Hakkın sahibine teslim ayı: Ramazan-ı Şerîf

Şayet sosyal huzur istiyorsak, tek çâre, “hakperestlik medeniyetini” yeniden ihya etmektir. Bunu başarabilir miyiz, yoksa bu bir ham hayâl midir? Önemli olan, bunun idrakine varabilmektir. Bazen öyle olaylara şâhit oluyoruz ki, bunca erozyona rağmen bu medeniyetin mayasının kırıntı şeklinde de olsa hâlâ içimizde yaşamakta olduğunu bize müjdeliyor.

“HAK sahibine hakkını vermek”… Yüce dinimiz, sosyal nizamı bu ilke üzerine bina etmiş. Barışın, sosyal adaletin, sosyal dayanışmanın anahtarı olarak…

Bu nizamda işveren çalışanın, öğretmen öğrencinin, öğrenci öğretmenin, karı kocasının, koca karısının, zengin fakirin hakkını kendi iradesiyle gönüllü olarak verir.

Batı medeniyetinin çatışmaya-çekişmeye dayanan sistemine karşılık İslâm’ın “hakkı teslim etmeye-hakka râzı olmaya” dayanan bu anlayışının sunduğu huzur, insanlığa yeryüzü cennetinin refahını sunuyor. Bu nizamda sendika-işveren kavgaları, grev-lokavt olayları yoktur. Çünkü işveren, işçisinin hakkını “alnının teri kurumadan” öder. İşçi de hakkından fazlasını istemez; çünkü haram olduğunu bilir.

Bu nizamda karı-koca arasında hâkimiyet kavgası olmaz. Çünkü Müslüman bilir ki, Yüce Peygamberimiz, sevgili kızı Fâtıma’yı gelin ederken ona, “Yavrum Fâtıma! Sen kocana cariye ol ki kocan da sana köle olsun” şeklindeki nasihatiyle mutlu bir yuvanın şifresini vermiştir.

Bu sistemde öğrenci öğretmenine saygısızlık etmez; çünkü o, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyen Hazreti Ali Efendimizin yolundadır.

Bu nizamda zengin, fakirin hakkı olan fitre, zekât ve sadakayı sahibine teslim etmek için fukaray-ı sâbirîni arar, bulur ve ona hakkını kendi iradesiyle teslim eder.

Zengin, fakiri hor görmez; bilakis onu, kendisine Cennet’in yolunu açan bir vesîle olarak, fakir de zengini hakikî bir dost, bir dayanak olarak görür.

Meşhur hikâyedir…

Adamın birisi bir tarla satın alır. Tarlayı sürerken toprağın altına gömülmüş bir küp altın bulur. Altına hiç el sürmeden alıp doğruca tarlanın eski sahibine götürür ve kendisinin tarlanın sadece üstünü satın aldığını, alttaki gömünün kendisine ait olmadığını söyleyerek onu eski sahibe iade etmek ister.

Eski sahip ise, tarlayı her şeyiyle sattığını, bu itibarla gömünün kendi hakkı olmadığını söyler. Taraflar anlaşamayınca, sorunun çözümü için devrin kadısına başvururlar. Kadı olayı dinledikten sonra, taraflara evlilik çağında çocuklarının olup olmadığını sorar. Olumlu cevap alınca, onlardan birinin oğluyla öbürünün kızını evlendirir ve gömünün de bu genç çifte verilmesine hükmederek sorunu böylece çözer.

“Sistem” diyoruz ama görüldüğü gibi bu nizamda insanı sistem yönetmiyor, sistemi insan davranışı oluşturuyor. Onun için bu sisteme, “insan merkezli sistem” diyoruz.

Aşikârdır ki, böyle mükemmel bir sisteme sahip olabilmenin yolu, insan unsurunun lâzım olan niteliklerle tezyin edilebilmesidir. Bunu sağlayabilmek kolay değildir. Çünkü burada insan nefsinin terbiye edilip zapturapt altına alınması söz konusudur. Bunun sağlanması da ancak sağlam uhrevî karşılığı olan bir öğretiyle mümkündür ki bunu insanlığa sunan İslâm’dan başka hiçbir öğretinin olmadığını, düşünen herkes kabul etmek zorunda kalmıştır.

***

Bugün hızla gelişen teknoloji, insanlığın hizmetine her gün yeni imkânlar sunuyor. Fakat insanlığın mutluluğu buna paralel olarak artmıyor.

Bunun sebebi, sosyal ve ekonomik hayatımıza hâkim olan Batı’nın hayat tarzıdır.

İslâm’ın “hak” unsuruna dayanan anlayışına karşılık Batı’nın “güç” unsuruna dayanan yani hakkın sahibine teslim edilmesi değil de zor kullanılarak alınması, “hakkı olan kadarına râzı olmak” değil de “koparılabilen kadar almak” şeklindeki zihniyeti; hülâsa, İslâm’ın birincil olarak insana, ikincil olarak sisteme dayanan anlayış ve uygulamasına karşılık Batı’nın sadece sisteme dayalı pratiği, sosyal hayatı mekanik, dolayısıyla ruhsuz, renksiz, mutsuz ve yaşanmaz kılıyor.

Bu mekanik hayatın bunalımını yaşayan Batı toplumu, bunu aşabilmek için yine birtakım mekanik çârelere başvuruyor olsa da sonuç alamıyor. İntiharlar, cinnetler, cinayetler hızla artmaya devam ediyor, bunalımdan bunalıma sürükleniyorlar.

Türk toplumunun durumu ise daha da yürekler acısıdır!

Batı toplumu, evet, mekanik olsa da kendi içinde tutarlı bir sisteme sahip iken, Türk toplumu ne kendi kadim ölçülerine sahip olabilmiş, ne de kendisine zorla dayatılan Batı’nın yaşam tarzını benimseyebilmiş hâlde, ikisinin arasında savrulup durmaktadır.

Daha da fenâsı, içyapısının mütecanis olmayıp son derece karmaşık bir durum arz etmekte oluşudur!

Bir uçta inatla kendi inancının ölçülerini bırakmama azminde olan çok küçük bir azınlık ve diğer uçta Batı’nın zihniyetine tam mânâsıyla teslim olmuş bir diğer azınlık… Bu ikisinin arasında bocalayıp duran, her iki kutba farklı farklı mesafelerde bulunan bireylerden oluşan yine gayr-i mütecanis bir ana gövde…

Bizler çokça bu amorf yapının Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ortaya çıktığını ileri sürmekte olsak da, işin gerçeği bunun kökünün çok eski yüzyıllara kadar uzandığıdır. Ancak ne var ki, Cumhuriyet dönemi, işin tuzu biberi olmuştur.

Şayet sosyal huzur istiyorsak, tek çâre, “hakperestlik medeniyetini” yeniden ihya etmektir. Bunu başarabilir miyiz, yoksa bu bir ham hayâl midir?

Önemli olan, bunun idrakine varabilmektir. Bazen öyle olaylara şâhit oluyoruz ki, bunca erozyona rağmen bu medeniyetin mayasının kırıntı şeklinde de olsa hâlâ içimizde yaşamakta olduğunu bize müjdeliyor. Bu cümleden olarak, basit fakat anlamlı olduğunu düşündüğüm yaşanmış bir olayı burada paylaşmak istiyorum…

Bir tarihte, evime aldığım kömürü bir arabacıya taşıtmıştım. Taşıma ücretini önceden konuşmamıştık. Arabacının hakkı bana göre iki lira idi ama “Belki bunu az bulabilir, ben buna iki buçuk lira vereyim de aramızda bir hoşnutsuzluk olmasın” düşüncesiyle uzattığım parayı arabacı reddetti.

Buna biraz canım sıkıldıysa da bir şey söylemedim ve “Öyleyse üç lira olsun bakalım” diyerek parayı tekrar uzattım. Adam bunu da reddedince bayağı bir öfkelenerek, “Kardeşim sen ne istiyorsun?” diyerek çıkıştım.

Buna karşı arabacı gayet sakin bir ifadeyle, “Benim hakkım iki liradır, onu verin, gideyim” dedi.

Tabiatıyla ben çok şaşırdım; ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum.

Arabacının bu hakperestliği karşısında önce gevşeyip sonra coşarak, “Al bunu, hiç olmazsa iki buçuk olsun” diye ne kadar ısrar ettiysem de o, “Hayır, ben hak etmediğim parayı almam!” diye diretti.

Bizim tartışmamızı duyan yakındaki komşu esnaf, sebebin başka türlü olduğunu sanarak benden tarafa müdahil olmak için geldiler. İşin aslını öğrenince onlar da “Bu nasıl iş yahu?!” diyerek şaşırıp kaldılar.

Aslında normal olan, arabacının davranışıydı. Fakat biz toplum olarak yanlışın içinde o kadar boğulup kalmışız ki, tıpkı amuda kalkıp ellerinin üzerinde yürümeye çalışan bir topluluğun, ayakları üzerinde normal olarak yürüyen bir insanı garipsemesine benziyoruz.

Netîcede arabacı hakkı olan iki lirayı aldı, helâlleştik ve dostça ayrıldık. O artık benim dostum, kardeşimdi. Bir daha görüşmesek de…

Bu basit olay o gün beni pozitif olarak oldukça etkiledi. Akşama kadar içimde hoş bir hafiflik, bir huzur hissederek neşeli bir gün geçirdim ve gece yatağıma her günkünden daha huzurlu olarak girip daha rahat bir şekilde uykuya daldım.

Şimdi tasavvur edelim: Toplumumuzun tamamı yahut hiç değilse çoğunluğu bu arabacının yapısında, ilişkilerimizde de bu anlayış egemen olmuş olsaydı, acaba nasıl bir sosyal hayatımız, ne düzeyde bir mutlu yaşamımız olurdu? Araba kullanırken, toplu taşım araçlarında, hastanede, postanede ve benzeri yerlerde sıramızı beklerken birbirimizle nasıl bir iletişim içinde olurduk?

***

Şimdi bu olayı bir de Batı’nın ölçüleri içinde değerlendirmeye çalışalım: Borçlu kişi arabacının hakkının iki lira olduğunu bilmesine rağmen ona bir lira teklif eder. Maksadı, mümkün olan en azı ödemektir. Arabacı ise, hakkının iki lira olduğunu bilmesine rağmen fazladan ne kadar koparabileceği düşüncesiyle dört lira ister. Mücadele başlar. İki taraf da bir hayli yıprandıktan sonra -tıpkı toplu sözleşmelerde olduğu gibi- nihâyet bir noktada gönülsüzce uzlaşırlar. Uzlaştıkları miktar hakka göre değil de güce göre olduğu için, muhtemelen birisinin hakkı diğerine geçmiş olur. Sonuçta her iki taraf da kızgın ve gergin olarak ayrılırlar. Onların bu gerginliği, diğer insanlarla ve aileleriyle olan münasebetlerine de yansır.

***

Barış da, huzur da, refah da… Kurtuluş İslâm’dadır!

Koronavirüsten sıyrılmakla iş bitmiş olmayacaktır. İnsanlık ya İslâm’ı keşfedecek ya da topyekûn batacaktır.

İçinde bulunduğumuz mübarek Ramazan-ı Şerîf Ayı hem tefekkür, hem de hak sahiplerine haklarının en fazla teslim edildiği zaman dilimidir. En önemlisi de, Allah’ın (CC) kulları üzerindeki oruç hakkının ödenmekte oluşudur.

Mevlâ’mız oruçlarımızı kabul buyursun. (Âmin.)