OLAYLARIN hızlı aktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Olaylar, üstü kan köpüklü bir sel gibi akıyor adeta. Zaman da olayların akışına ayak uydurmuş gibi, o da aynı hızda akıyor.
Olayların akışına ve ona iştirak eden zamanın akışına bakanların kaybedeceği, onun önüne set çeken ve yönlendirenlerin ise kazanacağı bir tarihî sürece tanıklık ediyoruz. Ya olayların ve zamanın akışının önüne bir set çeken ulu bir göl ya da olaylar ve zaman selinin alıp götürdüğü bir çöl olacağız. Tam da böyle bir ortamda yaşıyoruz.
Aziz okuyucu, bu girizgâhtan maksadım, sözü, dünyada cereyan eden olay ve durumlar karşısında Türkiye’nin durum ve tavrına getirmektir. Türkiye acaba olaylar ve zamanın akışıyla sürüklenecek bir ülke mi olacaktır, yoksa olaylar ve zamanın akışını, tarihî setleri ile örüp onları kendi derununda biriktirerek ondan güç alan ve bu olayları ulu bir göl yapan bir ülkeye mi evirilecektir?
Türkiye farklı bir ülke; ona ne dizgin vurulabilir, ne de tarih ve medeniyeti ile birleştiğinde önüne geçilebilir. Türkiye’nin tarih içerisinde gücünün kaynağını yapan en temel değer, adaletti. Bu adalet anlayışı en yüksek hâliyle Osmanlı Devleti’nde tecelli etmişti ve dünya dillerinde “Pax Ottoman” denilen bir kavram üretmişti. Yani “Osmanlı barışı”... Elbette bundan kasıt, Osmanlı adaletidir. Cenab-ı Allah, bu millete mazlumun yanında durma, şartlar ne olursa olsun mazluma sahip çıkma ve zalimle mücadele etme ruhu vermiştir. “Bana ne” diyemiyor, görmezden gelemiyor, üstünü örtemiyoruz.
Mazlum kim olursa olsun, kılıcı kınından çekiyor ve zalimin karşısına dikiliyoruz. İşte Türk’ü yücelten, onu insanlığa fellik fellik aratan sır, bu sırdır. Çünkü zulme karşı gelerek adaleti tesis etmek isteyenin arkasında Cenab-ı Allah’ın yardım ve kudreti vardır. Zalim, nimet azgınlığına kapılıp zulmetmeye başlayınca, Cenab-ı Allah onu adil bir kavim eliyle mutlak surette cezalandırır. Eğer böyle bir kavim yoksa bunu olayların eliyle Bizzat yapar.
Nitekim Nuh Tufanı, Firavun’ un suda boğulması, Hazreti Salih’in kavminin helak edilmesi, Cenab-ı Allah’ın bizzat olaylar eliyle zalimleri helak ettiği durumlardır. Osmanlı Devleti’nin tarihi büyük ölçüde, Cenab-ı Allah’ın adalet için seçtiği bir milletin adalet, merhamet ve İslâm sancağıyla küffar üzerine yürüyüşünün tarihidir. Osmanlı tarih sahnesinden çekildikten sonra insanlık, mazlumun yanında duran, adil ve emin bir büyük devleti bir asırdır hasretle bekliyor.
Evet, Osmanlı çınarı yıkılmıştır ancak o çınarın dip sürgünü yeni ve taze bir fidan olarak ortaya çıkmış ve başını diğer ağaçların üzerinden güneşe yani Cenab-ı Allah’ın nuruna uzatarak yeniden tarih sahnesindeki şerefli yerini almaya başlamıştır.
Aziz okuyucu, zulmün çağında, küfrün çağında, vicdanların susturulup nefislerin azdırıldığı, başların ayak ve ayakların baş olduğu bir çağda zaman ve olaylar hızla akar. Çünkü bu olaylar ve bu zaman bir an önce geçmeli ve bu sel kendisini bir havzada toplayacak bir sete doğru akmalıdır. İşte yine yeni bir devlet beklenmektedir. Yine adil, yine dünyanın vicdanı olacak ve yine mazlumların ahına kulak tutacak bir devlet beklentisine girilmiştir. Bu devlet uzakta mıdır? Hayır! Bu devlet teşekkül hâlinde midir? Hayır! Bu devlet olaylar selinin altında mı kalmıştır? Hayır!
Aziz okuyucu, bu devlet bütün azamet, zarafet ve kudretiyle istim üzerindedir; yola çıkmış geliyor, üstelik de sesi kulaklarımıza kadar ulaşıyor. Adını merak edenlere söyleyelim ki, bu devlet Türkiye’dir, Türk Devleti’dir; İslâm ocağıdır, Peygamber sancağıdır, mazlumlar kucağıdır.
Aziz okuyucu, Osmanlı gibi bir ihtişamlı devlet tarih sahnesinden çekilince ortalık çakallara, tilkilere, ayılara, domuzlara yani zalimlere kaldı. Koyun ve kuzuları himaye edecek bir sahip kalmadı. Küfrün ve zulmün kurtları, çobansız sürüye daldılar. Bir asırdır dalmaya da devam ediyorlar. Yiyorlar, hapşırıyorlar, tıksırıyorlar ama zulümden, sömürmeden ve bâtıla dayanmaktan asla vazgeçmiyorlar.
Bu düzen böyle devam etmeyecek, olaylar onun için hızlı akıyor. Bu saltanat böyle sürmeyecek, zaman onun için hızlı akıyor. Dünya yeni bir nizama gebe. Onun için sarsılıyor, titriyor, susuzluk çekiyor, afet olup yağıyor, köpürüyor. Evet, yeni bir nizam doğacak ve bu nizamın sancağı da Türkiye olacak dostlar. Bundan asla şüphemiz yok.
Aziz okuyucu, zulmün çağında, küfrün çağında, vicdanların susturulup nefislerin azdırıldığı, başların ayak ve ayakların baş olduğu bir çağda zaman ve olaylar hızla akar. Çünkü bu olaylar ve bu zaman bir an önce geçmeli ve bu sel kendisini bir havzada toplayacak bir sete doğru akmalıdır. İşte yine yeni bir devlet beklenmektedir. Yine adil, yine dünyanın vicdanı olacak ve yine mazlumların ahına kulak tutacak bir devlet beklentisine girilmiştir. Bu devlet uzakta mıdır? Hayır!
Yola çıktığımız gece: 15 Temmuz 2016
Eğer Cenab-ı Allah yardımı ve kudretiyle böyle bir yapıyı desteklemezse, küfrün Batı kanadı inecek ve Doğu kanadı yükselecektir. İnsanlık bir zulüm tahterevallisi arasında sallanmaya devam edip gidecektir. Ne inenler adil, ne de çıkanlar adil. İnsaf nerede, merhamet nerede, vicdan nerede, hak nerede, hukuk nerede?
Ey merhameti bol olan Rabbim! Sen buyurmayınca kılıçlar kınından çıkmaz. Sen dilemeyince zulmün önüne geçilmez. Sen irade etmeyince kelleler baştan düşmez. Ama görüyoruz ki bize, “Yürü ya kulum!” dedin ve yola çıktık.
Peki, bu yola ne zaman çıktık?
15 Temmuz 2016 gecesi... O gece, hakikaten İlâhî bir gecedir. Azerbaycanlı spikerin diliyle söylersek, İlâhî bir müdahaledir.
Acele edenler için söyleyelim, tarihin acelesi yoktur. Tarih yerine yavaş yavaş oturur. Ama bir oturur, pir oturur. Geliyor gelmekte olan. Kimdir o gelmekte olan? Beklenendir. Yani mazlumların sahibi, zalimlerin korkulu rüyası, adaletin terazisi, emniyetin teminatı, Peygamber’in askeri ve Allah’ın ordusu olan Türk milleti geliyor, Türk Devleti geliyor, Türk’ün kudret ve heybeti geliyor!
Peki, şer güçlerin, paranın, sermayenin sahipleri, Allah’ın verdiği ilmi kendi menfur amaçları için kullanan ve bundan kudret devşiren bâtıl devletlerin sahipleri buna müsaade ederler mi? Etmezler elbet. Bu devleti şer ve zor ile kendi sınırları için hapsetmek isterler. Hatta o sınırlar içerisinde kalmasına gönülleri razı olmaz. O sınırların da sınırlarını değiştirerek, bölüp parçalayıp ufalayarak etkisizleştirmek isterler.
Türk ortalıktan bir kalksa, şer güçler de, Hıristiyanlık da, Yahudilik de, Avrupa devletleri de, Ortadoğu’ya hükmetmek isteyen Siyonizm’in kanlı devleti İsrail de, Rusya da, Çin de ve İslâm’dan utanan Araplar da rahat edecek. Yani şu dünyadan şu ülkeyi kaldırsanız, herkes rahat edecek. Çünkü rehberi şeytan olan, değeri para ve güç olan, gösterisi zulüm olan ve dünyayı hayatın kendisinden ibaret sanan bu zalimlerin keyiflerini bozan bir tane devlet var, o da Türkiye’dir.
Sübhanallah, Cenab-ı Allah bize nasıl bir suret giydirdiyse, herkes bakıp o surette kendi hazin akıbetini görüyor ve kudurmuş gibi bize saldırıyor. İstiyorlar ki Allah’ın aslanı bu kafesten çıkmasın, bu kurt Ergenekon vadisinden çıkmasın ve bu mücahit, Peygamber’in sancağını yerden kaldırmasın, bu devlet Hazreti Peygamber’in postunun onurunu muhafaza etmesin.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, boş. Cenab-ı Allah hükmü yazmış, olaylara ve zamana emretmiştir. “Ey olaylar hızlanın, ey zamanlar hızlı geçin ve Benim askerlerimle dünyayı bir an önce buluşturup Yüce İsmimi yeniden dillerde gülbank edin, Azîz Adım gönüllerinde mânâ kapıları açsın. Şanlı İslâm yeniden her ufuktan tuğları çekip küfrün üzerine yürüsün” diye irade buyurmuş ve hükmü vermiştir. Evet, ne yaparsa yapsınlar, boş. Ne tuzaklar kurarlarsa kursunlar, yıkılacak. Ne oyunlar kurarlarsa kursunlar, bozulacak. Elhamdülillah.
Kapılar
Aziz okuyucu, Türkiye’nin etrafı şer kapılarıyla doludur. Ancak bu kapılardan üçü vardır ki, Türkiye bu üç kapıyı kapatmazsa düştüğü kuyudan çıkamaz. Bu kapılardan birisi Kafkas kapısıdır, bir diğeri Basra kapısıdır, üçüncüsü de Halep-Şam kapısıdır. Ne saadet ve ne mutluluk ki, Kafkas kapısı bugün itibarıyla şer kapısı olmaktan çıkmış, Zengezor kapısı ufukta belirmiş ve inşallah kâr kapısı olarak da bu ülkenin yoksulluğunun üzerine rahmet yağmuru gibi yağan bir yol güzergâhı ve kudret kapısı olmaya yüz tutmuştur.
İkinci kapı olan Basra kapısı bize terör olup esmiş, belâ olup yağmış, afet olup çakmıştır. Elbette bu kapının arkasında şer güçlerin sermayesi, ittifakı, silahı ve kuklaları vardır. Kırk yıl bu ülkeye kan kusturdular fakat 15 Temmuz 2016’daki İlâhî geceden sonra bu kapının üzerine de gidilmiş ve bu şer kapısının çanına ot tıkılmaya başlanmıştır. Bu kapı yüzde doksan oranında kapanmıştır. Basra’dan Anadolu’ya gelecek olan Kalkınma Yolu “kalkınma kapısına” dönüşecek ve bu şer kapısı da Türkiye, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri ve Arabistan’ın imzalarıyla artık kâr kapısı olma yolunda yürümeye başlayacaktır. Şer güçler ne yaparsa yapsınlar bu kapıdan bir daha şer tohumları giremeyecek, fitne ateşini yakamayacaklardır. Bu şer kapısı da kâr kapısına dönüşmek üzeredir. Elhamdülillah.
Gelelim bizim için kapıların en çetini olan Halep-Şam kapısına. Bir Anadolu tekerlemesi der ki, “Halep yolu ay pazar/ İçinde bir ayı gezer”. Evet, bu kapının arkasında Rus ayısı vardır fakat tekerleme eksik söylenmiştir. Bu kapının arkasında Amerika domuzu vardır, Avrupa sırtlanı vardır, Fars tilkisi vardır, firavun faresi İsrail vardır ve bu kapının arkasında “adalet, İslâm ve kardeşlik” deyince yeraltına kaçan Arap kör köstebekleri vardır. Evet, Halep-Şam kapısı bir düğüm, bir çetin yoldur. Düzdür ama sarp dağlardan daha sarptır. Ovadır, çöldür ama zor bir akabe, çetin bir geçittir. Saydığım şeytanlar kol kola vermişler, kanat kanada vermişler, kafa kafaya vermişler ve burada kuyumuzu kazmaktadırlar. Ne zamandan beri? Bir asırdan beri!
Tuğu yükselttiğimiz gece: 7 Ekim 2023
Pekâlâ… Bu kapının arkasında sarsılmaz görünen ve herkesin kin oklarını Türkiye’ye karşı kurduğu, dışta güya birbirine düşman görünüp içte oynaştıkları bu kapı ittifakı, ne oldu da son bir yılda tavsamaya, dağılmaya ve biçim değiştirmeye başladı? Ne olacak efendim, 7 Ekim 2023 günü HAMAS mücahitleri bayrak çektiler de ondan!
Anılan tarihte Cenab-ı Allah, Gazze’de mazlumlar eliyle bir sancak yükseltti ve sonra bu sancağın sesini duyurmak için vesileler yarattı. Küffar, orantısız silah gücü ve “medya” denen riyakâr ve yalancı güçle bu küçücük hareketi boğacağını zannetti ama kendi içinde yarıklar oluştu. Zulmü gizledikçe yayıldı, örttükçe açıldı. Şaşırdılar. Bir avuç insan, zulmün üzerine çullanıp muazzam bir iman direnci gösterdi. Sadece hakikî müminlerde görülen bir iman direnci… Sancak yükseltip bağırdılar, “Sesimizi duyun!” dediler.
Ancak vicdanlar kör, kulaklar sağırdı. Güç ve kudret, onları boğmak isteyenlerin elindeydi. Bu kudretlilerse zannettiler ki, vicdanlar kör olarak kalacak, kulaklar da sağır… Hayır, böyle olmadı! Batı medyası ortasından yarıldı. Zulmün bütün kan ve irini ortaya saçıldı. Gizleyemediler, ifşa oldu. Susturamadılar, duyuldu. Derken bir ses daha geldi. “Ben bu mazlumun yanındayım, bunlar terörist değil, Hak savaşçılarıdır” diyen bir ses… Bu kimin sesiydi? Dünyanın vicdanı olan Türkiye’nin sesi… Bu sesi de önce duymadılar, tınmadılar, önemsemediler. Ama mazlumun sesiyle masumun yardımına koşanın sesi bir araya gelince, muazzam bir girdap oluştu ve vicdansızları bir tarafa savurup vicdan sahiplerini kendi saflarında toplamaya başladı.
“Güç nasıl gelir?” derseniz dostlar, işte böyle bir tavırla gelir. Biz böyle durdukça güçlendik, büyümeye ve fark edilmeye başladık. Dünya bizi biliyordu, şimdi daha çok biliyor. Dünya bizi duyuyordu, şimdi daha çok duyuyor.
Aziz okuyucu, şunu iyi biliniz ki HAMAS’ın çektiği sancak, aslında Türkiye’nin çektiği sancaktır ve eğer o sancak oradan yükselmeseydi, Siyonist devlet hudutlarımıza gelmiş olacaktı. Tabiî kendisi olarak değil, kuklalarıyla. Arkasından da “Arz-ı Mevud” denen, tahrif edilmiş bir dinin ütopik rüyasını gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ancak tahrif edilmiş bir dinin vaadi asla gerçekleşmeyecek. Yalnız Hakk’ın vaat ettiği şey gerçekleşecek ve bu zalimler, elbette belâlarını bulacaklardır. Ama bizim elimizle, ama Hakk’ın gazabıyla…
Zalim İsrail, zalim ABD ve Avrupa’yı ardına alarak küçücük HAMAS’ın üzerine çullandı fakat vurdukça tohum gibi saçılan HAMAS, her yerden filiz filiz peydahlanmaya başladı. Öldükçe çoğaldılar, budandıkça büyüdüler. Baktılar ki, bunlarda güçle kuvvetle teslim alınıp sindirilecek bir ruh yok ve bu İlâhî bir kalkıştır; bunu saptırmaya çalıştılar. HAMAS’ın kendini savunmasını terör diye gösterip kendilerini mağdur pozisyonuna yatırmaya çalıştılar. Tarihî rüyaları olan Arz-ı Mevud’u gerçekleştirmek için bu sahte mağduriyete sığındılar. Nihayet emellerini açık edip Lübnan’ı bildiriler ile tehdit ederek, “Terk edin bu ülkeyi, bu topraklar bizim” dediler.
Bu ülkede ekseriyetin komplo teorisi zannettiği, gafil ve ahmakların ise hiç farkında olmadıkları bir derin tehdit, şükür, herkesin malûmu oldu. Gerçekleştirilmesi Irak ve Suriye’nin tamamen yutulmasına, Mısır, İran ve Türkiye’nin budanmasına bağlı Arz-ı Mevud’un zaferinin ilân edilmesi için tek kapı kaldı. O da Halep-Şam kapısı!
Türkiye-Suriye diplomasisi hakkında
Bu kapının fitne ve küfrün eline geçmesi, bizim için sonun başlangıcı olur. Burası bizim bekâ kapımızdır.
Suriye’de iş başında olan gafil, ahmak ve işbirlikçi rejim gördü ki, zulme ve şerre ne kadar kuklalık yaparsa yapsın, kullanma tarihi dolduğunda kaldırılıp tarihin çöplüğüne atılacak. İsrail, Golan tepelerinden dişlerini gösterince, bu katil rejimin başındaki cani adam, Türkiye ile uzlaşma demeçleri vermeye başladı. Gördü ki, rüzgâr sert esiyor ve Golan tepelerinden sırıtan çakallar geldiklerinde, bu köpeğin onların karşısına çıkacak hâli yok. Anladı ki, sırtını kuzeydeki Anadolu aslanına dayamaz ise hayatta kalamaz.
Aziz okuyucu, metaforları bir tarafa bırakıp açık söyleyecek olursak… Suriye’nin geleceğinin tehlikede olduğunu gören katil Esed, Rusya’nın Ukrayna’da sıkışmasından, İran’ın da kendi içine kapanmasından dolayı bize zorunlu bir zeytin dalı uzatmak zorunda kaldı. Değilse, üzerinde oturacağı bir toprağı da olmayacak. Türkiye de bu talebe olumlu cevap verince, şer ittifakının ayakları suya erdi. Türkiye ile Suriye anlaşırsa ABD Suriye’de nasıl tutunacak, oluşturmaya çalıştığı kukla yapı bunlara nasıl dayanacak ve onlar eliyle Arz-ı Mevud’u gerçekleştirmeye çalışan İsrail’in kirli rüyası nasıl gerçekleşecek?
Liderlerin karşılıklı demeçleri 2011 yılından beri gergin olan siyâsî ortamı yumuşatmaya başladığı esnada, Halep-Şam kapısının arkasındaki karanlık emelliler harekete geçtiler. Önce Türkiye’nin yumuşak karnına oynamaya çalıştılar. Çünkü Türkiye’de oldukça fazla Suriyeli mülteci vardı. İçeride bunlara karşı siyâsî parti kurup adeta kutsal mücadele yapan ve kendilerini Türkçülük maskesi altında gizleyen siyasetçiler vardı. Bunlar zaten tarlayı sürmüşler, zemini hazırlamışlar ve özellikle de Kayseri gibi muhafazakâr bir ilde güçlenmişlerdi. Tetiğe tam burada bastılar. Amaçları, Gezi benzeri ve ondan daha büyük bir kalkışmayı ateşleyebilmekti. Ama pek çok tecrübeden geçen Devlet, olayların üzerine çok serinkanlı bir şekilde gitti.
Arkasından aynı güçler, Türkiye’nin hâkim olduğu Suriye bölgelerindeki uyuyan hücrelerini harekete geçirdiler ve sanki Türkiye’ye karşı bir halk reaksiyonu varmış gibi olaylar çıkarttılar. Plân kendilerince kusursuz ve mükemmeldi. Biz burada Suriyelileri vurup, kırıp, öldürüp, yakıp yıkacak, onlar da orada bize karşı harekete geçeceklerdi. Oysa Devlet, eski devlet değildi. İçeride çıkacak her türlü fitne, fesat ve isyana karşı hazırlıklıydı. Bu sayede olayların ateşi fazla büyümeden söndü ve habis hevesleri kursaklarında kaldı.
Aziz okur, Devletimizin uzun eli bunları tahrik eden yapıların peşine çoktan düşmüş ve gereğini yapmaya başlamıştır. Orası bizim işimiz değil. Ancak şundan eminim ki, şer kapısının son fesat ateşi de söndürülmüştür. Artık anlaşıldı ki, Türk vatandaşlarını buradaki mülteci kardeşlerimize karşı, oradakileri de Türkiye’ye karşı kışkırtmaya çalışanlar, emellerine ulaşamayacaklardır. Türk Devleti’nin ve Suriye Millî Ordusu’nun birlikte sergiledikleri kararlı tutum, bu fitne yangınını çok büyümeden söndürdü, çok şükür.
Evet, Halep-Şam şer kapısı kapanıp kâr kapısı oluncaya kadar bizim için çetin bir süreç vardır. Büyük sınama ve zorluklar da vardır. Ama Halep yolunu yaptık ve oradan cümle ayıları çıkararak o yolu yeniden “Ay Pazar” hâline getireceğiz. O pazarı kurmadan bu şerden kurtulmak mümkün değildir.
Malûm olsun ki, müminler için her zorluğun sonunda bir ferahlık, her mücadelenin sonunda bir zafer vardır.