YILLAR önce tanışmıştım
“kamu dâvâsı” deyimiyle.
Telefonuma
gelen ve muhtevası sapıklık olan aramalardan illallah etmiş ve hayatımdaki ilk
(ve bugüne kadarki tek) savcılık ifadesini vermiştim.
Aylar
sonra bir telefon gelmiş, beni rahatsız edenlerin tespit edildiği ve haklarında
şikâyetçi olmaya devam edip etmediğim sorulmuştu savcılık tarafından. Olmamama
rağmen savcılık konuyu ele almış ve kamu dâvâsına dönüştürmüştü.
Çünkü
ona göre, halk rahatsız edilmişti de yine rahatsızlık verilmesin diye önüne
geçilmesi gerekirdi!
2010
Eylül’ünde ise halkı sonrasında rahatsız edeceği besbelli bir adım atılmıştı.
Daha
doğrusu, Devletin üzerine aldığı koskoca bir risk vardı da neler olacağını
tecrübeyle görmek istemişti.
Bir
de o günlerde henüz cemaat olan örgüt, bu girişimin en ileri destekçisiydi.
Bir
anekdotu buraya aktarmam ilginç olacak…
Henüz
cemaat olan şebekede anlatılan bir vakıadır; geçtiğimiz öldü, ünlü şarkıcı
Sezen Aksu’nun babası Sami Yıldırım, ileri bir FETÖ’cü idi (FETÖ’nün ilk koleji
olan Yamanlar Koleji’nin mütevelli heyet sorumlusuydu) ve güya Sezen Aksu,
şarkıcı olduğu için babası tarafından evlâtlıktan reddedilmiş biriydi.
Babasının
cenazesinde bütün Türkiye gördü ki, böyle bir durum yoktu ortada. Hattâ Sezen
Aksu, babası ne derse onun sözünü dinleyen biriydi. FETÖ ile karşı karşıya
düşmesine kadar Sezen Aksu’nun siyâsî beyanlarına bakınız, hepsi AK Parti icraatını
destekler niteliktedir. Hattâ dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum,
bu yüzden kendisi hakkında “Biz Sezen zannederdik, meğer sazanmış” şeklinde
konuşmuştu da Zaman ve STV gibi yayın organları bu çıkış nedeniyle Batum’a
yüklenmiş, onu Ergenekonculukla suçlamışlardı.
***
Anayasa’da
öngörülen değişiklikle siyâsî partilerin kapatılmasının önü tıkanmıştı.
Bu
lâzımdı, zira millî irade ile tek başına iktidar oldurulan AK Parti bile,
kapatılması istenerek dâvâ edilmişti de zor kurtulmuştu.
Kamuyu
en derininden ilgilendirmesine rağmen kamuya asla danışılmayan siyâsî parti
kapatma dâvâları, Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri hâline gelmişti ne
de olsa…
Oysa
Türkiye’de terörle doğrudan anılan ve Türkiye’ye düşmanlığı göz önünden gitmeyen
ne çok siyâsî parti var olsa da Türkiye’nin birinci meselesi, hâlâ irtica ve
irticanın odağındaki partilerdi. Demek ki böyle olmalıydı…
AK
Parti’yi güç belâ kurtarınca, ilk hedefimiz partilerin kapanmasını engellemek
oldu. Ne saçma hareket!
Adâletin,
vicdanın, ahlâkın ve de yasaların görgüsüzce kullanıldığı yargılamalar
konuşulmuyordu da, parti kapatmayı engellemek bu işi çözecekti.
E
tabiî, başörtüsü sorununu yasalara “Şöyle kapatılırsa irticadan sayılmaz” gibi
bir cümle ekleyerek aştırmaya çalışan işgüzar geri kafalılar olduğu müddetçe AK
Parti’yi kazıklayan çok olurdu. Oldu da…
AK
Parti’yi kapatmadan kurtarmak isterken, sanki AK Parti’ye yılda bir dâvâ
açılacakmış ve millî irade 15 Temmuz’daki gibi tepkisini göstermeyecekmiş gibi,
parti kapatmanın önüne Anayasa’da değişiklikle geçildi ve arkasından Türkiye
düşmanlığı tavan yapan ne kadar iblis varsa korunma altına alındı.
Nerede
kamu vicdanı? Nerede kamu düzeni? Nerede kamu huzuru?
6-8
Ekim olaylarının azmettiricisi olan terörist hakkında Meral Akşener isimli biri
“adil ve tarafsız yargılanma” talep ederken, o teröristin başında bulunduğu
parti, terör faaliyetlerinin odağı olmaktan kapatma dâvâsıyla muhatap
edilmediği gibi, bir de Devletin kasasından yani tüyü bitmemiş yetimin
hakkından nasiplenmeye devam etti, ediyor bu memlekette!
Beni
telefonla rahatsız edenlerden şikâyetçi olan devletime bakınız!
Şimdi ben kimi gözetip hangi kime hakkımı helâl edeyim?