“HAK sahibine hakkını
vermek”… Yüce dinimiz, sosyal nizamı bu ilke üzerine bina etmiş. Barışın,
sosyal adaletin, sosyal dayanışmanın anahtarı olarak…
Bu
nizamda işveren çalışanın, öğretmen öğrencinin, öğrenci öğretmenin, karı
kocasının, koca karısının, zengin fakirin hakkını kendi iradesiyle gönüllü
olarak verir.
Batı
medeniyetinin çatışmaya-çekişmeye dayanan sistemine karşılık İslâm’ın “hakkı
teslim etmeye-hakka râzı olmaya” dayanan bu anlayışının sunduğu huzur,
insanlığa yeryüzü cennetinin refahını sunuyor. Bu nizamda sendika-işveren
kavgaları, grev-lokavt olayları yoktur. Çünkü işveren, işçisinin hakkını
“alnının teri kurumadan” öder. İşçi de hakkından fazlasını istemez; çünkü haram
olduğunu bilir.
Bu
nizamda karı-koca arasında hâkimiyet kavgası olmaz. Çünkü Müslüman bilir ki,
Yüce Peygamberimiz, sevgili kızı Fâtıma’yı gelin ederken ona, “Yavrum Fâtıma! Sen kocana cariye ol ki
kocan da sana köle olsun” şeklindeki nasihatiyle mutlu bir yuvanın
şifresini vermiştir.
Bu
sistemde öğrenci öğretmenine saygısızlık etmez; çünkü o, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyen Hazreti Ali
Efendimizin yolundadır.
Bu
nizamda zengin, fakirin hakkı olan fitre, zekât ve sadakayı sahibine teslim
etmek için fukaray-ı sâbirîni arar, bulur ve ona hakkını kendi iradesiyle
teslim eder.
Zengin,
fakiri hor görmez; bilakis onu, kendisine Cennet’in yolunu açan bir vesîle
olarak, fakir de zengini hakikî bir dost, bir dayanak olarak görür.
Meşhur
hikâyedir…
Adamın
birisi bir tarla satın alır. Tarlayı sürerken toprağın altına gömülmüş bir küp
altın bulur. Altına hiç el sürmeden alıp doğruca tarlanın eski sahibine götürür
ve kendisinin tarlanın sadece üstünü satın aldığını, alttaki gömünün kendisine
ait olmadığını söyleyerek onu eski sahibe iade etmek ister.
Eski
sahip ise, tarlayı her şeyiyle sattığını, bu itibarla gömünün kendi hakkı
olmadığını söyler. Taraflar anlaşamayınca, sorunun çözümü için devrin kadısına
başvururlar. Kadı olayı dinledikten sonra, taraflara evlilik çağında
çocuklarının olup olmadığını sorar. Olumlu cevap alınca, onlardan birinin
oğluyla öbürünün kızını evlendirir ve gömünün de bu genç çifte verilmesine
hükmederek sorunu böylece çözer.
“Sistem”
diyoruz ama görüldüğü gibi bu nizamda insanı sistem yönetmiyor, sistemi insan
davranışı oluşturuyor. Onun için bu sisteme, “insan merkezli sistem” diyoruz.
Aşikârdır
ki, böyle mükemmel bir sisteme sahip olabilmenin yolu, insan unsurunun lâzım
olan niteliklerle tezyin edilebilmesidir. Bunu sağlayabilmek kolay değildir.
Çünkü burada insan nefsinin terbiye edilip zapturapt altına alınması söz
konusudur. Bunun sağlanması da ancak sağlam uhrevî karşılığı olan bir öğretiyle
mümkündür ki bunu insanlığa sunan İslâm’dan başka hiçbir öğretinin olmadığını,
düşünen herkes kabul etmek zorunda kalmıştır.
***
Bugün
hızla gelişen teknoloji, insanlığın hizmetine her gün yeni imkânlar sunuyor.
Fakat insanlığın mutluluğu buna paralel olarak artmıyor.
Bunun
sebebi, sosyal ve ekonomik hayatımıza hâkim olan Batı’nın hayat tarzıdır.
İslâm’ın
“hak” unsuruna dayanan anlayışına karşılık Batı’nın “güç” unsuruna dayanan yani
hakkın sahibine teslim edilmesi değil de zor kullanılarak alınması, “hakkı olan
kadarına râzı olmak” değil de “koparılabilen kadar almak” şeklindeki zihniyeti;
hülâsa, İslâm’ın birincil olarak insana, ikincil olarak sisteme dayanan anlayış
ve uygulamasına karşılık Batı’nın sadece sisteme dayalı pratiği, sosyal hayatı
mekanik, dolayısıyla ruhsuz, renksiz, mutsuz ve yaşanmaz kılıyor.
Bu
mekanik hayatın bunalımını yaşayan Batı toplumu, bunu aşabilmek için yine birtakım
mekanik çârelere başvuruyor olsa da sonuç alamıyor. İntiharlar, cinnetler,
cinayetler hızla artmaya devam ediyor, bunalımdan bunalıma sürükleniyorlar.
Türk
toplumunun durumu ise daha da yürekler acısıdır!
Batı
toplumu, evet, mekanik olsa da kendi içinde tutarlı bir sisteme sahip iken,
Türk toplumu ne kendi kadim ölçülerine sahip olabilmiş, ne de kendisine zorla
dayatılan Batı’nın yaşam tarzını benimseyebilmiş hâlde, ikisinin arasında
savrulup durmaktadır.
Daha
da fenâsı, içyapısının mütecanis olmayıp son derece karmaşık bir durum arz
etmekte oluşudur!
Bir
uçta inatla kendi inancının ölçülerini bırakmama azminde olan çok küçük bir
azınlık ve diğer uçta Batı’nın zihniyetine tam mânâsıyla teslim olmuş bir diğer
azınlık… Bu ikisinin arasında bocalayıp duran, her iki kutba farklı farklı
mesafelerde bulunan bireylerden oluşan yine gayr-i mütecanis bir ana gövde…
Bizler
çokça bu amorf yapının Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ortaya çıktığını ileri
sürmekte olsak da, işin gerçeği bunun kökünün çok eski yüzyıllara kadar
uzandığıdır. Ancak ne var ki, Cumhuriyet dönemi, işin tuzu biberi olmuştur.
Şayet
sosyal huzur istiyorsak, tek çâre, “hakperestlik medeniyetini” yeniden ihya
etmektir. Bunu başarabilir miyiz, yoksa bu bir ham hayâl midir?
Önemli
olan, bunun idrakine varabilmektir. Bazen öyle olaylara şâhit oluyoruz ki, bunca
erozyona rağmen bu medeniyetin mayasının kırıntı şeklinde de olsa hâlâ içimizde
yaşamakta olduğunu bize müjdeliyor. Bu cümleden olarak, basit fakat anlamlı
olduğunu düşündüğüm yaşanmış bir olayı burada paylaşmak istiyorum…
Bir
tarihte, evime aldığım kömürü bir arabacıya taşıtmıştım. Taşıma ücretini
önceden konuşmamıştık. Arabacının hakkı bana göre iki lira idi ama “Belki bunu az bulabilir, ben buna iki buçuk
lira vereyim de aramızda bir hoşnutsuzluk olmasın” düşüncesiyle uzattığım
parayı arabacı reddetti.
Buna
biraz canım sıkıldıysa da bir şey söylemedim ve “Öyleyse üç lira olsun bakalım” diyerek parayı tekrar uzattım. Adam
bunu da reddedince bayağı bir öfkelenerek, “Kardeşim sen ne istiyorsun?”
diyerek çıkıştım.
Buna
karşı arabacı gayet sakin bir ifadeyle, “Benim
hakkım iki liradır, onu verin, gideyim” dedi.
Tabiatıyla
ben çok şaşırdım; ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum.
Arabacının
bu hakperestliği karşısında önce gevşeyip sonra coşarak, “Al bunu, hiç olmazsa iki buçuk olsun” diye ne kadar ısrar ettiysem
de o, “Hayır, ben hak etmediğim parayı almam!”
diye diretti.
Bizim
tartışmamızı duyan yakındaki komşu esnaf, sebebin başka türlü olduğunu sanarak
benden tarafa müdahil olmak için geldiler. İşin aslını öğrenince onlar da “Bu nasıl iş yahu?!” diyerek şaşırıp
kaldılar.
Aslında
normal olan, arabacının davranışıydı. Fakat biz toplum olarak yanlışın içinde o
kadar boğulup kalmışız ki, tıpkı amuda kalkıp ellerinin üzerinde yürümeye
çalışan bir topluluğun, ayakları üzerinde normal olarak yürüyen bir insanı garipsemesine
benziyoruz.
Netîcede
arabacı hakkı olan iki lirayı aldı, helâlleştik ve dostça ayrıldık. O artık
benim dostum, kardeşimdi. Bir daha görüşmesek de…
Bu
basit olay o gün beni pozitif olarak oldukça etkiledi. Akşama kadar içimde hoş
bir hafiflik, bir huzur hissederek neşeli bir gün geçirdim ve gece yatağıma her
günkünden daha huzurlu olarak girip daha rahat bir şekilde uykuya daldım.
Şimdi
tasavvur edelim: Toplumumuzun tamamı yahut hiç değilse çoğunluğu bu arabacının
yapısında, ilişkilerimizde de bu anlayış egemen olmuş olsaydı, acaba nasıl bir
sosyal hayatımız, ne düzeyde bir mutlu yaşamımız olurdu? Araba kullanırken,
toplu taşım araçlarında, hastanede, postanede ve benzeri yerlerde sıramızı
beklerken birbirimizle nasıl bir iletişim içinde olurduk?
***
Şimdi
bu olayı bir de Batı’nın ölçüleri içinde değerlendirmeye çalışalım: Borçlu kişi
arabacının hakkının iki lira olduğunu bilmesine rağmen ona bir lira teklif eder.
Maksadı, mümkün olan en azı ödemektir. Arabacı ise, hakkının iki lira olduğunu
bilmesine rağmen fazladan ne kadar koparabileceği düşüncesiyle dört lira ister.
Mücadele başlar. İki taraf da bir hayli yıprandıktan sonra -tıpkı toplu
sözleşmelerde olduğu gibi- nihâyet bir noktada gönülsüzce uzlaşırlar.
Uzlaştıkları miktar hakka göre değil de güce göre olduğu için, muhtemelen
birisinin hakkı diğerine geçmiş olur. Sonuçta her iki taraf da kızgın ve gergin
olarak ayrılırlar. Onların bu gerginliği, diğer insanlarla ve aileleriyle olan
münasebetlerine de yansır.
***
Barış
da, huzur da, refah da… Kurtuluş İslâm’dadır!
Koronavirüsten
sıyrılmakla iş bitmiş olmayacaktır. İnsanlık ya İslâm’ı keşfedecek ya da
topyekûn batacaktır.
İçinde
bulunduğumuz mübarek Ramazan-ı Şerîf Ayı hem tefekkür, hem de hak sahiplerine
haklarının en fazla teslim edildiği zaman dilimidir. En önemlisi de, Allah’ın
(CC) kulları üzerindeki oruç hakkının ödenmekte oluşudur.
Mevlâ’mız
oruçlarımızı kabul buyursun. (Âmin.)