ANKARALILAR her zamanki gibi umutsuz ve karlı bir kış sabahına
uyanmışlardı. Takvimler, senenin ilk ayında “yirmi dördüncü” günü gösteriyordu.
Diz boyu yağan kar, kirli havayı temizlemeye kâfi gelmiyordu. İhtiyarların
dilinde semaya ulaşan dualar, sekiz köşeli kristallere eşlik ediyordu.
Ülke zemini ihtilâle hazırlanadursun, Tercanlı
polis memurunun evinde ise ailenin üçüncü bireyine hummalı bir şekilde beşik
hazırlanıyordu. Sıklaşan vardiyalardan evinin yolunu unutan ve günlerdir sıcak
yatak yüzü görmeyen baba, Semiha ve Erkan’dan sonra kucağına verilen bebeğin
iri gözlerindeki ışık sayesinde tüm yorgunluklarını unutmuştu.
Mesai arkadaşlarının “Her polisin illâ ki bir Hakan’ı olmalı” telkini karşısında,
kucağındakini Kadir Dedesinin kollarına uzatmış, o da kulağına okuduğu ezan ve
kametten sonra “Senin adın Hakan olsun” diyerek bu ritüeli tamamlamıştı.
Kardeşlerinin kucağında büyüyen Hakan, zamanla ev
içinde “Hakkoş” diye çağrılacaktır…
…
Başkent günleri geride kalmış, kısa süreli bir
Doğu görevinin ardından en nihayetinde memleket yolu tutulmuştu. Okula, Tercan
eteklerindeki baba yadigârı kerpiç evde başlamıştı. Seneler seneleri takip
etti. Meslek lisesini bitirir bitirmez, eline kına yakıp İstanbul’a “Bahriyeli
Hakan” olarak yollandı. Evde olduğu gibi Peygamber Ocağında da sevildi. Ana
kucağı ile yeniden buluşmak için gün saydığı dönemde, birliğindeki hanım
yüzbaşının “Muvazzaf asker ol!” teklifini usulca geri çevirdi.
Şafak “24”!
“Sayılı günler çabuk geçer!” sözü Mehmetçik için
zor telaffuz edilir. Uyandığı her şafak için ranzasına tavan olan üstteki
yatağın altına bir çizik atar. Kalan günler çift sayısına, yani plakaya
düştüğünde terhis için umutlanır. Özledikleriyle buluşmasına tam yirmi dört gün
kalmıştır. Küçük bir valiz hazırlar ve geri kalan özel eşyalarını da
koğuşundaki arkadaşları arasında pay eder.
Nizamiyeden sivil kıyafetle çıktığında,
rastladığı her insanı bahriyeli görmeye devam eder. Sırtındaki yükü
hafifletmiştir ve vatanî görevini yapmanın haklı gururunu iliklerine kadar
yaşayarak döner baba ocağına. Kendisini bir anda, emekliye ayrılan babasının
işlettiği Filiz Çay Evi’nin başında patron olarak bulur. Uluslararası yol
güzergâhındaki işyerinin müdavimleri arasında başta İran olmak üzere Ağrı, Van,
Kars ve Erzurum gibi civar illerden gelen TIR ve kamyonların çilekeş şoförleri
bulunmaktadır. Onlarla kurduğu samimi bağ sayesinde kahve önü büyük bir park
yerini andırır. Onu seven sadece şoförler değil, yolda kalmışlar, meczuplar ve
ihtiyaç sahipleridir aynı zamanda. İmkânları ölçüsünde herkese el uzatma
gayreti içindedir.
Oğlunun merhametli, özverili ve diğerkâm oluşuyla
gurur duyan baba, müşterilerle muhabbetini takip ederken, “Allah bir de
mürüvvetini gösterse” diye içinden dua eder, dudaklarına da tebessüm
yerleştirir.
Hakkoş’un banyo günü
Sabah erkenden uyanmış, buz tutan camlarda
beliren şekillere göz gezdirdikten sonra orta yerde kurulu sobaya peş peşe
attığı kuru odunlar sayesinde kahve kısa sürede ısınmaya başlamıştı. Masaları dolduran
şoförler, fırından getirilen sıcak somunların arasına önce tereyağı sürüyor,
sonra üzerine bir de tulum peyniri ekliyor, çay üstüne çay içiyorlardı.
Perşembe günüydü Hakkoş’un banyo günü. Rıfkı
Çakır, güneşin çekilmesinin ardından, dükkânı erkenden açan oğlunu eve
gönderdi. Daha doğrusu, eve gönderdiğini zannetti. İlçe, bir uçtan öteki uca
seslenildiğinde duyulacak küçüklükteydi. Eve giderken bilardo salonundaki
mahalle arkadaşlarına rastladı ve babasının arabasını izinsiz alan Eyüp, Hasan
ve Özkan’la birlikte rotayı Aşkale’ye çevirdiler.
Aradan birkaç saat geçmişti ki, kahve önüne
yanaşan kamyon şoförü, “İleride, Çınar köy civarında kaza vardı. TIR’a arkadan
çarpmıştı” dedi ve ekledi: “Cenazeleri yamaca koymuşlardı, biri de parkalıydı!”
Babası, “Parkalıydı” tasvirini anlamakta zorlandı
ve içinden, “Niye böyle söylüyor?” diye de sordu.
Çok geçmeden, ambulansların ilçeyi ikiye bölen
yoldan Erzurum istikametine doğru siren çalarak seyrettiğini gördü. Kısa sürede
çarşıda hareketlilik gözlendi. Baba yakıt istasyonu önünde dikilmiş, gelen
geçeni süzüyor, bir yandan da evde olmadığını öğrendiği Hakan’ını düşünüyordu.
Göğüs kafesinin giderek daraldığını, gözlerine düşen her nesnenin bir gölgeden
ibaret olduğunu hissetti. İşte tam o anlarda oğlunun “Tavşan” lakaplı arkadaşı
ile göz göze geldiler! Çocuğun garip bakışlarından rahatsızlık duydu ama ses
etmedi. Aynı bakışlara sahip başka biri daha vardı: Yakın arkadaşı İhsan…
İçini kasıp kavuran kasırganın ne olduğuna dair
en ufak bir bilgisi yoktu ama koluna girdiği gibi kendisini hastane
koridorlarında buldu. Beyaz önlüklülerden birinin “Sakinleştirici yapalım”
sözüne “Neden?” karşılığını verecek takati bulamadı dilinde. İğneyi duymamıştı
ama etkiliydi. Gerçekle yüzleşince, ağzından “Eyvah! Başımıza bu da mı
gelecekti?” cümlesi döküldü ve şoförün “Parkalıydı” sözünü hatırladı.
Böylelikle ilk haberi veren şoförün, aslında oğlunu da, kendisini de tanıdığını
ama söylemeye cesaret edemediğini anladı. Oğlunun bu anî gidişine teslimiyet
içinde refleks gösterdi, acısını içine yükledi ve evin yolunu tuttu…
Gecenin ikisinde araladığı kapıdan içeri
girdiğinde, annenin tüm bu olup bitenlerden habersiz bir şekilde uyuduğunu
gördü. “Ömründen acısız bir gecesi eksilsin” diyerek seslenmedi, otuz yıllık
eşinin yanına uzandı, gözlerini tavana dikti; Hakan, oradan kanlı gömleğiyle
gülümsedi…
Hıçkırıklarının kendisini ele vereceğini fark
etti baba ve yataktan doğrularak bir kez daha hastane yolunu tuttu. Morgun
önünde sabah güneşine kadar nöbet bekledi. Evladının yirmi dört yıllık ömrünü
bir geceye sıkıştırdı, kalbi de onu!
Kusurları örten gece hakikati de gizlemiş, ancak
sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kazayı duyan hastaneye koşmuş, kalabalık ise
arttıkça artmıştı. Zira o elim trafik kazasında sadece Hakan değil, şoför
mahallindeki Eyüp ile Özkan da hayata gözlerini yummuştu. Ağlayanlar hem kendi
evlâdına, kardeşine, hem de onların arkadaşlarına ağlıyordu o sabah.
Mesude Hanım uyandığında ne kocası vardı yanında,
ne de oğlu. “Hayırdır?” dedi ve evin önünü dolduran kalabalık ve tanıdık
onlarca sima arasında onları ardı. Birini gördü, diğerini göremedi! Göremediği,
oğlu Hakan’dan başkası değildi.
Birilerinin onu teskin etmesine gerek yoktur,
çünkü o annedir ve yüreği, herkesten önce ona acı gerçeği fısıldamıştır. Yüreği
yangın yerini andıran annelerin yaktığı ağıt, günlerce Tercan sokaklarında
yankılandı ama giden gençlerden hiçbirini geri getiremedi…
…
24 Ocak 1979 tarihinde aldığı ilk nefesin üzerinden tam 24 sene geçer, 2003 yılının 24 Ocak günü son nefesini verdiği ve plakası 24 olan bir şehirde önce teneşire, ardından musallaya uzatılır. Evet, o gün Hakan’ın banyo günüdür ve son kez suyla buluşur. Yaz kış akan bir çeşme başına kazılır mezarı. Başucundaki sayısız kavak ağacı ise rahmetin bir tecellisi olarak ona eşlik etmektedir.