Hâlâ sarılıydı

O kadar narin, zarif, alımlı ve güzel birini boş bırakırlar mı? Epeyce boyu uzamış, beti benzi açılmıştı. Etrafındakileri göz ucuyla artık süzebiliyordu. O da ellerinden birinin tutmasını istiyordu. Birinin yüreğini yüreğinde taşıma vakti gelmişti...

AÇTIKLARI çukura atıp üzerini toprakla kapattılar. Adeta ölüme terk ettiler onu. Sonra orada öylece bırakıp, çekip gittiler.

Bilmiyorlardı ki hayat, ölmekle başlar. Ölmek, dirilmenin ilk adımıydı…

Kendinde değildi; bir zaman sonra derin bir uykudan uyanır gibi kendine gelmeye başladı. Toprak onu ana rahmi sardı ve onun neşvünema bulmasına neden oldu. Şöyle bir toparlandı, başını yokladı, toprağı zor bela araladı ve oradan başını uzatarak etrafa bakındı.

Gömüldüğünden bu yana etraf çok değişmişti. Bahar gelmişti, çiçekler, kuşlar, böcekler cıvıl cıvıldı. Ayrıca toprak altının sükûtuna karşın toprak üstünün gürültü patırtısı, soğuğu sıcağı, acı ve debdebesi daha hoştu. Mevsim bahardan yaza doğru eviriliyordu. Güneşi görmek, öğle sıcağını hissetmek, sabah ayazını yemek, kısaca esince yerlere yatıran fırtınası bile güzeldi. 

O her geçen an, gün, ay serpiliyordu. Görenler bakmaya kıyamıyordu. O kadar güzeldi!..

Yaratan her şeyi o denli uyumlu yaratmıştı ki, biraz estetikten anlayanlar, bir sanat eseri gibi seyrediyor ve hayran kalıyordu. O belki de bunların hiç farkında bile değildi.

O kadar narin, zarif, alımlı ve güzel birini boş bırakırlar mı? Epeyce boyu uzamış, beti benzi açılmıştı. Etrafındakileri göz ucuyla artık süzebiliyordu. O da ellerinden birinin tutmasını istiyordu. Birinin yüreğini yüreğinde taşıma vakti gelmişti...

Bir gün hemen yanı başında sırık gibi uzun birini gördü. Adı üzerinde, “sırık” gibi işte! Ama gönül bu, ferman mı dinler? Elini uzatmasıyla sarmaş dolaş oluverdiler. Sanki her şey önceden hazırlanmıştı. Meğer o sırık yapılı uzun da o anı bekliyormuş. “O güzele bu sırık hiç yakışır mı?” demeyin. Bu, şairin “Bir güzeli bir çirkine verseler,/ Güzel ağlar, çirkin güler bir zaman” yorumuna hiç benzemiyordu.

Parmakları çok enteresandı, tuttuğu eli, sardığı beli ölünceye kadar bırakacak gibi değildi. Öyle bir sarıldılar ki, ikisi sanki bir beden oldular. İkisi de çok keyifliydi. Yüzlerinde, gözlerinde ve göğüslerinde çiçekler açıyor, güzelliğine güzellik katıyordu. Hafiften esen rüzgârda saçları dalgalanıyor, ahenkle dans ediyordu.

Zaman su gibi akıp gidiyordu. O güzelin cazibesine kapılan bir adam onu unutamadı. Bir zaman sonra tekrar görmeye geldiğinde bir de ne görsün, o güzel, uzun sırığın her yanına sarılmıştı. Adam görünce kıskandı, ama yine de insaflı davrandı. Çiftin arasındaki bu muhabbete hürmet etti. Ancak o güzelden menfaatlenmeyi de ihmal etmedi. Onu bir talana uğramışa çevirdi. Nasıl mı?

Boynuna ve kollarına astığı o güzelim, boncuk gibi fasulyelerin hepsini topladı. Ancak fasulye aşkından vazgeçmedi, sırığına sarılmaya devam etti. Her sarıldığı yerde çiçekler açıyor, o çiçekler boncuk boncuk fasulyelere dönüşüyorlardı. Adam mal görmüş mağribi gibi, henüz olgunlaşmamış olanları dahi toplayıp götürüyordu. Fasulyenin umurunda bile değildi. O, aşkla sırığa sarılıyordu. Kendini öylesine kaptırmıştı ki, sarılmasa ayakta duramazdı. O, bir nevi hayata tutunma nedeniydi.

Bahar geçti, yaz geçti, güz mevsimi geldi, ayaz düştü. Ömrünün sonuna doğru yaklaştı. Çiçeklerini olgunlaştıracak güneş eskisi gibi ısıtmıyordu. Bedenindeki kılcal damarlardan su eskisi gibi akmıyordu. Saçları sararmıştı; sanki damarlarından can çekiliyordu. Kuşlar, arılar ziyaretine gelmez oldu. O yine de el verdiği, bel bağladığı hayat arkadaşından hiç ayrılmıyor, bütün sıkıntılarına rağmen direniyordu.

Bir gün yağmurla gelen bir fırtına önce saçlarını yoldu, sonra kollarını kopardı. İkisini de yerle bir etti. Fakat öyle bağlanmıştı ki sırığa, öldüğünde hâlâ sarılıydı.