabul ederek bu anlamda kendisine bir beyanat vermişti. İsmet Paşa bu beyanatında, Türk milletinin hükmü altında bulunan bütün Müslümanların hürriyetlerini müdafaa ve muhafaza ettiklerini işaretle şöyle demişti: “Siz ve sizin vâsıtanızla bütün Müslümanlara şunu söyleyeyim ki, biz eskisi gibi serbest bir İslâm devletinin bütünlüğüne sarsılmaz bir itikat ile bağlı kalacağımız gibi, bunu yalnız söylemekle iktifa etmeyerek, ileride bir tehlike ile karşılaştığımız vakit bunu kanımızla müdafaaya hazır bulunuyoruz. Türk milleti İslâmiyet’in kolu ve kılıcıdır.”

İsmet Paşa, Hilâfet mâkâmının istikbâline dair şu cümleleri de sarf etmişti: “Hilâfetin bütün evsafı mahfuz ve emindir. Biz yaşadıkça kanımızın son damlasına kadar Hilâfeti tutup yaşatacağız. Fakat tek bir adamın şahsî malı olmasına asla müsaade edemeyiz. İşte Türk milletinin kararı budur.” (Cebesoy, 2007:233)

Başlangıçta Halîfelik ile ilgili görüşler bu kadar belirginken, söylem birden değişmiştir. İsmet Paşa bir süre sonra, “Tarihin herhangi bir yerinde bir halîfe, aklından bu ülkenin kaderine karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı mutlaka koparacağız” (Kılıç-Turgut, 2010:222) demeye başlamıştır.

 

Bu söylem değişikliğinde, Mustafa Kemâl’in Hilâfet’i Lozan’da İngiltere diplomatı Lord Gurzon’a karşı bir koz olarak kullanmak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ün emriyle İsmet Paşa, Lozan’a birinci gidişinde Hilâfet’i ısrarla savunmuş, ikinci gidişinde ise Hilâfet’i pazarlık masasına koymuştur.

Prof. Dr. Hakan Özoğlu, Halîfelik ile ilgili kanaatin nasıl değiştiğini ve perde gerisinde nasıl plânlar yapılmaya çalışıldığını şöyle anlatır: “Halîfeliğin kaldırılmasındaki amaçlardan biri de Osmanlı Hanedanından kurtulmaktı. Hanedan mensupları Ankara’daki Cumhuriyet rejimi için doğal bir tehlike olarak görülüyordu. ABD arşivlerinden çıkardığım bir belgeye göre Mustafa Kemal, Şeyh Ahmet Senusi’ye Ankara’yı övmesi ve yurtdışında kalması şartıyla Halîfelik konusunda destek vereceğini söylüyor. Ancak Şeyh Senusi bu teklife sıcak bakmıyor.” (Özoğlu, 2012)

Halîfeli Cumhuriyet döneminin sonu: 3 Mart 1924

Yeni Türkiye’nin sahipleri Halîfelikten vazgeçince, bir süre sonra mâkâmın kaldırılması bir teklif olarak TBMM’ye gelir. 3 Mart 1924 tarihinde Urfa Milletvekili Saffet Efendi ve elli dört arkadaşı, Hilâfet’in kaldırılmasını ve hanedanın Türkiye sınırları dışına çıkarılmasını teklif etmiştir.

Müzakereler şöyle gelişmiştir:

İlk önce Rize Mebusu Ekrem Bey, Halîfenin ve Hanedanın kötülüklerini saydı. Hepsinin sınır dışı edilmesini istedi. Bol bol hakaret yağdırdı ve alkışlandı. Yeni tayin edilen Meclis’te, Halk Fırkası’ndan olmayan yalnız bir kişi vardı: Bağımsız Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey…

Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey, kürsüye çıkıp şunları söyledi: “Ben mutedil liberalim ve gönülden İslâm birliği taraftarıyım. Tarihimizin büyüklüğünü bugün de milletimde görmek isterim. Bunun içindir ki, memleketin iç ve dış politikası adına, Hilâfet’i kaldırarak bu müthiş kudreti düşmanların yahut da başka hükûmetlerin kucağına atmayalım.” (Kabaklı, 1989:180)

O günlerde Meclis’te zabıt kâtibi olarak görev yapan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey’in hâline şöyle şâhitlik eder:

“O günkü görüşmelerde hiç unutamadığım birkaç olaydan birisi, bağımsız Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey’in, bu tasarıya karşı tek başına karşı koymasıdır. Uzun konuşmasının bir yerinde, ‘Halîfeden niçin bu kadar korkuyoruz? Onu Ankara’ya getirip Etlik bağlarının bir köşesinde de oturtabiliriz’ dedi. Bu sırada Kozan Milletvekili Ali Saip Bey bir espri yaparak, ‘Seni Hanedana dâmat yapalım Zeki Bey’ diye söz atınca, Zeki Bey, ‘Sen varken bana sıra gelmez’ yanıtını verdi.” (Velidedeoğlu, 1977:138)

3 Mart 1924 Pazartesi, Şer’iyye Vekâleti’nin ilgası, Efkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekili’nin vekâletten ayrılması, Hilâfet’in ilgası ile Hanedan-ı Saltanat’ın hârice teb’îdi kanunları Meclis’e geldi. Bunların hiçbirisi bir encümene havâle edilmeden, doğrudan doğruya Heyet-i Umûmiye’ye sevk ile müzakeresine başlandı. Her iki vekâletin iki dakikada ilgasından evvelce Hilâfet ve saltanatı yani umûr-i idare-i devletin Hilâfet’ten ayrılmış olması münasebetiyle sırf mânevî bir şekilde kalmış olan Halîfe ve Hanedanın millî hudutlar hâricine teb’îdi müzakeresine geçildi. Mustafa Kemal Paşa da mebuslar arasında oturmakta idi.

Kadirbeyoğlu Zeki Bey, o tarihî oturumu şöyle anlatmaktadır:

“Bu mesele hakkında aleyhte söz alan iki mebus çıktı. Biri ben, diğeri Kastamonu Mebusu Erkân-ı Harp Miralayı Albay Halid Bey idi. Ben şahsen, altı yüz seneyi mütecaviz bir hanedanın perişan bir hâlde millî hudutlar hâricine atılıp kovulması ve sürülmesini uygun bulmadığımı söyledim.

İstanbul Mebusu Ali Rıza Bey karşımıza çıktı. Birinci Harb-i Umûmî’de meşhur Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa’nın sağ eli olan bu kişinin bana ‘Siz Saray hafiyesi ve Saray’a mensubsunuz’ demesini müteakib ben, ‘Bana Saray hafiyesi ve Saray mensubu diyen bu adamın bunu ispat etmesi icab eder. Aksi takdirde en büyük namussuzdur; zaten vazîfesinde hırsızlıkla meşhur olmuştur’ diye ağzının payını verdim.

Bu kez Kozan Mebusu Jandarma Zabiti Ali Saib, ‘Zeki Bey, Zeki Bey! Hanedan bu müdafaanı görse seni dâmad yaparlardı’ diyerek yavan bir hezeyanla salondan çıktı.

Cevaben, ‘Dâmad-ı Şehriyari olmak, elbette bir şereftir. Burada kalmış olsalar sizlerden kimseye sıra kalmazdı. Değil Dâmad-ı Şehriyari olmak, fırkanızın edib-i muhteremi Celal Nuri Bey, Saray’a soğancıbaşlığına çoktan talib çıkmıştı’ dedim.

(…)

Bu kez Topçu İhsan’a işaret etti. Teşehhüd miktarı Bahriye Vekilliği yapıp, kendisiyle beraber vekâleti de yıkıp meşhur Havuz-Yavuz yolsuzluğu ile mahkemeye sevkedilen şahs-ı maruf da payını alarak yerine oturdu.

Kürsüye Adliye Vekili İzmirli Seyyid Bey çıkarak benim ve Halid Bey’in isimlerini zikretmek sûretiyle Hilâfet’in mâhiyet-i şer’iyesi hakkında bir saatten fazla beyanatta bulundu. (Azâmet-i İslâhiye’nin tecelliyâtına bakınız ki, senesine varmadan Seyyid Bey’in gırtlağına yakın ve dilinin ortasında bir yara açıldı. Ve çok fazla cerahat vermeye başladı. Aynı zamanda o kadar pis bir koku çıkıyordu ki efrad-ı ailesi bile değil yanına, odasına bile giremiyormuş. Her tarafa gitti, çâre bulamadılar. Bir buçuk sene çekerek öldü.)” (Kadirbeyoğlu, 2007: 197; 197-201)

Kanun görüşülürken, bazı milletvekilleri yurtdışına çıkarılacak kadın, çocuk ve dâmatların zor durumda kalacağını, sefalete düşeceklerini söylediler. Buna karşı İstanbul İstiklâl Mahkemesi Reisi Topçu İhsan, bu kimselerin Türkiye topraklarında kalması bir yana, Hanedan mensuplarının ölülerinin kemiklerinin dahi mezarlarından çıkarıp atılması gerektiğini bağırarak ifade etmiştir (Doğan M.2014:259-260).

Görüşmeler biter ve Hilâfet’in kaldırılmasına, Halîfe ve ailesinin yurtdışına çıkarılmasına karar verilir. Yurtdışına kaçan Sultan Altıncı Mehmed (Vahideddin) kınanmış, ne var ki kaçmayıp ülkesinde kalan Veliaht Abdülmecit Efendi de bir gece apar topar yurtdışına gönderilmiştir.

4-5 Mart 1924 gecesi İstanbul Valisi Haydar, Polis Müdürü Saadettin ve Emniyet Genel Müdürü Muhittin Beyler tarafından gereken önlemler alınmış, sarayın telefonları kesilmişti. Merkez Kumandanı Albay Zafer Bey kumandasında bir müfreze, Dolmabahçe Sarayı’nı kordon altına almıştı. Sınır dışı edilen Hanedan efradı 100 kadardı ve bunların 16’sı dâmattı.

İsviçre’ye gönderilmesine karar verilen Abdülmecit, 4 Mart sabahı oğlu Ömer Faruk, kızı Dürrüşehvar, kadınefendiler, mabeyncisi Hüseyin Nakıp Bey, doktoru Selahattin Bey, husûsî kâtibi Keramet Nigâr’la birlikte Çatalca Tren İstasyonu’nda uzun süre bekletildikten sonra Simplon Ekspresi’yle yola çıkarıldı. Hudut hârici etmek için halkın galeyanından korkularak Sirkeci Garı uygun bulunmamış, küçük ve uzak bir istasyon seçilmişti (Doğan M. 2014:259).

ABD arşivlerinde yapılan araştırmalar, olayın bilinmeyen bazı boyutlarını da gözler önüne sermektedir. Mesut Çevikalp şu iddiayı ortaya atmaktadır: “Atatürk’ün Halîfeliği kaldıracağı bir hafta önceden Washington’a bildiriliyor. Yazıya göre, Mustafa Kemal ordu komutanlarının görüşünü almak için İzmir’de, 16-22 Şubat tarihleri arasında bir toplantı yapıyor. Amacı, Halîfelik kaldırıldıktan sonra komutanların bağlılığından emin olmak. Rapor Washington’a 25 Şubat 1924’te ulaşıyor. Yani Halîfelik kaldırılmadan önce… Başka bir deyişle, Türkiye’deki insanların haberi olmadan önce Fransa ve ABD yetkilileri Halîfeliğin kalkacağını öğreniyor.” (Çevikalp, 2010)

Hakan Özoğlu ise Halîfeliğin kaldırılmasının zamanlaması konusunda bazı generallerin farklı düşündüğünden bahsediyor. ABD arşivlerindeki 25 Mart 1924 tarihli bir rapora göre, Refet Bele Paşa, Halîfeliğin kaldırılıp Hanedanın yurtdışına sürülmesine değil ama zamanlamasına karşı. ABD Elçiliğinde görevli Constaine Brown ile bir sohbetinde, “böyle büyük bir manevranın 1922’de saltanat kaldırıldığı zaman yapılması gerektiğini” söylüyor. “Şimdi yeni Halîfeyi seçtik; Halîfe ve Hanedan için ülkedeki genel görüş olumlu. Kendisi uygunsuz bir şey yapmadı. Bence ölünceye kadar mâkâmında kalması gerekirdi. Öldükten sonra Hanedan yurtdışına çıkarılabilirdi” (Özoğlu, 2012) diyor.

Prof. Dr. Mete Tunçay da o günlerde Halîfeliğin toplum nezdinde saygınlığını koruduğunu söylemektedir. Ona göre, Hilâfet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilâfet kaldırmasın” çıkardı.

Tarihçi Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilâfet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlatır.

Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile Hilâfetin kaldırılmasına “Hayır” diyor. Meselâ 1923’ün son günlerinde, Halîfe’nin istifa edeceği lâfları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halîfe’ye, “Sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklâl Mahkemesi, Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor (Tunçay, 2010).

İngilizler bu kararı fırsat bilmişler o günlerde bazı İslâm ülkelerinde “Türkler İslâm’dan kopuyor” veya “Türkler din değiştiriyor” diye yayımlar yaptırmışlardır. İngilizler, “Türklerin İslâmlıktan çıktığı, Halîfeye ihanet ettiği, İslâm âlemiyle ilgilerini kestiği” yolundaki propagandayı, Müslüman ülkeler halklarına seve seve yaymışlardır (Kabaklı, 1989:164).

Antalya Mebusu Hoca Rasih Efendi’nin o günlerde yaşadığı bir olay da kayıtlara şöyle geçmiştir:

Hoca Rasih Efendi, Hilâl-i Ahmer heyetine Meclis’ten katılarak Hindistan’a gitmişti. Hoca’nın hem ilmiyeden olduğunu ve hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde âzâ bulunduğunu ajan ve matbuatın neşrinden anlayan Hint Müslümanları, çok büyük bir galeyanla ve fevkalâde ihtiramla bu heyeti karşılayarak büyük mikyasta iane ve teberrularda bulunmaya başladılar.

Rasih Efendi, Delhi’de bir Cuma namazı kıldırmak için hazırlandı. Hutbeye başladığı anda İngilizlerin Hilâfet’in ilgası ve Halîfenin hudud-u millî hâricine sürüldüğünü büyük afişlerle İslâm muhiti içerisine o dakikada yaymaları, cami ve sokaklara afişlerin asılması üzerine Cami-i Kebir’e sonradan gelenlerin bunları okumaları ve aynı zamanda camiye gelerek ahvali bildirmeleri üzerine kıyamet koptu.

Her kafadan bir ses yükselmiş, yumruklarını sıkarak “Nasrani” diye haykırmaya ve hücûma kalkmışlardı. Vaziyetin kesbedeceği ahvali evvelce göz önünde bulundurup tedbir alan İngilizlerin hemen bir süvari müfrezesiyle camii ihata ederek güç belâ hayatlarını kurtardıklarını, Hoca Rasih Efendi yana yakıla anlatıyordu (Kadirbeyoğlu, 2007:208-209-210-211).

Her ne kadar bu anlamda bir sosyal karşılık bulsa da Halîfelik mâkâmının dinî anlamda içinin boşaldığı, bu mâkâma gelen şahısların bu misyonunun içini dolduramadığı da çeşitli tespitlerden anlaşılmaktadır. Bir Fransız büyükelçisinin devletine yazdığı şu cümle çok önemli ve mânidardır: “Başında fes olmadığı zaman Halîfe, ortalama bir Fransız münevverinin yaşayış ve kültürüne, kişiliğine sahiptir.” (Koçkuzu, 2011:72)

Benzeri bir yozlaşma, Son Halîfe Abdülmecit Efendi’nin oğlunda da kendini gösterir: “Şehzade Ömer Faruk Efendi, Anadolu temsilcilerinin Londra’ya çağrılması, Ulusal Savaş’ın başarıya ulaşması dolayısıyla duyduğu övünç nedeniyle ayağa kalkarak bir kadeh şampanya kaldırıp içmiş.” (Gerede-Önal, 2003:260)

Apar topar yurtdışına sürgüne gönderilen Hanedan üyeleri, bundan yaklaşık 20 yıl sonra yeniden ülkelerine dönmeye başlamışlardır. Bu tarih, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dönemine denk gelmektedir. İnönü, saltanatçılıkla suçlanmaktan korkmadan, 20 yıl önce yurtdışına çıkması için oy verdiği kişilerin ülkeye yeniden girişi için onay vermiştir.

21 Kasım 1945 tarihli gazeteler, Halîfe Abdülmecid Efendi’nin kızı, Haydarabad Nizamı’nın gelini Prenses Dürrüşehvar’ın, bir hafta kalmak üzere Türkiye’ye geldiğini haber veriyorlardı (Koçak, 1990:133).

İlber Ortaylı, yaşanan siyâsî gelişmelerin sosyal analizini şöyle yapmaktadır:

“Cumhuriyet, ilk anda eğitim sistemini, üniversiteyi, yönetim örgütünü, mâlî sistemini İmparatorluktan mîras aldı. Cumhuriyet devrimcileri bir Orta Çağ toplumuyla değil, son asrını modernleşme sancıları ile geçiren İmparatorluğun kalıntısı bir toplumla yola çıktılar. Cumhuriyet’in radikalizmini kamçılayan ögelerden biri de yeterince radikal olamayan Osmanlı modernleşmesidir. Bugünkü Türkiye’nin siyasal-sosyal kurumlarındaki sağlamlık ve zaafın bilinmesi, son devir Osmanlı modernleşme tarihini iyi anlamakla mümkündür. 19’uncu yüzyıl, bütün Osmanlı camiasının en hareketli, en sancılı, yorucu, uzun bir asrıdır; geleceği hazırlayan en önemli olaylar ve kurumlar bu asrın tarihini oluşturur.” (Ortaylı, 2004:32)

Mehmet Doğan’ın analizine göre, Osmanlı Devleti, İslâm dünyası için daha önce belirtilen yer ve konum özelliklerine ilâveten, Müslümanlar için modernleşmenin kaynağı olarak da büyük değere sahipti. İstanbul, İslâm dünyasındaki Müslüman seçkinler üzerinde bir fikir ve ilim merkezi olarak da önem taşıyordu. Türkiye’nin İslâm dünyasındaki merkezî yerini kaybetmesi, bir anlamda İslâm dünyasının modernleşme örneğini de yok etmiştir. İstanbul’a bakan gözler Londra’ya, Paris’e veya başka merkezlere çevrilmiştir (Doğan M. 2014:277).

 

Kaynaklar

Cebesoy Ali Fuat,(2007), Siyasi Hatıralar, İstanbul: Temel Yayınları

Çevikalp Mesut, (2010), 13.12.2010

Doğan D. Mehmet, (2014), Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Ankara: Yazar Yayınları

Doğan D. Mehmet, (2019), Milli Mücadele’nin Zaman Akışı, Ankara: Yazar Yayınları

Gerede Hüsrev-Önal Sami, (2003), Hüsrev Gerede’nin Anıları, İstanbul: Literatür Yay.

Kabaklı Ahmet, (1989), Temellerin Duruşması, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yay.

Kadirbeyoğlu Zeki, (2007), Hâtıralar, İstanbul: Sebil Yay.

Kılıç Ali -Turgut Hulusi, (2010), Kılıç Ali’nin Anıları, İstanbul: İş Bankası Yay.

Koçak Cemil, (1990), Abdülhamid’in Mirası, İstanbul: Arba Basın Yayım

Koçkuzu Ali Osman, (2011), Bir Müderrisin Sürgün Yılları, İstanbul: İz Yayıncılık

Ortaylı İlber, (2004), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yay.

Özoğlu Hakan, (2012), 11.07.2012

Stirling Paul, (1984), Uluslararası Atatürk Sempozyumu, Cumhuriyet Türkiye’sinde Toplumsal Değişme ve Toplumsal Denetim Ankara: İş Bankası Yay.

Tunçay Mete, (2010), Neşe Düzel, Taraf, 1-2-3.03.2010

Velidedeoğlu Hıfzı Veldet, (1977), Anıların İzinde, İstanbul: Remzi Kitabevi